Rabbani Ulemanın Vasıfları III
Arşiv Yazarlar

Rabbani Ulemanın Vasıfları III

11. İslâmi ilimlerin usulüne/metodolojisine vakıf olmalıdır. İlimler tarihi inceleyen ve İslâmî ilimlerde derinleşme çabasında olan kimseler bilirler ki usul/metodoloji bilinmeden ilim adamı olunmaz. Bu hakikati kadim ulemamız, “Usul bilmeyenin ilmine itibar edilmez.” ifadesiyle özetlemişlerdir. Usul konuları, İslâmî ilimlerin en zevkli ve en önemli konularını oluşturur. Eskiler, talebelerine usulü öğretmeden ilmi çalışmalara başlatmamışlardır. Bu münasebetle; fıkıh öğrenmeden fıkıh usulü, tefsir çalışmalarından önce tefsir usulü, hadisten önce hadis usulü, kelâmi meselelere girmeden de kelâm usulü öğretilmelidir. Bu söylediklerimiz, diğer ilimler için de geçerlidir. Bugün bizim en önemli sorunlarımızdan birisi, usul konularına yeterince aşina olamayışımızdır. Gerek toplumda, gerekse toplumsal kurumlarda din adına en çok hata yapan ve problemli söz sarf edenler, usul konularında yetersiz olanlar veya usul konularını hiç bilmeyenlerdir.

            Usul konularının kaynağı, Kur’an ve sünnettir. Hz. Peygamber, olaylara çözümler sunarken bir yöntem dâhilinde bu eylemini gerçekleştirmiştir. Sahabesini çeşitli yerleşim yerlerine muallim gönderirken de onların usule vakıf olmalarına dikkat etmiştir. Bu bağlamda, Hz. Muaz’ı Yemen’e vali atarken onun olaylara yaklaşım üslubunu sorgulamış ve aldığı neticeden hoşnutluğunu dile getirmiştir. Ashabından herhangi birisini bir iş için gönderirken; “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın ama zorlaştırmayın.”[1] buyurmuştur. Bu hadis, usule verilen değeri çok veciz şekilde ortaya koymaktadır.

            12. Sadece Müslümanları veli edinmeli ve kâfirlerin velayetine tavır koymalıdır. “Âlimlerin, peygamberlerin varisleri olmaları”[2] münasebetiyle en duyarlı olmaları gereken hususlardan birisi de velayet konusudur. Kur’an’da, velayetin önemiyle alakalı iki yüzden fazla ayet vardır. Konunun özü; velayet makamında Müslümanlar olmalıdır. Mâhkum konumunda olmak yerine hâkim konumunda olmayı Müslümanlara tavsiye eden dinimiz, fasıklar, münafıklar, zalimler ve kâfirleri velayet makamına layık görmemiştir. Her peygamber, yaşadıkları toplumda velayet mücadelesi vermiştir. Peygamberlerin mücadelesi aynı zamanda velayet mücadelesidir. Ulema da bu mücadeleye yaşadıkları coğrafyada katılmalı ve her türlü zalim yönetime ve yöneticiye ilkeli, fıkıhlı, plânlı, kadrolu, projeli ve ahlaklı bir biçimde gereken duruşu sergilemelidir. Yeter ki fitne ortadan kalksın ve hayatın belirleyici faktörü vahiy olsun.

Peygamberlik makamının fonksiyonlarından olan; insanları terbiye ve tezkiye etmek,[3] helâl ve haram konularında görüş bildirmek,[4] insanlık için model olmak[5] ve adaletle hükmedebilmek[6] için velayet makamını elde tutmak şarttır. Tüm peygamberler, “velayet makamını” ellerine geçirmek için mücadele ettikleri gibi Hz. Peygamber de bu uğurda gayretini ortaya koymuştur. Bu bağlamda o, velayet konusunu içten dışa doğru tanzim etmiş ve din bağını kan bağının üzerinde tutmuştur. Yanında müşrik akrabalarından bazıları anılınca o; “Onlar, benim velilerim değil; benim velim, Allah (c.c.) ve müminlerin salihleridir”[7] buyurmuştur.

