Rabbani Ulemanın Vasıfları IV, Dr. Mehmet Sürmeli
Arşiv Yazarlar

Rabbani Ulemanın Vasıfları IV, Dr. Mehmet Sürmeli

14. Müzekkî olmalıdır. Tezkiye kavramının kök fiili ve türevleri, Kur’an’da 28 defa geçmektedir. Malda temizlenmeyi ve buna bağlı bereketlenmeyi ifade eden zekât kelimesi ise 32 defa kullanılmıştır. Tezkiye sayesinde kişi, dünyada insan olma vasfını elde eder ve övgüye layık nitelikler kazanır. Tezkiyenin mutlak anlamda kaynağının Allah Teâlâ olduğuna şu ayet delalet etmektedir. “بَلِ اللّهُ يُزَكِّي مَن يَشَاء وَلاَ يُظْلَمُونَ فَتِيلاً” “Hayır, aksine Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl kadar haksızlık yapılmaz.” Yüce Allah, kullarının ne ile ve nasıl tezkiye olacağını Kur’an’da açıklamış ve Peygamberine de tezkiyeyi birçok ayette beyan ettiği gibi asli bir görev olarak yüklemiştir: “لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُواْ مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُّبِينٍ” “Allah, müminlere kendi içlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulunmuştur. Bu peygamber onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor/tezkiye ediyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar, daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.” Bu ayet, bizlere tezkiyenin hem bir metodunun olduğunu hem de peygamber olmadan tezkiyenin mümkün olmayacağını öğretmektedir. Bu nedenle risalet bağlamında en büyük müzekki, Peygamber efendimizdir. O, bir müzekki olarak ilk İslâm toplumunu 23 yıl zihinsel ve ruhi tezkiyeden geçirmiştir. Bu tezkiyenin sonunda ibrahimî bir ümmet yetiştirmiştir. Hz. Peygamber’den sonra ise bu vazife rabbani âlimlere verilmiştir. Kur’an, rabbani âlimlerin bu ulvi görevlerini şöyle karara bağlamıştır: “لَوْلاَ يَنْهَاهُمُ الرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ عَن قَوْلِهِمُ الإِثْمَ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ” “Din bilginleri, fakihleri onları günah sözlerinden ve haram yemelerinden nehyetmeli değil midirler? İşledikleri şey, elbette ne kadar kötü!” Abdullah b. Abbas, ayetin âlimlere yüklemiş olduğu fonksiyondan dolayı; “Kur’an’da bu ayetten daha şiddetli bir ayet görmedim” demiştir. Ayet, ulemanın insanların düşünce sapkınlığına müdahale etmelerinin şart olduğunu belirttiği gibi, yine insanların yediklerinin helallerden olmasını belirlemelerine kadar âlimlerin üzerine teklifler koymaktadır. Bu anlayışa göre Rabbimiz, insanın yedikleri ile düşüncelerindeki sapmalar arasında ilgiler kurmuştur. Ortaya vahim bir durumun çıkmaması için âlimler, zihinsel dönüşüm ve helal gıda üzerinde köklü çalışmalar yapmak zorundadırlar. Âlimler, ümmetin zihin ve gönül dünyalarından sorumlu oldukları gibi midelerinden de sorumludurlar.
Eğer insanlar, peygamberlerin çağrılarına olumlu cevaplar verirler ve zihin/gönül tezkiyelerini ikmal edecek olurlarsa; “قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى” “(Bu dünyada) arınmayı başaran (öteki dünyada) mutluluğa ulaşır.” Ayetinin sırrına erişmiş olurlar. Ayet, aynı zamanda arınmanın iradeli bir eylem olduğuna da işaret etmektedir.
