Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah(c.c.)’a mahsustur. Allah(c.c.)’un selamı ve rahmeti tüm peygamberlerin ve tüm Müslümanların üzerine olsun.
Zamanın su gibi akıp geçtiği, Müslüman kanlarının oluk, oluk akıtıldığı, fitnenin her köşeyi sardığı, zalimin zulmünün hoş görüldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Zalimlere karşı, tuğyana karşı dik bir duruş sergilememiz gerekirken maalesef atalet ve dünyevileşmeye kapılmış gidiyoruz. Günümüz bu duygulardan kurtulma uykudan uyanıp dirilişe geçme zamanıdır. Sahabeler ve sahabeden sonraki nesiller bu dini yan gelip yatarak bu günümüze taşımadılar. Mücadeleyle, gayretle, çabayla günümüze kadar taşıdılar. Bundan sonra ise bu dini taşıma sorumluluğu bizlerin üzerindedir. “Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 33/72)
Bu sorumluluğu alan bizler bunu taşımasını da bilmemiz gerekmektedir. Bu yüzden İslam dinini yaşamak ve yaşatmak için hepimizin yapacağı mutlaka bazı şeyler vardır. Bunun için hepimizin ellerimizi taşın altına koyması yükü kaldırabilmemiz için olmazsa olmaz olan şartlardan birisidir. Neticede birlikten kuvvet doğar. Bu hususta imam Humeyni’nin; ‘Her Müslüman Bir Kova Su Dökse İsrail’i Sel Alır’ sözü her Müslüman’ın bir şeyler yapabileceğinin göstergesi açısından önemli bir örnektir.(*)
İslâm, topluma hâkim değilken ve bizler bir takım beşerin hevâsına göre dünyamızı ve dinimizi şekillendirmeye zorlanırken, ehli sünnetin İslâm anlayışına ve bilgisine sahip insanların nesli hızla tükenmekte ve dünyanın birçok bölgesinde Müslüman kanı akıtılmaktayken, bu insan İslâm davasını es geçmiş, böylece dünya lüksünü ahirete tercih etmiştir. Kısacası din elden giderken o yan gelip yatmış ve rahat hayatını rahatsız etmemek adına başta Müslümanlara ve hatta tüm insanlığa zulmetmiştir.
Nehirde boğulmak üzere olan bir müminle karşılaşan bir insanın, elbisesi ıslanmasın veya çamur olmasın düşüncesi ile Müslüman kardeşini görmezden gelip geçtiğini ve sonuç olarak da o kişinin boğulduğunu düşünelim. Bu kişi sizce zalim midir, yoksa sadece kendi halinde kimseye zararı olmayan birisi mi?
İşte bugün tüm İslâm dünyası boğulmaktadır. Eğer mümin iseniz, o halde gözlerinizi kapatarak, ya da “elimden bir şey gelmez”, “bir şey bilmem ki ben” sözlerinin ardına sığınarak kurtulamazsınız zalim olmaktan. Ancak maddi ve manevi gücünüz ve ilminiz neye yetiyor ise onu kullanarak, kendinizi bu konuda geliştirmeye ve İslâm davanız adına çözümler üretmeye gayret ederek yada bunları yapabilen dava erlerini madden ve manen destekleyerek kurtulabilirsiniz ancak. http://www.darusselam.com/index.php/fikir/272-slam-davasnda-mueminlerin-yolu.html
Maalesef günümüzde Müslümanlar pasif bir durumda oldukları ve gerçek tevhid inancından uzak bir din anlayışına sahip oldukları bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı bünyelerde yerleştiği için Müslümanlar kılını kıpırdatma zahmetine katlanmıyor. Ataletten kurtulup dirilişe geçmek için öncelikle unutulan dava konusunun anlaşılması gerekmektedir. Müslümanların en büyük sorunu davasızlıktan başka bir şey değil. Ne zaman biz davamızın farkına varırsak o zaman harekete geçmeye başlayacağız inşallah.