Yukarıda ifade ettiğimiz siyasal velayetin yanında kişisel ilişkilerde de sınırlarını dinin belirlediği velayet hukukuna riayet etmek gerekir. Bu konuda ulema, Müslümanların önderleridir. Bütün Müslümanların rehberi ve önderi olan Peygamber Efendimiz, duygusal bağlılıkların ileride fikri bir etkileşime yol açabileceğini düşünerek veli seçiminde dikkatli olmamızı istemiş ve şöyle bir ölçü koymuştur: “Kişi, arkadaşının dini üzerinedir, sizden biriniz seçeceği dostuna dikkat etsin.”[8] Hadisteki din kavramı, takip edilen yol ve yaşanan hayat tarzı demektir. Allah Resulü, kontrolsüz bir veli edinmenin kişinin hayatına mal olacağını haber vermiştir. Müminler arası sevginin temelinde Allah rızası olmalıdır. Allah’ın rızasını kazanmak için sevme konusunda Hz. Peygamber, öyle teşvik edici bir dil kullanmış ki buna göre, insanların sevgilerini yeni baştan gözden geçirip sıhhatli bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Ömer (r.), Peygamber’in (s.) konuyla ilgili şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah’ın kulları içinde birtakım insanlar vardır ki nebi, şehid değildir. Fakat kıyamet günü Allah Teâlâ’nın kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı peygamberler de, şehidler de kendilerine gıpta ederler.” Sahabe: “Ya Resulullah, onların kimler olduğunu bize haber verir misin?” deyince Allah Resulü: “Onlar, aralarında herhangi bir mal alışverişi ve akrabalık bulunmadan Allah’ın muhabbeti için birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin olsun ki, onların yüzleri nur gibi parlamakta ve kendileri de nurdan minberler üzerinde bulunmaktadırlar. İnsanlar korktukları zaman, onlar korkmazlar. Yine, insanlar üzüldükleri zaman onlar asla mahzun olmazlar.”[9]

Birbirlerini veli edinen müminler arasında iyi bir dayanışmanın olması gerekir. İşte bu dayanışmanın temini için Müslümanlar, hicretle emir olunmuştur. Hicret etmemek suretiyle müşriklerin arasında kalan bir Müslümanla küfür ehli insanlar arasında, inkârcıların üstünlüğüne ve siyasal otoritelerine dayanan bir velayet doğabilir. Bu tehlikeli duruma karşı Peygamber (s.) şu uyarıyı yapmıştır: “Müşriklerle birlikte oturmayınız ve onların cemaatlerine dâhil olmayınız. Kim, onların cemaatlerine dâhil olur ve onlarla beraber olursa o bizden değildir.”[10] Hz. Peygamber, bu sözüyle müminleri kapalı bir toplum hâline getirmek istememiştir. Çünkü tüm İslâmî emir ve yasakları insanlara ayırım yapmadan duyurmak, bir görevdir. Bu hadisi, hicretin farz olduğu dönemin şartları ve ortamı içerisinde düşünürsek daha iyi anlarız.