Allah Teâlâ, daha ruhlar âleminde iken insanlardan söz/ahd almıştır. Yaratma ve emir alanlarında ilahi iradeye teslim olacaklarının sözünü veren insanlar, ceset âlemine geldikten sonra verdikleri sözlerden caymışlardır. İnanç ve amel bağlamında kirlenen insanlara Yüce Allah, ezeli sözleşmeyi hatırlatmak(zikir) için peygamberler göndermiştir. Peygamber göndermediği bir topluma azap etmeyeceğini de ayette açıkça bildirmiştir: “وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً” “Ayrıca Biz, (kendilerine) bir elçi göndermeden (yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma) azap etmeyiz.” Fıtratta bozulmanın mahiyet farklılıkları Kur’an’da değişik kavram ve kelimelerle anlatılmıştır. Küfür, şirk, nifak ve irtidat kavramları bunlardan bir kısmıdır.
Yukarıda saymış olduğumuz fıtrata aykırı durumlardan yeniden öze dönüşü bildiren temel kavram, kelime-i tevhittir. En büyük tezkiye tevhitle başladığı gibi, başındaki “لَا” da en büyük devrimdir; tezkiyenin iliğidir. İnsan; ilim, yakîn, ihlâs, sıdk, muhabbet, kalp ve dille kabul, anlama inkıyatla kelime-i tevhidi söyleyecek olursa kalbini ve zihnini bütün putlardan temizlemiş olur. Kelime-i tevhidin anlam alanından ve ruhundan gereği gibi istifade edip bir gayret ortaya koyabilmek için bu kelimenin taşıdığı birtakım şartlar vardır. Bu şartların mutlaka yerine getirilmesi ve gerekleri ile amel edilmesi zorunludur. Bu şartlar şunlardır:
1- Kelime-i tevhidin taşımış olduğu menfi ve müspet tüm anlamları bilmek.
2- Taklide ve hazırda bulmaya dayanmayan bilinçli ve kesin bir iman,
3- Bu kelimenin ikrar ve kabulünde içerisine yalan ve riya girmeyen (münafıklıktan uzak) bir ihlâs,
4- Tasdik ve ikrarda tam bir teslimiyet ve doğruluk,
5- Allah’ın (c.c.) tüm emirlerine karşı terk ve gevşeklik ihtimali olamayan bir itaat,
6- İçerisinde şüphe bulunmayan ve redde de ihtimali olmayan mutlak tasdik.
Saymış olduğumuz şartlar ve bilinç muvacehesince tevhidin anlamına iman eden bir Müslüman, kelime-i tevhidi söylediğinde;
1- Şeytana ibadet etmemeye,
2- Hevayı/basit tutkuları tanrılaştırmamaya,
3- Monarka, firavuna ve krala tapınmamaya,
4- Meleyi/bürokrasiyi putlaştırmamaya,
5- Şirke,
6- Nifaka,
7- İrtidata,
8- Belamlara,
9- Sanemlere,
10- Tağutlara,
11- İlahi olmayan kurallara,
12- Dar’u-l harpte gönüllü ikamete,
13- Falcılara ve sihirbazlara,
14- Politeizme,
15- Dehrilere,
16- İmanı yüzdelemeye,
17- Kâfir velayetine,
18- Ehli kitabın hâkimiyetine,
19- İdeolojilere,
20- Dindeki her türlü aşırılığa, “لا/hayır” demektedir.
Bu duruma göre en büyük tezkiye, kelime-i tevhidi gönülden söyleyebilmektir. Hz. Peygamber (s.), Müslümanlara tezkiyenin anahtarı olan bu kutsi kelimeyi tekrar ederek imanlarını yenilemelerini istemiştir. Hadis şöyledir: “(Ey insanlar!) İmanlarınızı yenileyiniz. Sahabe; “Ey Allah’ın elçisi imanımızı nasıl yenileriz?” dediklerinde, Resulullah şu izahatı yapmıştır: “Lâ ilahe illallah, sözünü çokça tekrarlayınız.” Yenilenmesi istenen imanın “elbise gibi eskiyebileceğini” beyan etmiştir. Bu eskimenin nedenleri; cehalet, unutkanlık, sorumsuzluk, farkındalığı bilmemek, kötü siyasa ve çevre, eğitimdeki bozulma ve ideolojik baskılardır.
