Şeyh Said, kıyam için hazırlıklarını henüz tamamlamamıştı. Zaten Ankara hükümeti de Şeyh Said ile ilgili haberleri, neredeyse günbegün almaktaydı. Askerlerin düğünde çıkardıkları olay da bilinçli olarak ve hükümetin bir provokasyonu çerçevesinde çıkarılmıştı. Amaç, Şeyh Said’in hazırlıklarını tamamlamadan kıyama kalkışmasını sağlamaktı. Dolayısıyla zayıfken, henüz gücünü toplayamamışken daha da önemlisi halkı kıyama hazır hâle getirememişken zamansız ayaklanmaya mecbur bırakmıştır. Böylece 13 Şubat 1925’te, günümüzde Bingöl’e bağlı bir ilçe olan Genç’in, Piran köyünde patlayan silahlar, hem Doğu Anadolu’da geniş çaplı bir ayaklanma başlatmış hem de Türkiye’nin siyasi yaşamında radikal dönüşümlere yol açmıştır.
Dönemin bazı Kemalist yazarları tarafından doğudaki -Şeyh Said dâhil- din adamlarını, bırakın mavzer kullanmayı, bıçak bile kullanamaz olarak görmekte idi. Çünkü 1920’li yıllarda doğuda şeyhlik olgusu, sadece dinî bir kurum olarak görülmekte idi. Oysa Şeyhler; tekkelerinde oturan, müritlerinin getirdikleri hediyelerle geçinen, yaşlı başlı kimseler değildi. Şeyhler; ata binen, silah ve kılıç kullanmakta usta, dövüşçü, gözü pek derebeyleriydi. Ayrıca halkın üzerinde yoğun dinî etkileri bulunmaktaydı.[1]
13 Şubat Cuma günüydü. Jandarma müfrezesi geldiği zaman halk, hâlâ Şeyh Said’in cuma vaazının etkisi altındaydı. Çünkü Şeyh Said, cuma vaazında etkili bir konuşma yapmıştı. Konuşmasının bir yerinde ise şöyle demişti: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Vezareti kaldırıldı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamber Efendimize dil uzatmaya cür’et ediyorlar. Bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar ve dinin kurtarılmasına yardımcı kesilirim.”
Bu vaaz, Şeyh Said’in kaldığı Şeyh Abdürrahim’in, kanatlı bir kapıdan girilen evinde veriliyordu. Kendisini dinleyen eşraf ve civar köy ağaları, başlarını onaylama anlamında sallıyorlardı.[2]
Şeyh Said, bu konuşmasına şöyle devam etmişti: “İsyan hakkında hiçbir taraftan telkin gelmedi. İsyanı kendi düşüncem, kanaatim ve mefkûremle tasavvur ve tasmim etmiştim. Çalışmalarımı da tek başıma yaptım. Zaten Piran’da verdiğim bu vaaz üzerine de mefkûremi icraya karar verdim.”[3]
Ayaklanmanın Başlaması
Jandarmanın başlattığı bu ilk kıvılcımın ardından ayaklanma geniş bir alana yayılmış ve ilk üç hafta boyunca ayaklanmacılar hükümet kuvvetlerine karşı üstünlük sağlamışlardır. Şeyh Said, halkı İslam adına ayaklanmaya çağıran bir bildiri yayınlamıştır. Birçok aşiretin desteğini de alan Şeyh Said, kısa sürede Genç, Maden, Siverek ve Ergani’yi ele geçirip Diyarbakır’a yürümüştür. Bir başka grup da Varto’yu alıp Muş’a yönelmişti.