Müslüman olmayanlara karşı içimizde bir dostluk ve sevgi doğmaması için Hz. Peygamber, kitap ehli dâhil[11] küfür ehlini taklit etmeyi yasaklamıştır. Ayrıca başta münafıklar olmak üzere İslâm binasını yıkmak isteyen kötü niyetli insanlara karşı Müslümanların saygı ifadesi kullanmalarını istememiş ve şu uyarıyı yapmıştır: “Münafığa ‘efendim’ demeyiniz. Şayet münafık seyyidiniz/efendiniz olursa şüphesiz ki (bu davranışınızla) şanı yüce olan Rabb’inizi kızdırmış olursunuz”[12] Seyyidlik makamı; yöneticilik makamlarından birisi olduğu gibi sosyo-ekonomik farklılaşmanın neticesinde elde edilen bir konum da olabilir. Peygamberimiz, bizleri bu gibi hassas yerleri mü’minlerin ellerinde tutmaları bakımından hem uyarmış hem de teşvik etmiştir. Müslümanları uyarıp onların hâkimiyetlerine dayalı bir velayet inşa etmek ve bunun siyasi projelerini yapmak, rabbani ulemanın varis olduğu görevlerdendir. Bu görev, ihmal edilmeyecek kadar önemlidir. “İlmin aşağılık insanların tekelinde olmasını kıyamet alameti”[13] şeklinde değerlendiren Hz. Peygamber, bu hadisiyle belki de bilginin çirkin siyaset anlayışına hizmet ettirilmesinden hoşnut olmamış ki ümmetini ilmin merkezi olmaya çağırmıştır.

13. Dini tebliğ etmeyi, ücrete dönüştürmemelidir. Cihad; namaz, zekât, oruç ve hacca gitmek gibi farz bir ibadettir. Bazı durumlarda farz-ı ayn, bazı durumlarda da farz-ı kifaye olur. Rabbani âlimler, Müslümanların ve dinlerinin maslahatı için bu iki fetvadan birini gerektiğinde verirler. Diğer ibadetlerin bile yapılması cihadın varlığına bağlı olması hasebiyle belki de hepsinden daha önemlidir. Çalışmamızın başında açıkladığımız üzere Hz. Peygamber’in elçilik göreviyle eş zamanlı başlayan cihad, Hz. Âdem’den beri bütün peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettiği en temel ibadettir. Cihadı olmayan hiçbir peygamber olmadığı gibi; peygamberler arasındaki derece farkını belirleyen de cihadlarının büyüklüğüdür. Sahabe de insana şeref kazandıran ibadetin cihad olduğuna inanmış ve inancının yüklediği teklif üzerine amel etmiştir. Süheyl b. Amr ve arkadaşları, Halife Hz. Ömer’e gelip halife yanında niçin değerlerinin olmadığını merak etmişler. Hatta Mekke’de zayıf bulup horladıkları Müslümanlar kadar bile ilgi göremediklerinin nedenini sormuşlardır. Ömer (r.), o zayıf gördükleri kimselere değer kazandıran şeyin cihad olduğunu söylemiş ve aynı konuma gelmeleri için cihad yapmaları gerektiğini belirtip onlara cepheyi göstermiştir.[14] Onlar da bu şerefi kazanmak için halifenin tavsiyesi üzerine orduya katılmışlardır.

Cihadın uygulanacak olan türünü değişen zaman ve şartlara göre rabbani âlimler belirlerler. Nasıl ki diğer ibadetlerde hükümleri ve ilmihali kaynaklara müracaat ederek âlimler belirliyorsa, cihad fıkhını da onlar belirlerler. Ümmet, onların yaptığı fıkha uyar ve böylece keyfiliğe yer verilmez. İslam’ın muhkem bir farzı olan cihad hakkında ilimsiz, fıkıhsız, metotsuz, ilkesiz, plansız, projesiz, kadrosuz ve ahlaksız konuşmak, Müslümanlar için çözüm üretmez. Aksine, sorunlarının daha çoğalmasına neden olur. Bu söylediğimiz ilkelerden bağımsız ve keyfi hareket edildiği için İslam dünyasında birçok yapay sorun üretilmiştir. Cihadla ilgili sorunları üretenler, İslam düşmanı kâfirler ve onların işbirlikçileridir. Üretilen bu yapay sorunlar sayesinde neredeyse kimse cihaddan bahsedemez hale gelmiştir. Kürsülerden ve ders kitaplarından cihad ibadeti çıkarılmıştır. Bahsedenler de sadece nefsi müdafaa cihadından bahsedebilmişlerdir. Bu duruma en çok sevinenler ise kâfirler olmuştur. Çünkü onların bu çalışmaları sayesinde Müslümanlar cihadı ve türlerini literatürlerinden çıkarmışlardır.