Tezkiyesini en üst seviyede yapan Müslümanlar dünyada ve ahirette “kurtuluşa elbette ereceklerdir.” Nitekim Peygamber Efendimiz de bu gerçeği şu sözüyle açıklamıştır: “Cennete Müslüman(lar)dan başkası giremeyecektir.” Şayet kişi dünyada kaldığı sürece, zihin ve kalp tezkiyesini vahiy merkezli yapmayıp küfrün kirliliğini tercih etmiş ise, ahirette de kurtulamayacaktır. Tezkiyesini yapmayıp küfre saplananlara cennete girmenin imkânsızlığını Yüce Allah şu ilginç benzetme ile açıklamıştır. “إِنَّ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ أَبْوَابُ السَّمَاء وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمِينَ” “Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara burun kıvıranlar var ya, gökyüzü(nün rahmet) kapıları yüzlerine açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz, ağır suçluları işte böyle cezalandırırız.” İman alanıyla ilgili tezkiyesini yapmayan kâfirleri böyle cezalandıracağını beyan eden Yüce Allah, kendisine çocuk isnat ederek fıtratlarını kirleten ve şirke düşen ehli kitaba da cenneti haram kıldığını bildirmiştir: “لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَار” “Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki: Ey israiloğulları! Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Kim Allah’a (çocuk isnat ederek ve otoritesini sınırlayarak) ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir; onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardım edeni olmayacaktır.”
Eğer kişi zihin ve gönül kararmasına tutulur, hak ve hakikati inkâr edecek olursa; zarurat-ı diniyyenin tamamını veya bir kısmını reddederse ebedi olarak cehennemde kalmayı hak etmiş olur. Yukarıdaki ayetlerde buna işaret etmektedir. Anlayış ve kavrayış kolaylığı olarak insanın tevhidini yok eden ve fıtratını bozan hususları şu ana başlıklar hâlinde verebiliriz:
1- Allah’a ibadette başka varlıkları O’na şirk koşmak.
2- Allah ile kendi arasına putları aracı koymak ve onlardan yardım talebinde bulunmak. Putların şefaatini ummak.
3- Müşriklerin kâfir olmadıklarına inanmak veya onların küfürlerinden şüphe etmek; gidişatlarını doğru ve hak kabul etmek.
4- Peygamber’in getirdiği hayat tarzından başka bir hayat tarzını daha sahih kabul edip başkalarının verdiği hükümleri Resulullah’ın hükümlerinden bile güzel görmek. Tağutların hükmünü Allah’ın hükmüne tercih etmek.
5- Peygamberin getirmiş olduğu dini emirleri yaşasa bile onun getirmiş olduğu dini hükümlerden herhangi birine kin duymak.
6- Hz. Peygamber’in insanlığa tebliğ ettiği din ile veya bu dinin belirlediği sevap ve ikap ile alay etmek.
7- Müslümanların aleyhine olarak kâfirlere yardım etmek.
8- Bazı insanların, Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu dinden çıkmalarında veya bu dine tabi olmamalarında bir sakınca olmadığına inanmak.
9- Sihir yapmanın veya yaptırmanın meşru olduğunu kabul etmek.
10- Bile bile Allah’ın dininden yüz çevirmek, öğrenmemek ve amel etmemek.
Sayılan bu konular, insanın imanını yok edip kelime-i tevhidini bozdukları için acilen tashih edilmelidir. Tezkiyenin başlangıç yeri önce iman sonra da ahlak ve amel alanlarıdır. Amelde tashih sağlanır, itikattaki bozulma devam ederse hiçbir tezkiyenin faydası olmaz. Bu sebepten dolayı bütün peygamberler itikatta tezkiye ile görevlerine başlamışlardır.