Dava sözlükte gerçekleşmesi için çalışılan fikir, ülkü, şeklinde geçmektedir. Yaşadığımız şu hayat içerisinde herkesin gerçekleşmesini istediği gerek batıl, gerek hak, gerek dünyalık, gerek ahiretle ilgili olsun mutlaka bir şeyler vardır. Bazen televizyonlarda, gazetelerde görür ya da okursunuz bir adam sevdiği kişi için intihar etmiş. Bir bakıyorsunuz adam benzini dökmüş kendisini yakıyor. Neden? Çünkü inandığı bir şey, bir değer, bir düşünce var ve bu uğurda kendini feda etmekten çekinmiyor. Adam inanmış bir kere kafaya koymuş yapacak, kim durdura bilir ki bu adamı. Bu adam inancı batıl bile olsa inanmış ve bu inancının gereğini yapmak için gerekiyorsa ölümü bile göze aldığını görüyoruz.
Peki biz Müslümanlarında inandığı değerler, kaideler, hedefler yok mu? Elbette var, fakat bu adam gibi inandığı değer uğruna kendini feda etmeye hazır mı? Bırakın kendini feda etmeyi inandığı değerleri hayata geçirmeye, yaşamaya çalışan bu noktada ciddi manada mücadele eden acaba gerçekten kaç Müslüman var. İnandığı değerler ve davası uğruna mücadele eden çok fazla Müslüman yok maalesef, olsaydı eğer İslam ümmeti bu gün bu konumda, bu nokta da olmazdı. Bunun bence en büyük sebebi biz Müslümanların İslam davasını gereği gibi algılayamadığımızdan hatta bilmeğimizden dolayı olduğunu düşünüyorum. Bu konuyla birlikte Müslümanların davalarının ne olduğunu ve davalarının gereği olarak hayat içerisinde davaları için tüm güçleriyle mücadele etmeleri gerektiğinin bilincinin uyanmasına vesile olur inşallah. Dava adamı olmak şahsiyetle ilgili bir husus olduğu için öncelikle şahsiyetin ne anlama geldiğini idrak etmek durumundayız.(*)
Şahsiyet bir ferdin kendine has, görünüş, duyuş ve davranışların tamamıdır. Şahsiyet sahibi olmak demek düşünce ve davranışlarda çelişkisiz, birlik ve ahenk içinde olması demektir. Müslüman şahsiyet dediğimiz zaman ise hayatının her alanında düşünce ve meyillerinin İslam akidesi üzerinde kalması demektir. Kısaca ifade edecek olursak tanımlanabilir olmaktır. İnsandaki fikirleri ve meyilleri tek bir esasa göre oluşturmakla şahsiyet oluşur. Demek ki bir Müslüman şahsiyet olabilmek için inanılan, iman edilen bir dava ve bu dava doğrultusunda hayatı şekillendirmek olarak karşımıza çıkıyor.
Her yapılan işin bir amacı ve gayesi vardır ve olmalıdır, bizler ibadetlerimizi yaparken bir amaç doğrultusunda yaparız. Kur’an-ı Kerimde, Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler ve derler ki, Mâ halakte hâzâ bâtılân (ya Rabbi sen bunları batıl (boşuna)yaratmadın”) (3/Al-i İmran/191)
Ne demek? Amaçsız ve anlamsız yaratmadın. Batıl budur. Batılın manası amaçsızlık ve anlamsızlıktır. Demek ki manasız bir iş yaptığımızda batıl bir iş yapmış oluruz. Anlamsız bir iş yaptığımızda, maksatsız bir iş yaptığımızda, batıl bir iş yapmış oluruz. Sen bu iş niye yaptın? Hiiç bilmiyorum. Batıl, namazı niye kılıyorsun? Hiç atamızdan öyle gördük, anlamsız oluveriyor birden. Namaz kıl emri neden sırf namaz kılın diye gelmiyor da “aqimus salah”, “sallu” değil, namaz kılınız değil, “aqimus salah” namazı ikame ediniz, şeklinde geliyor. Ne demek? Namazı amaçlı olarak, maksatlı olarak yani ayağa doğru kaldır, namaz yerde sürünüyor ayağa kaldırın.