Çeşitli soru ve sorunlarla karşılaşmamak, dinde olmayanları dindenmiş gibi vererek itici bir görüntü oluşturmamak; yaptığımız fıkıhsız davranışlarla İslam ile insanların arasına engeller sokmamak için cihadı Hz. Peygamber’in önderliğinde; sünneti çerçevesinde anlamak zorundayız. Cihad olmadan dinin bekasının mümkün olmadığına iman etmeliyiz.

İnsan, diğer ibadetleri yaparken nasıl ki kimseden dünyevi bir değer ve ücret istemiyorsa, aynı hassasiyeti cihad için de gösterip yaptığı bu yüce ibadete karşılık ücret istememelidir. Bütün ibadetlerin olduğu gibi cihadın sevabını da yalnızca Allah Teâlâ verecektir. Hiçbir peygamber, yapmış olduğu cihada karşılık ücret almadığı için ümmetlerine ibadetlerde ihlâs konusunda örnek olmuşlardır. Peygamber Efendimiz de diğer peygamberlerin yolunu izleyip davet ve cihadına karşılık ücret istememiş ve bizlere model olmuştur. Daha açık ifade ile, davete karşılık ücret/para almamak muhkem bir sünnettir. İmanda sadakatin en belirleyici kriteri olan cihad,[15] paraya dönüştürülecek olursa İslam toplumunun siyasal yapısı istikrarsızlık kazanır. Zalimler, siyasi emellerini bir avuç insan üzerinden yürütürler. Çünkü hakkı ayakta tutan cihad, ücretle beraber belirli bir sınıfın hizmetine verilmiş olur. Bu anlayışın en kötü örneklerini, ümmetin tamamının asker olduğu bir toplumdan, devletin emrinde olan askerli topluma geçişin yapıldığı Emeviler’de görüyoruz. Görev ehliyetsiz kimselere verilip imamet saltanata dönüştürüldüğünde ve Hz. Hüseyin şehid edildiğinde toplumsal desteğin zalim siyaseti sarsacak boyutta olmamasının nedeni, Müslümanların mücahid millet olma vasfını kaybetmeleri yüzündendir.

Davete karşılık ücret istemek dinen meşru olmadığı gibi, davet esnasında hak ve hakikati gizlemek de yasaktır. Kur’an, daveti gizleyenlerle ilgili şöyle buyurmuştur: “إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ: Göndermiş olduğumuz apaçık belgeleri ve (dosdoğru yola ulaştıran) hidayeti -Biz onları ilahi kitaplarda açıkça bildirmemize rağmen- (basit dünyevi çıkarları uğruna) gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lanet eder hem de (bütün) lanet ediciler lanet ederler.”[16]Ayetten anlaşılan; Allah’ın dinini ve onun bildirdiği hükümleri kasıtlı olarak gizleyenlerin laneti gerektiren bir günah işledikleridir.[17] Bilgiyi gizlemek ve onu insanlarla paylaşmamak nasıl laneti gerektiren bir suç ise, bilgiyi firavunların sarayını daha muhkem hale getirmek için kullanmak; onların iktidarlarını güçlendirmek amacıyla kullanmak da en büyük günahlardandır. Hz. Musa (a.) zamanında yaşayan Belam b. Baura, Allah’ın ayetlerini ve ism-i azamı bilmesine rağmen bu ilmini Firavun’un saltanatının devamına payanda yapmıştır.[18] Belam üzerinden Yüce Allah, şu evrensel mesajı vermiştir: Bilgi, emanettir. Sadece Allah rızası için öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dinini hâkim kılma yolunda bilgiden yararlanılır. Firavni sistemlerin iktidarı için bilgiyi payanda yapmak, Belam’ın lanetli davranışıdır. Âlimler, hem firavunlara karşı olmak zorundadırlar hem de kendilerini dünyevi çıkarlar uğruna zalimlerin emirlerine teslim etmemelidirler. Gündemlerini bizzat kendileri Müslümanların ihtiyaç alanlarına göre belirlerler; yapay gündemlere müsaade etmezler. Onlar için asıl olan, Müslümanların bulundukları alandan bir üst makama terakki etmeleridir. Kısacası Rabbani âlimler; kafalarını, kalemlerini, ilimlerini ve haysiyetlerini kiraya vermezler.