Şeyh Said’in kıyamı; tasarlanmamış, planlanmamış, kurgulanmamış bir hareketti. Fikir anlamında hazırlıkları olsa da eylem anlamında henüz beklenmeyen bir hareketti. Ancak olayların, Şeyh’in beklemediği ve hazırlıklarını henüz tamamlamadığı bir zamanda ve aniden başlaması, Şeyh Said’e kıyamın dışında başka bir yol bırakmamıştır. Ankara’daki seküler gelişmelere muhalif bir tavır alıp bir mücadele stratejisi belirleme noktasında aylardır kafa yoran Şeyh’in, artık yapacağı bir şey kalmamıştır. Böylece kıyam başlamış, onun payına da liderlik düşmüştür. Nitekim Şark İstiklal Mahkemesindeki yargılama sırasında kullandığı “Allah’ın kaderi, beni bu işe düşürdü. İçine düştüm, bir daha çıkamadım.” ifadesi de bu gerçeği teyit etmektedir.
Şeyh Said, 14 Şubat günü 10 bin kişiyi bulan silahlı güçle Darahini’ye, şimdi bir ilçe olan Genç iline girer. Şeyh Said ve arkadaşlarının yönetimindeki silahlı halk güçleri de sırayla Çapakçur (Bingöl), El-Aziz, Ergani, Piran ve Siverek’i ele geçirmiştir.[4]
Kıyamın başladığı 13 Şubat ile Şeyh Said’in Diyarbakır’ı kuşattığı 7 Mart arasındaki askerî harekât, daha çok Şeyh Said lehine ilerlemiştir. 20 Şubat’ta Palu’nun, Şeyh Said’e bağlı Şeyh Şerif komutasındaki birliklerin eline geçmesi, morallerini daha da yükseltmiştir. Oysa Şeyh Şerif’in emrinde fazla adam yoktu. Fakat Şeyh Said’in de Şeyh Şerif’in de Palulu olmaları, yakınlarının ilçede ve civar köylerde bulunması, işlerini kolaylaştırmıştır. Palu’nun o tarihteki nüfusunun 20 binin üstünde olduğu tahmin edilmekteydi.
Şeyh Şerif, koca ilçeyi tek bir kurşun atmadan almıştır. Bunun nedeni, Şeyh Said tarafından “Elaziz’in fethi”ne memur edilen Şerif’in, Palu’yu kuşattığında yaptığı bir açıkgözlülüktür. İlçeleri kuşatıldığında ilçenin yöneticileriyle eşraftan bazıları, Şeyh Şerif’e bir nasihat heyeti göndermişlerdir. İlçenin muteber simaları heyetin içindeydi. Şeyh, bunları derhal tutuklamış ve koz olarak kullanmıştır. Palu’nun savunması için bütün önlemler alınmış olduğu hâlde şeyhin bu kimseleri öldüreceği korkusu, karşı koymayı engellemiştir. Subaylar, ateş ettirmemişlerdir.
Palu düşünce Elazığ’ın yolu açılmıştır. Hele 21 Şubat’ta 14. Süvari Alayı Hani’de, 11. Süvari Alayı Cüdi’de pusuya düşürülüp esir alındıktan sonra Şeyh Said’in ilerlemesi daha da kolaylaşmıştır.
Palu’dan sonra Elazığ’a yapılan saldırı, 24 Şubat günü şafakla başlamıştır. Köylülerin ve Elazığ halkının da desteğiyle Elazığ, kısa sürede ele geçirilmiştir. Elazığ Cezaevinden serbest bırakılan mahkûmlar da harekete katılmışlardır. Hareket, Elazığ’dan sonra Malatya’ya yönelmiştir. Bu saldırılarda, dağıtılan bildiriler halkın üzerinde çok etkili olmuştur. Bu bildiriler, “Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife, memleketten çıkarılamaz. Şiarınız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet, mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.” şeklinde dini içerikliydi.[5]
TPCF Kurucularına Yönetimden Tehdit