Yüce Allah, insanları tezkiye etmek için peygamberler gönderdiği gibi tezkiye yollarını da bizlere onlar vasıtasıyla öğretmiştir. Buna göre insanlar; imanı kâmil anlamda tercihle, vahiy aracılığı ile Allah Teâlâ ile iletişim kurmakla, Kur’an’a mutlak ittiba ile, sürekli Kur’an tilavetiyle, Hz. Peygamberin sünnetini yaşamakla, dua yapmakla, yaptığı günahlardan dolayı anında istiğfar etmekle, namazı ihsan hâlinde kılmakla, zekat, oruç ve hacla, cihad etmekle, zikirle, salihler meclisinde bulunmakla, hicretle, Müslümanların velayetini tercihle, infakla, sıddıkiyetle, nasihat ve öğütle, istişare ve istihareyle, sahih evlilikle, zulme kıyamla ve ahlakı hamide ile tezkiye olabilirler. Elbette bütün bu arınma yollarında usul ve fıkıh bilen rabbani bir âlime ihtiyaç vardır. Zaten onların asıl görevlerinden biri de zihin ve ruh tezkiyesini gerçekleştirmektir. İnsanın rabbani âlim oluşunun gözlemlenebilir en önemli kanıtı, Hz. Peygamber’den aldığı tezkiye görevini hakkıyla yapabilmesidir. Bu ulvi görevi yapmayan kimseler hangi unvanı alırlarsa alsınlar “rabbani âlim” olamazlar.
Konumuzun başından beri Müslümanların eğitiminde aktif rol alan veya alması gereken rabbani ulemanın Kur’an ve sünnetten temel niteliklerini paylaşmaya çalıştık. Eğer bu nitelikli kimseler eğitimde aktif rol almayacak olurlarsa ilmi ehliyeti olmayan kişilerin terbiyesinden(!) geçen insanlarımız sorunlu olurlar. Eğitimde ehliyetin önemine değinirken araştırmamızda toplumsal referansa layık gerçek âlimleri de tanıtmış olduk. Buna göre; okumak, yazmak, araştırmacı, akademisyen ve hoca olmakla âlim olmak çok farklı şeylerdir. Âlim insan evvela Hz Peygamber’in; ahlak-ı hamide, sıdk, emanet, ismet, tebliğ, talim, teybin, teşrii, fetanet, cömertlik, rahmet, şecaat, adalet, siyaset, iffet, hayâ, hilm, tebşir, inzar, şehadet ve sabır sıfatlarından gerekli payı alan kâmil insandır. Şahsiyetini sünnetle ihya etmeyenden âlim olmaz. Daha bir kısmını verebildiğimiz bu sıfatlardan hiç nasip almayan zevat, önderlik makamlarında tutulduğu için ümmet çok derin ve tamiri zor yaralar almıştır. Hataların tazelenmemesi için âlim sayılmanın karizmasına ve saygınlığına sığınarak “İslam Âlimleri Konseyi” vb. cazibeli adlandırmaları günümüzde çok uçuk ve iddialı bulduğumuzu paylaşmak isteriz. Âlim olmayanların bu levhaların altında endam etmelerini de esefle karşıladığımızı ifade ederiz. Modernitenin kurumlarında zihinsel ve ameli kirlenme yaşayan insanların âlim olmadıklarının farkına varmaları bile bir erdemdir. Geçek âlimi tanıyıp âlim olmayanlara bu nitelemeyi layık görmemek de ayrı bir erdemdir. Yapılması gereken, “âlim yoktur” diye inzivaya çekilmek değildir. Ortamı ve şartları oluşturarak âlimler yetiştirmektir. Zaten bu ulvi görevi hakkıyla yapıp âlimler yetiştirip önderlik makamlarını onlara teslim etmedikçe de Müslümanlar için kalıcı bir kurtuluş yolu gözükmüyor. Birileri bize kızsa da durum böyledir. İlme talip gençlere, hem teşvik hem de gerçek âlimin fonksiyonlarını öğreten şu hadisi iyi anlamalarını ve gereğini yapmalarını tavsiye ederiz: “Kim ki ilim öğrenmek amacıyla bir yola yönelirse Allah da onu cennetin yoluna yönlendirir. Melekler de bu kişiden razı oldukları için kanatlarıyla onu korurlar/himayelerine alırlar. Âlim kişiye yerdeki ve gökteki bütün varlıklar istiğfarda bulunurlar. Öyle ki denizlerdeki balıklar bile onun için istiğfar ederler. Âlimin abide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin varisleridirler. Zira peygamberler, altın ve gümüş miras bırakmamışlardır. Sadece ilmi miras bırakmışlardırlar ki kim ilim öğrenirse bu mirastan nasibini bolca almış olur.”