Cihada karşılık ücret alınmayacağına dair ayetlerin çokluğu, davetçilere kaynak olmalıdır. Azim sahibi peygamberlerin ilki olan Hz. Nuh (a.), 950 sene peygamberlik yapmıştır.[19] Ömrünün anını bile davet etkinliği ile geçiren Hz. Nuh (a.), davetine karşılık ücret istemediğini ayette şöyle haber vermiştir: “وَيَا قَوْمِ لا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالاً إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ: Ey kavmim! Bu (davetime) karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir…”[20] Davete karşılık ücret almamak, bütün peygamberlerin sünnetidir. Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb peygamberlerin davet ve tevhid mücadeleleri verildikten sonra onların hepsinin ortak kararı, Kur’an’da şu ayetlerle bizlere bildirilmiştir: “Ben, yaptıklarıma karşılık sizlerden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”[21]

Yukarıdaki kıssaların içerisindeki anlatılanlar usül ilminde “şer’un men kablena” olarak değerlendirilir. Bu anlatılan olayların içerisindeki hükümlerin bizleri bağlamadığına dair açık bir hüküm yoksa bizleri de bağlar. Yani ‘dine davetten ücret alabilirsiniz’ diye apaçık bir karar yoksa daveti ücrete dönüştürmemek bizim için de bağlayıcıdır. İşin içerisine para girince tarihte birçok kimsenin uzun tartışmalara girdiğini ve tezini ispatlamak için onlarca delil ortaya koyduğunu biliyoruz. Ortaya konan kaynakçalara da vakıfız. Bizim burada önemle üzerinde durduğumuz konu; davet, bir ibadettir ve ibadetler, para karşılığında yapılmaz. Kıldığımız namaza, tuttuğumuz oruca ve haccımıza karşılık nasıl ücret istemiyorsak davetimize karşılık da ücret istememiz doğru değildir.

Davet ve tebliğe karşılık ücret alınabileceğini savunan zevat ise aralarında sektör oluşturup davetin içini boşaltarak “şov”a dönüştürdüler. Anlatılanlar, Kur’an ve sünnetin genişlik boyutundan oldukça uzaktır. Konuşmaların içeriğinde tekliflerin olmayışı ve tekliften kaçan dinleyicilerin çokluğu, “medya vaizi” denilen bu kişileri her durumda popüler yapmıştır. Popüler olmanın karşılığına yüksek transfer ücreti alan ve “her şeyi bilen hocalar!”, esefle belirtelim ki İslam’ın itikat alanını canlı olarak ele almadıkları gibi; faiz, bankacılık ve finans sektörü, fakirlik problemine çözümler; madenlerin zekâtları, lüks arabaların ve konutların zekâtı, işçi işveren münasebetleri, siyasal velayet ve alternatif siyaset, ideolojilerin dini hükümleri, uluslararası emperyalizme İslam’ın söylemi, gulat ideolojiler; sekülerizm ve laiklik, Alevilerin inançları ve bu inançların vahiy bağlamında değerlendirilmesi, hukuk önünde eşitlik, din eksenli anayasa denemeleri, çocuk eğitiminde yeni modeller, Amerika ve Batı Avrupa eksenli icazetli siyasete dinin bakışı, tesettür, tesettürün İslam toplumlarının geleceği ile alakalı vaatleri vb. konulara hiç yer vermemektedirler. Böyle bir sunumdan dolayı ne gençlere umut olabilmekteler ne de sunulan din dünya sistemiyle hesaplaşacak bir dindir. Konuşmalarının çoğunda sahih kaynaklar kullanılmadığı gibi, alanlarının dışına çıkmaktadırlar. Gerçi çoğunun ana kaynakları okuyabilecek donanımları da yoktur. Buna rağmen bir allame edasıyla her şeye cevap veren bu kimselerin bilgi hanelerinde her şey var. Bilmeme erdemi henüz literatürlerine girmedi. Hele bir de karşılarında modern bir kadın varsa hocalarımızı (!) tutana aşk olsun. Bu hanımlar vasıtasıyla İslam’ın modernite ile ilgili bir meselesinin olmadığı mesajı fetvalandırılmaktadır. Bunları, sahih bir İslam davetçisinin yapmaması temennisiyle ifade ediyoruz.