TPCF kuruluncaya kadar mecliste, CHF’nin dışında parti bulunmamaktaydı. Ancak mecliste iki grup bulunmaktaydı. Bu grupların her biri, birer parti gibi faaliyet göstermekte idi. Bu gruplardan biri, M. Kemal tarafından 10 Mayıs 1921’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında kurulmuştu. Diğeri ise muhalif mebuslar tarafından Temmuz 1922’de İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında faaliyete geçmişti. Bu grubun önde gelen üyeleri Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni (Ulaş), Kara Vasıf, Çolak Selahattin, Rıza Nur, Süleyman Necati (Güneri), Emin (Gevelioğlu), Besim (Fazlıoğlu), Rifat (Çalıka) ve Hacı Şükrü gibi isimlerdi.[6]
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TPCF) ise M. Kemal’in otoriterliğine karşı çıkan bazı milletvekilleri tarafından, 17 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştur.[7] Bu fırkanın kurucuları ise M. Kemal’i, Mustafa Kemal yapan en yakın silah arkadaşlarıydı Bunlar; Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele ve Adnan Adıvar Paşalardır. M. Kemal dışında -adı kurtuluş olan ama esaret, vesayet getiren- Kurtuluş Savaşı’nı başlatan beş kişilik kumandan kadrosunun üyelerinin hepsi, TPCF’nin liderleri arasında yer almıştır. Kıyameti TPCF’nin tüzüğünde yer alan inançlara da saygılı olduğu ifadesi koparmıştır. Gerçi bu ifade olmasaydı da M. Kemal ve ekibinin, sadece bu partiye değil, muhalif temayülü olan hiçbir oluşum ve düşünceye tahammülü yoktu. Çünkü başta ordu olmak üzere bütün kurumlar artık bu ekibin elindeydi. Bu partinin kapatılma talimatı, dönemin başbakanı Fethi (Okyar) Bey’e verilmişti. Olayı, Ali Fuat Cebesoy şöyle anlatmıştır: Fethi Bey de Hariciye Vekili Şükrü Kaya Bey’i, Kâzım Karabekir Paşa’ya göndererek Paşa’yı, beni (Ali Fuat Cebesoy) ve Hüseyin Rauf Bey’i nezdine davet etmişti. Benim yerime Doktor Adnan Bey’i götürdüler. Fethi Bey, 25 Şubat 1925 tarihi, öğleden sonra heyet-i makamında kabul etti ve şunları söyledi: “Size fırkanızı kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe, beni memur ettiler. Dağıtmazsanız istikbali çok karanlık görüyorum: Kan dökülecektir.”
Karabekir Paşa: “Kanun dairesinde fırka teşkil etmek elimizdedir. Fakat bunu dağıtmak elimizde olmayan bir şeydir. Hükümetsiniz. Her nevi kuvvetiniz, türlü vasıtalarınız vardır. Fırkamızı behemehâl dağıtmak arzu ediyorsanız onu yapmak elinizdedir.”
Fethi Bey: “Sizinle bu suretle konuştuğuma çok müteessirim. Biliniz ki ben her türlü örfi muamelelerin aleyhindeyim. Ekalliyette kalacağımdan korkuyorum.”
Karabekir Paşa, Başbakan’ın azınlıkta kalma korkusunu yersiz bulduğunu belirtmiş ve bundan sonra memleketin umumi vaziyeti üzerinde görüşülmüş, Kâzım Karabekir Paşa ile arkadaşları, şarktaki isyanı bastırmak için hükümetin isteyeceği her şeyi memnuniyetle yapacaklarını bildirmişler ve Fethi Bey’in yanından ayrılmazdan evvel Fethi Bey, şark isyanını bastırmak için, başlanmış olan hareketin iyi inkişaf ettiğini ve yeni bir tedbirin alınmasına lüzum olmadığını söylemiş, isyan mıntıkası haricinde sükun ve sükûnetten başka bir şey olmadığını sözlerine ilâve etmişti.[8]
M. Kemal, Fethi Okyar’la Olmaz