“Eqame” budur namaza istikamet verin demektir, “istikame” de burdan gelir namaza istikamet veriniz, namazın istikametini bozdular. Onun için maun suresindeki “feveyylün lil” musallin, dini yalanlayanın namazından ne olacak, ama bakınız kılıyormuş yazıklar olsun maksatsız, amaçsız olarak kılana diyor. “Feveylün lil musallin”, “ellezine hum ansalatihim saun”, orda ki onlar ki namazlarından gafildirler, namazı kılmayanlar için değil, namazın amacından gafildirler manasına gelir. Namazı kılarlar ama amacından gafildirler, niçin kıldıklarını bilmezler. Bakınız maksat ne kadar önemliymiş amaç ne kadar önemliymiş, onun için niyet amacı bilmektir, ibadetlerde niyet amacı bilmektir. Amacı bilinmeyen ibadet niyetsizdir.
Bu evin amacı ne? Biz niye evlendik? Biz niye bir yuva kurduk? Eğer kavuşmak için evlendikse, kavuşunca biter. Kavuştunuz işte daha ne istiyorsunuz bitti. Çünkü anlamı yok artık daha öte bir anlamı yok öyle bir hedef seçmişsiniz ki, 3 adımlık, 3 adımda hedefe geldiniz hedefsiz kaldınız. Hedefiniz yoksa hiçbir şeyiniz yok, eğer ufukta beklediğiniz bir şey yoksa hiç bir şeyiniz yok demektir. Hedefsiz insan kadar şaşkın hiç bir varlık yoktur.
Dolaşmakla yol almak arasında ki fark hedef farkıdır. Ring otobüslerine binin akşama kadar gezin. Akşama kadar gezin, gezdiniz mi? Gezdiniz, yol aldınız mı? Hayır, ne yol alacaksınız, başladığınız yere gelirsiniz akşama kadar. Tamam, akşama kadar 500 km yapabilirsiniz, ama bir adım yol almadınız. Nedir? Fark ne? Fark hedefiniz yok, gayeniz yok, davanız yok, ulaşacak bir hedef koymadınız. Şuradan çıkacağım şuraya varacağım böyle bir şey yok, dolayısıyla buna benziyor.
Niye yaşıyorsun? Yemek için, niye yiyorsun? Yaşamak için. Niye evleniyorsun? Çoluk çocuk sahibi olmak için, niye çoluk çocuk sahibi oluyorsun? Allah(c.c.) böyle dilemiş, yani annemizden, babamızdan böyle gördük, biz de böyle yapıyoruz.(M.İslamoğlu,Dava)(http://www.youtube.com/watch?v=tH9fu0EI5fc)
Bizler hangi iş olursa olsun o işte başarıya hedefe ulaşmak için mutlaka o işi gerçekleştirmek için bir niyetimizin olması gerekir.
Zerkeşi, “Kavaid”’inde şöyle der: “Niyetin hakikati ‘belli bir hedefi gerçekleştirmeye azmetmek, karar vermektir.” der.
Cevheri, “Sıhah”’ta, “Niyet karar vermektir.” der.
Niyet, kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak anlamına gelir. Niyette kişinin kalpteki bir tercihi söz konusudur. Bu nedenle niyet, ancak sahibinin açıklaması veya davranış haline dönüştürülmesiyle belli olur. Niyet her şeyin özü ve başıdır; adeta amellerin ruhu gibidir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, “Niyet” md) Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde niyetin önemini bizlere şöyle bildirmektedir.