“لَوْلاَ يَنْهَاهُمُ الرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ عَن قَوْلِهِمُ الإِثْمَ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ: Rabbani Âlimlerinin ve hahamlarının onları, günah sözleri söylemekten ve haram şeyleri yemekten alıkoymaları gerekmez miydi?”[22] ayeti, bazı alimlere göre muhtevasından en çok korkulması gereken ayettir. İbni Abbas (r.), Kur’an’da bu ayet kadar âlimleri azarlayan bir ayetin olmadığını söylemiştir.[23] Ayet, âlimlere iki temel konunun işlenmesini görev olarak yüklemektedir. İdeolojilerin propagandası dâhil her türlü kötü sözden ve düşünce kirliliğinden ümmeti temizlemek, âlimlerin veya onlara vekalet eden kimselerin asli görevidir. Yüklenen bu görev sayesinde hocalarımızın; şeytana ibadetten,[24] hevaya tapınmaktan,[25] monarkı/kralı kutsamaktan,[26] Meleyi/bürokrasiyi tanrılaştırmaktan,[27] ümmeti şirkin tüm çeşitlerine karşı duyarlılıklarını kaybetmekten,[28] nifaktan,[29] irtidata düşmekten,[30] bilgiyi firavunların iktidarı için kullanmaktan,[31] sanemlere ve tağuta ibadetten,[32] dar’u-l harpte yaşamaktan,[33] falcılara, sihirbazlara inanmaktan,[34] politeist inançtan,[35] tabiat olaylarını ve zamanı hayatın faili bilmekten,[36] imanı yüzdelemekten,[37] kâfirleri veli edinmekten,[38] dine ekleme ve çıkarmalar yaparak aşırı gitmekten[39] Müslümanları uyarması şarttır. Uyarıcılık görevini nebevi bir duruşla ümmetin önüne geçerek yapmayan kimselerden ne âlim ne de davetçi olur. Hz. Peygamber’in naklettiği şu kuts-i hadis, anlatmak istediğimiz meseleyi yeterince açıklığa kavuşturmaktadır:

…عَنْ جَابِرٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَوْحَى اللَّهُ إِلَى مَلَكٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ أَنِ اقْلِبْ مَدِينَةَ كَذَا وَكَذَا عَلَى أَهْلِهَا قَالَ: إِنَّ فِيهِ عَبْدَكَ فُلَانًا لَمْ يَعْصِكَ طَرْفَةَ عَيْنٍ قَالَ: اقْلِبْهَا عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ، فَإِنَّ وَجْهَهُ لَمْ يَتَمَعَّرَ لِي سَاعَةً قَطُّ»

“Allah Teâlâ, meleklerinden bir meleğe tarif ettiği bir şehri, ahalisi ile beraber helak etmesini bildirdi. Melek ise (hikmetini öğrenmek için) o şehrin içinde göz açıp kapayana kadar bile günah işlemeyen bir adamdan dolayı tekrar Allah’a müracaat etti. Yüce Allah, meleğe şu cevabı verdi: O kişinin ve beldenin yine de altını üstüne çevir. Çünkü o şahıs, (işlenen isyanlardan dolayı) bir defa olsun benim rızam için yüzünü bile ekşitmedi.”[40]