Başbakan Fethi Bey’in Şeyh Said kıyamı ile ilgili aldığı tedbirler, M. Kemal tarafından yeterli görülmemekteydi. M. Kemal, bu kıyamın, sadece kıyama kalkanları değil, sonraki yıllarda çıkma ihtimali olan muhalefete de gözdağı verilecek tarzda kanla bastırılmasını istemekteydi. Fethi Okyar ise daha yumuşak bir şekilde bastırılabileceğine inandığı için, başka tedbirler almayı düşünmemekteydi. Hatta Fethi Bey, “Lüzumsuz şiddetle elimi kana boyamam.” demişti.[9] Konuyla ilgili olarak M. Kemal ile Fethi Okyar arasında geçen konuşmayı, Kâzım Özalp şöyle aktarmıştır: “Bir gün benim odamda Başvekil Fethi Okyar’a Mustafa Kemal, isyan edenler ve onları teşvik edenler hakkında neler yapılacağını sordu. Fethi Bey; ‘Asiler ve tahrikçiler Divan-ı Harbe yollanacak ve suçlarının derecesine göre cezalandırılacaktır,’ diye cevap vermiştir. Bu cevap, Mustafa Kemal’i tatmin etmemişti. ‘Bu fesat yalnız Şeyh Said ve onun gafil taraftarlarının işi değildir. Asıl tahrikçiler, memleketin değişik yerlerinde saklanmışlardır. Buna göre tahkikatı genişletmek lâzım gelmez mi?’, dedi. Ali Fethi; ‘Fevkalade tedbirlere lüzum görmüyorum, müsaade ederseniz istifa edeceğim.’, diye cevap verdi. Bu cevap, Mustafa Kemal’in canını çok sıkmıştı. Eski arkadaşını kırmak istemiyordu. Ancak konuya ondan daha fazla önem veriyordu. ‘Bu şekilde istifa olmaz. İçeride, dışarıda değişik mânâlandırılabilir. Fırka grubuna gidiniz, fikirlerinizi söyleyiniz, karşı görüşte olanlar da fikirlerini söylesinler, tartışınız. Grup ekseriyeti neye karar verirse o uygulanır.’ dedi.”[10]
M. Kemal, Fethi Bey’le bu işin olmayacağına inandığı için İsmet İnönü’yü, Şeyh Said kıyamı ile ilgili olarak Ankara’ya çağırmıştır. İnönü, ne için çağrıldığını bile merak etmeden apar topar bu çağrıya uyarak 21 Şubat Cuma günü, Ankara’ya gelmiştir. Ankara Garı’nda Reisicumhur M. Kemal, meclis başkanı Kâzım (Özalp) ve kalabalık bir milletvekili grubu karşılamıştır!.[11] M. Kemal, İnönü trenden iner inmez arabasına almış ve birlikte Çankaya’ya, köşküne gitmişlerdir. M. Kemal, doğuda gelişen olayların tehlikeli boyutlara ulaştığını İnönü’ye anlatmış ve İnönü’ye; “Başvekil, bunu böyle görmüyor. Hadiseyi mahalli bir isyan hareketi olarak alıyor. Kabinede, bu mahalli isyanın bastırılması tedbirlerini arıyorlar.” demiştir.
Akşam yemeğine meclis başkanı Kazım Bey de katılmıştır. Bu üç kişi gerekli askeri önlemler üzerinde durmuşlardır. Onlara göre yapılacak ilk iş, kuşkusuz isyan bölgesinde sıkıyönetimin ilan edilmesiydi. Aynı zamanda harp divanları da kurulmalıydı. Çünkü gelen haberlerden anlaşılıyordu ki mahalli jandarma, yakından tanıdığı, bildiği ayaklanmacıların üzerine ateş açmıyor hatta bazıları onlara katılıyordu. Köylüler de bunu görünce zaten “din uğruna savaş” parolasıyla ilerleyen Şeyh Said kuvvetlerine kapılarını açıyorlardı. Harp divanlarının can yakmaya başlamasıyla denge kurulacak, devlet otoritesi de kendini böylece göstermiş olacaktı.[12]
İnönü, o günlerle ilgili olarak Ankara’daki intibasını şöyle anlatmıştır: “Edindiğim intibaya göre isyan, süratle genişler haldedir. Bu esnada hükümet içinde münakaşalar olmuş ve içişleri bakanı bulunan Recep (Peker) Bey, istifa etmiş. Hükümet içindeki münakaşalar, hadisenin telakki tarzından ve alınacak tedbirlerden çıkmış. Recep Bey, isyanı daha endişeli bir hava içinde karşılayarak işi Başvekil’den fazla ciddiye aldığı için ihtilafa düşmüşler. Bu sebepten ayrılmış. Ben, Çankaya’da Atatürk’ün misafiri bulunuyorum. Hadiseleri beraber takip ediyoruz. Bu günlerde asilere karşı harekete geçmiş olan bir süvari fırkasını, bulunduğu karargâhta asiler gece basıyorlar ve kâmilen dağıtıyorlar. Bu, harekâtın bundan sonraki neticeleri bakımından endişelerimiz üzerinde büyük bir etken oluyor ve işin ehemmiyeti bizim gözümüzde de bir surette görünüyor.”[13]