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resulü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resulü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir” (Riyazü’s-Salihin, Hadis No:1)
Niyet buradan da anlaşılacağı üzere karar vermek demektir. Aldığımız kararı hayata geçirmek için harekete geçmektir. Biz Müslümanların da hayatlarını ikame ederken mutlak manada bir niyet üzere hareket etmeleri mecburidir. Bizlerin en büyük sıkıntısı da burada yatıyor. Genelde yaygın olan bir anlayış olan biz sahabe gibi olamayız mantığı Müslümanları kendi içinde pasifize eden bir düşünce tarzıdır. Hâlbuki bunu söyleyenler niyet etmeyenler, niyet etmek istemeyenlerden başkası değildir. Biz ne zaman niyet edersek işte o zaman sahabe gibi olabiliriz. Ahmet Yasinler, Seyyid Kutuplar, Mevdudi v.b şahsiyetler sahabe değillerdi lakin sahabe gibi mücadele etmişlerdi. Bizler de karar verip beynimizi örümcek ağı gibi kaplamış olan bu psikolojik etkenden kurtulup niyetimizle dirilişe geçmek zorundayız. (*)
Bir amacınız yoksa yapacağınız işlerde anlamsız veya dünyalık olmaktan öteye geçemeyecektir. Onun için başarılı olmak bir işe inanmakla, mümkündür. İşine, sanatına kendini veremeyen gereken performansı gösteremez, istediği sonuca ulaşamaz. Akıl ile ruhu ile bir işe yoğunlaşanlar, başarılı olurlar. Dikiş makinesini icat eden kişi, işine öylesine odaklanmış ki yaşarken, yatarken hatta rüyasında da icadı ile meşgul olmuş. Çalışmasını rüyasında gördüğü iğneye delik açma fikri ile başarılı sonuca ulaşmış. Anlaşılıyor ki hayal ettiği hedefi, rüyasına taşıyan insanlar, büyük başarılara imza atarlar. (D.A.O. S..9)
Dünya hayatında her insan neye imân etmişse, şüphesiz hayatını mü’mini olduğu ma’budunun yolunda sürdürür ve imân ettiğine kavuşma veya onu razı etme yolunda mücadele eder. Kısacası her insanın bir yolu, bir davası vardır. Şüphesiz davası İslâm olup bu yolda hayata göz yumanların sonu ebedî saâdet, yaşama gayesi dünya olanların ise felâket olacaktır. Hattâ yaşamak için sebebi kalmadığını, hayattan bir beklentisi artık olmadığını söyleyerek intihar edenlerin dahi aslında bir davası vardır ve bu intihar eylemi, başarılı olamadıkları bir davanın varlığına delildir. http://www.darusselam.com/fikir/272-slam-davasnda-mueminlerin-yolu.html
Peki, bizim amacımız nedir? Hangi amaç doğrultusunda hayatımızı şekillendirmeli ve hedefe o doğrultuda yürümeliyiz.
Öncelikle şunu ifade edelim, din = yaşam biçimidir. İnsanların bilmesi gereken ilk husus, İslam dinine girerken neye evet, neye hayır dediklerinin bilinciyle girmeleri esastır. Fakat günümüz de özellikle Türkiye de bu çok farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor bu durum. İnsanlar daha dünyaya gelir gelmez hemen bir nüfus cüzdanı çıkarırlar ve bu nüfus cüzdanın da dini kısmına hemen İslam damgasını vurur gönderirler, olay orda bitmiştir artık çocukları artık Müslümandır. Bu olay bir bakıma doğrudur fakat gelecekle ilgili noktasında yanlıştır. Çünkü Allah Resulü(s.a.s)’ün dediği gibi insan İslam fıtratı üzere dünya’ya gelir fakat onu annesi ve babası ya Mecusi, ya Yahudi, ya da Hıristiyan yapar diyor. Hadisten de anlaşılacağı üzere tüm insanlar İslam üzere, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelirler, ama daha sonra ailesi hangi din üzereyse o din üzere hayatlarını sürdürürler. Fakat buradaki en büyük sıkıntı sizin sorumluluk sahibi olmaya başladığınız süreçteki iman edeceğiniz hususa dair neye evet, neye hayır dediğiniz den habersiz olmanızdır. Size aileniz veya gittiğiniz okulda buna dair bir şey öğretilmez, öğretilmediği içinde biraz İslam’dan, biraz cahiliyeden aldığınız öğretilerle hayatınızı yaşamaya çalışırsınız. Bu yüzden de kişiliksiz, niteliksiz, şahsiyetsiz insanlar ortaya çıkar.