Bizim, medya vaizleriyle esas sorunumuz, onların çoğunun rızık konusunu kavrayamamaktan kaynaklanan kötü algılarıdır. Şunun çok iyi bilinmesi gerekir ki rızkı veren Allah’tır. Rızık, Kur’an’da ve sünnette yalnızca Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Rızkın kaynağı insan değildir. Onun için “errizkuelallah” deriz. Biz Müslümanlar, Allah’ın ekmeğini yiyoruz. Dolayısıyla mutlak anlamda zaten gavurun ekmeği yoktur. Artık para karşılığı gavurun davulunu çalmaktan vazgeçilmelidir. Velev ki gavurun kapısında işçi olsanız bile, bunun bir imtihan olduğunu bilip onların hatırına inancınızı feda etmemeniz gerekir. Davetçi Müslümanların bu yazılanları ciddiye alıp Allah rızasını öncelemelerini ve maddi tekliflere karşı hassas davranmalarını tavsiye ederiz. Dilimizden düşürmememiz gereken kutlu söz; “Yaptıklarımıza karşılık kimseden ücret istemiyoruz. Bizim ücretimiz ancak ve ancak âlemlerin rabbi olan Allah Teala’dandır.” (Devam edecek…)

Dr. Mehmet SÜRMELİ

[1] Ebu Davud, Edep, Had. no:4835, c.V, s.170.

[2] Ahmed, Müsned, c.V, s.196.

[3] Âl-i İmran, 3/164.

[4] A’raf, 7/157.

[5] Ahzab, 33/25.

[6] Nisa, 4/105

[7] Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, es-Sahih, iman, c.I, s.197.

[8] Ebu Davud, Süleyman b. Esas, es-Sünen, Edeb, c.V, s. 168.

[9] Ebu Davud, Sünen, Büyü’, c.3, s.799.

[10] Hakim, Müstedrek, c.2, s.141.

[11] Müslim, İlim, c.4, s.2054.

[12] Ebu Davud, Edeb, c.5, s.257.

[13] İbni Mace, Fiten, 20, Had. no:4015, c.II, s.1331.

[14] Mevdudi, Ebu’l A’la, Tefhim’ü-l Kur’an, (Terc: Komisyon), c.ll, s.223

[15] Bak: Hucurat 49/15.

[16] Bakara 2/159.

[17] Ayrıca bak: Bakara 2/174.

[18] İbni Kesir, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l Azim, c.ll, s.253-4

[19] Ankebut, 29/14.

[20] Hud 11/29.

[21] Şuara 26/109, 127, 145, 164, 180.

[22] Maide 5/63.

[23] Taberi, Cami’u-l Ulum, c.IV, s.638

[24] Bak: Yasin 36/60.

[25] Bak: Furkan 25/43.

[26] Bak: Şuara 26/29.

[27] Bak: Mü’minun 23/47.

[28] Bak: Nisa 4/48.

[29] Bak: Münafikun 63/1-11.

[30] Bak: Bakara 2/217; Maide 5/54.

[31] Bak: A’raf 7/175-176.

[32] Bak: Maide 5/90; Nisa 4/60.

[33] Bak: Hac 22/41.

[34] Bak: Bakara 2/102.

[35] Bak: Zümer 39/29.

[36] Bak: Casiye 45/23.

[37] Bak: Bakara 2/208.

[38] Bak: Maide 5/51.

[39] Bak: Nisa 4/171; Maide 5/77.

[40] Tabarani, Mucem’ü-l Evsat, Kahire, 1415, Had. no:7661 c.VII, 336; Beyhaki, Şuabu’l-İman, Riyad, 2003, c.X, s.74.

GRUBA KATIL