21 Şubat 1925 akşamı, Başbakan Fethi Okyar, meclis başkanı Kazım Özalp ve Halk Partisi genel başkan vekili İsmet İnönü, M. Kemal’in başkanlığında Çankaya’da toplanmışlar ve bu sefer hükümetin görüşü ve tasavvur ettiği tedbirleri münakaşa etmişlerdir.[14]
Sıkıyönetimin İlan Edilmesi
Aynı gün, Başbakan Fethi Okyar’ın imzasıyla Büyük Millet Meclisi Başkanlığına, onaylanmak üzere “Ergani ilinin bir kısmında devletin silahlı kuvvetlerine karşı olan ayaklanma; Diyarbakır, Elazığ, Genç illerine de geçmiş ve genişlemeye müsait görünmüş olduğundan Muş, Ergani, Dersim, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri illeri ile Erzurum ilinin Kiği ve Hınıs ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmiştir. Anayasa’nın 86’ncı maddesi gereğince keyfiyeti yüce meclisin onayına arz ederim.” şeklinde bir teklif gönderilmiştir.[15]
Hükümet tarafından durum ve alınması gereken tedbirleri görüşmek üzere 23 Şubat günü Halk Partisi meclis grubuna getirilmiştir. Grupta, Halk Partisi genel başkan vekili olarak İnönü de konuşmuştur. İnönü, konuşmasında, mürtecilerin öteden beri tahriklerinin olduğundan örnekler vererek bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Bizim vazifemiz, parti olarak hükümete itimat etmek ve bu gibi hadiselere karşı şiddetle hareket eden ve edecek olan hükümete yardım etmektir.”
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise hükümetin, meclise teklif edeceği kanun maddesini okumuştur: “Dini ittihaz edenler ve bu suretle zihinleri karıştıranlar, en az iki sene kürek (cezası) olmak, en ağırı idam olmak üzere cezalandırılır.”
Parti grubunda birçok milletvekili söz alarak konuşmuştur. Konuşanların arasında Aydın milletvekili Dr. Reşit Galip de “karşı ihtilalcilerin en sert tedbirlerle yok edilmelerini” şeklinde konuşmuştur.[16]
24 Şubat 1925 Çarşamba günü öğleden sonra Meclis Umumi Heyeti toplandı ve hükümetin açıklaması dinlendi. Başbakan Fethi Okyar, sıkıyönetimin ilan edildiğini[17] söyledikten sonra durumu şöyle anlatmıştır: “Devlet kuvvetlerine karşı Genç vilayetinde bazı asiler silahla ayaklandıkları için gerek isyan bölgesinde gerekse civar bölgelerde hükümet, anayasanın bu husustaki maddesine dayanarak, örf-i idare ilan etmiş ve keyfiyeti yüksek meclisinizin tasvibine arz etmiştir.”
Örf-i idare ilanını icap ettiren sebepler hakkında da izahat vermiştir. Bu izahatında Şeyh Said’in Nasturi harekâtı ilişkisinin bulunduğunu ancak kendisini suçlayacak bir hareketi görülmediğinden ifadesinin alındığını ve bırakıldığını belirtmiştir. Ancak Şeyh Said, daha sonra hükümetçe muhalif tanınan unsurlarla sıkı ilişkisini devam ettirmiş ve bugüne gelinmiştir.[18]
Başbakan Fethi Okyar’ın bu konuşmasından sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası başkanı General Kazım Karabekir Paşa da partisi adına şunları söylemiştir: “Hükümetimizin beyanatına nazaran bazı şark vilayetlerimizde idare-i örfiyi mucip hâller zuhura gelmiştir. Bu mahdut mütegallibeden harici teşvikatle bazı emellere nail olmak için halkı dini tahrikle izlal ettikleri anlaşılmıştır.