Çünkü şahsiyet dediğimiz zaman inandığı değerler uğrunda yaşayan ve bu noktada mücadele eden kişi demektir. Ama maalesef bu noktada pek fazla şahsiyetli insanlar göremiyoruz. Neden? Çünkü adam neden yaşadığının farkında değildir. Ne bir amacı, ne bir gayesi, ne de bir hedefi yoktur da ondan. İşte burada İslam bizlere ışık tutuyor ve daha bu dine girmeden önce neye evet ve hayır dediğimizi bilerek kendisine teslim olmamızı istiyor. Bunun içinde bir sözle kendi kapılarını bizlere açıyor. Aksi takdirde o kapıdan girmemize izin vermiyor. Bu söz aynı zamanda o kapıyı açan anahtar hükmüne geliyor. Bu söz nedir?
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESÜLLULLAH. Bu anahtar sözü söylediğimizde İslam çatısına girer ve Müslüman oluruz. Fakat bizim için önemli olan bu sözün ne anlama geldiğidir. Öncelikle “La ilahe illallah” derken kendi veya başkalarının düşüncesinden neşet eden cahiliyeye ait bütün düşünce, fikir, yaşama dair ne varsa o kapının eşiğinde bırakması, o kapıdan geçirmeye çalışmamasıdır. Tek Rab ve ilah olarak O’nu kabul etmesi, Rabbimizin emirleri dışında kanun koyan, hüküm veren ve bu noktada insanların hayatına karışan tüm insanları, ideolojileri, yönetimleri, sistemleri yani tüm tağut ve tağuti sistemleri reddettiğini haykırması. Bu putlara dair gerek kalbinde ve zihninde herhangi bir sempati, sevgi vb. gibi duygular varsa bu duygulardan tamamen temizlenmesi gerektiğini bilmesi ve sadece ve sadece onun hükümlerine teslim olması, göklerde ve yerde tüm kâinatta tek yaratan ve hüküm koyan, olarak Allah’ı (c.c.) kabul ve tasdik etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda “Muhammedun Resulullah”(s.a.s) derken, Resulullah(s.a.s)’ın Allah(c.c.)’ın Peygamberi olduğuna iman etmek ve yaşamını da ikame ederken, Resulullah(s.a.s)’in yaşadığı gibi bir hayat yaşama noktasında gayret ve mücadele edeceği niyetiyle, bilinciyle bu sözü söyleyerek, İslam yani tevhid dinine girmesi gerekmektedir ki o zaman gerçek manada bu dine girmiş ve Müslüman olmuş olsun. (*)
Müslüman, Allah’a inanıyorum, iman ediyorum, demekle de kurtulamaz. “Mü’minler, sadece “İman ettik.” demeleri sebeple kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tabi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (29/Ankebut / 2)
Vakıa eğer ibadetten maksat sadece belirli şekiller ve hareketler olmuş olsaydı bunca resuller ve risaletler kafilesi bu konunun üzerinde bu derece durmazlardı. Peygamberler bunca acılara ve eziyetlere katlanmazlardı bu uğurda, tarih boyu gelmiş geçmiş mü’minler bu kadar önem vermezlerdi o hususa bunca ağır bedeller ödemeyi gerektiren asıl unsur beşeriyeti kullara kul olmaktan kurtarıp her konuda ve her işte tek bir Allah’a kul etmektir… Dünya ve ahiretle ilgili her şeyde yalnız ve yalnız Allah’a bağlanmaktır…