SONUÇ:
Din, Allah Teâlâ’nın tüm insanlığa göndermiş olduğu ve hayatın bütün cephelerini kuşatan vahiyler toplamıdır. Amacı, insanlığı dünyada hidayete erdirip onlara ahiret saadetini kazandırmaktır. Batılıların kabul ettikleri bir din anlayışı, Müslümanlıkta yoktur. İslâm’a göre din; hem inanç hem de hukuk, iktisat, eğitim, siyaset ve ahlaktır. Kısacası din, hayatın her alanını çevreleyen ve sorunlarına vahiy eksenli çözümler üreten bir kurumdur. En geniş anlamıyla; Allah Teâlâ ile insan, insanla insan ve insanla diğer varlıklar arasındaki ilişkileri düzenleyen ilahi nizamdır. Bu anlamda din, Hz. Âdem ile beraber gönderilmeye başlamış ve Hz. Muhammed’le sona ermiştir. Allah Teâlâ, Peygamberimizden sonra bir daha din de peygamber de göndermeyecektir. Allah Teâlâ’nın gönderdiği dinlerin ortak adı, İslâm’dır. Farklı dinler, insanların İslâm’dan saptıktan sonra ortaya çıkarmış oldukları bidatlerdir.
Peygamber Efendimize verilen İslâm dininin dışındaki ilahi dinlerin hepsi bölgeseldir. Peygamber Efendimiz ve ona verilen İslâm ise tek evrensel dindir. İslâm dini daha önceki tüm dinleri nesh etmiş/yürürlükten kaldırmıştır. Yani İslâm, nasihtir. Kitab’ı Kur’an-ı Kerim, peygamberi de Hz. Muhammed’dir. Bu dinin ve kitabının içerisindekileri tebliğ, kapalılıkları beyan, dini yaşamak suretiyle temsil ve hüküm olmayan konularda ilahi denetim altında teşri hakkı Hz. Peygamber’e verilmiştir. Bu anlamda şunu söyleyebiliriz; sünnet-hadis bilinmeden Kur’an-ı Kerim’i anlamak mümkün değildir. Dolayısıyla Kur’an bilinmeden de İslâm bilinip anlaşılamaz. Sünneti ve hadisi inkâr üzerine inşa edilen bir din algısı, sadece sahte/yalancı peygamberler üretir. Zira bu sapkın anlayışın temelinde Hz. Peygamber’i devre dışı tutup başka kimseleri peygamber yerine koymak, sonra da dünya finans merkezli yeni dünya düzeni/dininin önünü açmak vardır.
Hz. Peygamber, sağlığında gerekli açıklama ve uygulamaları yeterince yapmıştır. Sonraki dönemlerde yeni olaylar meydana geldiğinde müçtehit âlimler meseleleri vuzuha kavuşturmuşlardır. Ehliyetli âlimler oldukça da içtihat kapısı hep açık kalmış ve kalacaktır. Günümüz için de bu önerme geçerlidir. Rabbani âlimlerin, dinin tebliğ, tebyin, temsil ve içtihatla meselelerin çözüme kavuşturulmasında çok önemli bir yerleri vardır. Onların varlığı dinin hem gündemde olması hem de din karşıtı yapılanmalarla hesaplaşmak için çok önemlidir. Rabbani ulemanın vasıflarını Kur’an ve sünnet belirlemiştir. İnsanlar, bu üstün nitelikli zevatı bulup onlardan din öğrenmelidirler. Sapıklardan ve ehliyetsiz kimselerden; ilimden ve usulden yoksun şahıslardan din öğrenilecek olursa toplumsal bir sapkınlığın yaşanacağı muhakkaktır.
Bu çalışma, kurumsal anlamda dini ve bu dinin tebliğcilerini nitelikleriyle tanıtan bir çalışmadır. Âlimle zalimi birbirinden ayırt etmek; zalimlere ilim adına iltifat etmemek için yapılmıştır.
Dr. Mehmet SÜRMELİ

GRUBA KATIL