Dini alet ittihaz ederek mevcudiyet-i millîyemizi tehlikeye koyanlar, her türlü lanete layıktır. Hükümetimizin kanuni icraatına biz de bütün mevcudiyetimizle müzahiriz.”[19]
M. Kemal, mecliste olup bitenleri yakinen takip etmekteydi. Toplantının akabinde Çankaya’da; İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve İkinci Başkan Kazım’ın (Orbay) katılımıyla toplantı yapmıştır. Bu toplantıda, Şeyh Said ve taraftarlarıyla sadece sıkıyönetimle baş edilemeyeceği kanaatine varıldıktan sonra şöyle bir plan yapılmıştır:
Asıl kuvvetler yetişip mevziye girmeden yetersiz kuvvetlerle geniş çaplı saldırı ve takip hareketlerinden sakınılacaktı. Hedef, bölgeyi büyük birliklerle sarmak ve asileri teslim almaktı. Bu arada hava kuvvetleri de harekete geçirilecekti. Yığınak tamamlanıncaya kadar Şeyh Said’in saldırılarına kuvvetli direniş gösterilecek, büyük merkezlerin asilerin eline geçmesi önlenecekti. Bununla kastedilen yer, özellikle Diyarbakır’dı. Diyarbakır’ın politik bir önemi vardı. Hayal edilen bağımsız Kürdistan’ın başkenti olarak Diyarbakır düşünülüyordu. O gece, Çankaya’da, Gazi ve İsmet Paşalar, Diyarbakır düştüğü takdirde, dışarıda birtakım politik manevralara girişilmesi tehlikesini söz konusu ettiler.[20] (Devam edecek…)
[1] Metin Toker, Şeyh Said ve İsyanı, Thales Yayınları, 1.bsk Aralık 2018, İstanbul, s. 35-36
[2] Toker, age. s.42
[3] Behçet Cemal, Şeyh Said İsyanı, Sel Yayınları, 10 Ağustos 1955, İstanbul, s.24
[4] Gün, age. s.85-86
[5] Behçet Cemal, age. s.48
[6] https://dergipark.org.tr/tr/pub/bilgisosyal/issue/29132/311609
[7] Ahmet Yeşil, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cedit Neşriyat, 1.bsk. Ocak 2002, Ankara, s.219
[8] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, c.I-II, Temel Yayınları, 2.bsk. 2007, İst., s.542-543; Toker, age. s.48-49
[9] Toker, age. s.71
[10] Kâzım Özalp – Teoman Özalp, Atatürk’ten Anılar’dan aktaran Gün, age. s.164
[11] İnönü’yü karşılayanlar arasında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Maliye Bakanı Mustafa Abdülhak Renda, Ticaret Bakanı Ali Cenani, İç İşleri Bakanı Cemil Uybadın, Dışişleri Bakanı Şükrü Kaya da bulunmaktaydı. Ayrıca çok sayıda da milletvekili bu karşılamaya gelmişti. Bkz; Toker, age. s.16
[12] Toker, age. s.21
[13] İsmet İnönü Hatıralar, Bilgi Yayınevi, 4.bsk. Ağustos 2014, İstanbul, s.461
[14] Behçet Cemal, age. s.40
[15] Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938), Gen. Kurm. Basımevi, 1972, s.108
[16] Behçet Cemal, age. s.42-43; Ayaklanmalar, s.108
[17] Ayaklanmalar, s.109
[18] Cemal, age. s.43 vd.
[19] İlhami Aras, age. s.79
[20] Behçet Cemal, age. s.49; Toker, age. s.50-51; Aras , age. s.81

Follow