Şüphesiz ki, Allah’ın birliği, hâkimiyetin birliği, rububiyetin birliği, hüküm ve yetki kaynağının birliği, hayat nizamına birliği ve insanların bağlandıkları dinin birliği… Evet, bütün bu birliklerdir ki, uğrunda bunca peygamberler gönderilmiş ve bunca çaba sarf edilmiştir. Tahakkuku için bunca acılar çekilmiş, eziyetlere katlanılmıştır, Yoksa Allah’ın bunların hiçbirine ihtiyacı yoktur. Hayatın bunlar olmadan düzelmesi, ıslah olması ve insana yaraşır tevhid olmadan insanlık hayatının hiçbir sahasında insanca yaşama imkânı kalmaz. (İ.D.S ..S..64-65)
Bazıları Allah’ın varlığını kabul etmekte, ancak buyruk ve emirlerinin sadece ibadete müteallik kısmını ifa ederek La ilahe illallah davasından büsbütün saptırıcı düşüncelere bağlanmaktadırlar. Her türlü yaşayışlarında Allah’ın buyruklarına aykırı hareket ettikleri ve Allah nizamının dışında nizamlar benimsedikleri halde birtakım ibadetleri yerine getirerek dindar olduklarını sanmaktadırlar. Bunların en büyük mümessilleri de kendilerine Müslüman adı verdikleri halde cahiliyet hayatı yaşayan, sadece kelime-i şahadeti getirmekle dine girdiklerini kabul edip kelime-i şahadetin gereklerini yerine getirmeksizin Allah’ın dininden ve nizamından başka nizam tanımayanlardır…
Yeniden başlayacak olan İslam hareketi tıpkı ilk defa olduğu gibi önce insanları yeniden İslam’a çağırmalıdır. İçine düştüğü bataklıktan kurtarmalıdır. Ve açıkça insanlara İslam’ın esaslarını açıklamalıdır. Önce Allah’ın birliğine inanmaları gerektiğini, sonra yalnız ve yalnız Allah’a ibadet ederek bütün hayat hadiselerinde Allah’ın hükmünden başka hüküm tanımamalarını bildirmelidir. Ve bunlar tahakkuk etmeden İslam’dan söz edilemeyeceğini ve hiç kimsenin bunları yapmadan Müslüman sıfatı kazanamayacağını ve Müslümanlara terettüp eden hukuki haklardan istifade edemeyeceklerini, Müslümanların onların mallarını ve ırzlarını korumakla mükellef olamayacaklarını bildirmelidirler. Bu hususlardan herhangi birini yerine getirmemekle bütünüyle
|
İslam’dan çıkılacağını ve insanların tekrar Allah’ın dinine döndürmek için çalışması ve kulları kullara kulluğun pençesinden kurtarması gereklidir.
Bugün de içinde yaşadığımız dünya İslam’dan sonra yuvarlandığı cahiliyet bataklıklarından birisine yuvarlanmış bulunmaktadır, Buna kast yeniden İslami diriliş hareketinin canlanması ve insanları tekrar Allah’ın dinine döndürmek için çalışması ve kulların kullara kulluğun pençesinden kurtarılması gereklidir.
Bu konunun Müslüman gönüllerde bunun kesin ve kat’i olarak yer etmiş olması icab eder elbette. Beşeriyetin bu bahtsız devresinde yeryüzünü saran cahiliyet havasından kurtarıp bu uğursuz havayı dağıtacak olanların bu gerçekleri çok iyi bilmeleri gerekir. Çünkü bu konu kesin ve açık olarak ruhlarda yer etmedikçe yeni doğacak olan İslam hareketi beşeriyetin bu sıkıntılı devresinde üzerine düşen vazifeyi yapamaz. Cahiliyet cemiyetinin karşısında bocalar, kesin bir tavır takınamaz. Ve karşısına çıkan cahiliyet çığırını Müslüman çığır olarak kabul edebilir. Bu yüzden hakiki hedefi yitirip yanlış yollara sapabilir. Hedefini yitirince de kendi yerini bulunduğu noktadan tespit etmeye başlar ki, O takdirde ne yapacağı bilemez. Tahminlere göre hareket eder. Hâlbuki tahminlerle gerçekler arasında çok uzak mesafeler bulunabilir. Sayılamayacak kadar uzak mesafeler… (İ.D.S ..S.82-85)
Bir insanın İslam dinine girerken bu bilinçle kelime-i Tevhidi söylemesi zaruri bir temel noktadır. Bu temel noktayı kabul eden tasdik eden kişi artık bir sorumluluk altına girmiş olur. Bu şuna benzer hani bir işe gireceğiniz zaman işveren size bazı şartlar koşar, geliş gidiş saati, yapacağı işler vb. hususlarda, bunları kabul ederseniz sözleşmeye imzanızı atarsınız işveren de size işe alır. Siz işe girdikten sonra nasıl kafanıza göre hareket edemezseniz, yani kafanıza göre işe başlayıp, çıkamaz ve verilen işleri yapmama gibi bir lüksünüz olmaması gibi. Bu İslam dinine girdikten sonrada kafanıza göre hareket edemezsiniz. (*)
Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır. (33/Ahzab/36)
İslami mücadelede atılacak ilk adım, insanın kendi nefsini fethetmesi, onu Müslüman yapması ve bütünüyle Allah(c.c.)’ın rızasına boyun eğdirmesidir. Hz. Peygamberin (s.a.s) hadisleri de buna işaret etmektir: “Gerçek mücahid, Allah(c.c.)’a kullukta nefsiyle mücadele edendir.” (GELİN B.D.D..S.87)
Önce nefse galip gelip, hevayı yenip, şehveti mağlup etmek gerekir. Allah’ın insanlık hayatı için istediği hakkı tasdik etmek. Bütün zaferleri Allah ve Allah nizamı için kazanmak. Bütün cehdi Allah yolunda ve Allah nizamını ikame yolunda sarf etmek gerekir. Böyle olmadığı takdirde bir cahiliye nizamı, diğerini mağlup etmiş demektir. Böyle bir zaferden insanlık ve hayat için hayır gelmez. Hayır, sadece Hakk için Hakk’ın sancağını yükseltmektedir. Hakk ise tektir, birkaç tane değil. Hakk yalnız Allah nizamındadır. Ondan başka şu kâinatta Hakk yoktur. O’nun zaferi, nefisleri meydanında kazanılmadan tamamlanamaz. Zafer pratik hayat sahasında kazanılmalıdır. Nefis kendi şahsına düşen paylardan vazgeçip, şehvet ve arzularından kurtulup, pislik ve kirlerinden temizlenip, zincir ve bukağılarından azad olduğu zaman… Bütün bu yüklerden, bu kirlerden azade olarak Allah’a koştuğu zaman… Üzerine düşen cehdi ve hareketi ifa ettikten sonra bütün işleri Allah’a bağlamak için sebep, vesile ve enerjilerden sıyrıldığı zaman… Bütün işinde Allah nizamı ile hükmettiği ve bu hükmü cihad ve zaferinin gayesi saydığı zaman….
Evet, bütün bunlar tamamlandığı zaman siyasi, iktisadi ve içtimai sahalardaki zaferler Allah’ın nizamına göre hakiki zafer sayılabilir. Yoksa bir cahiliye nizamının başka birisini yenmesinden başka bir şey değildir. Böyle bir zaferin Allah indinde ne değeri, ne de kıymeti vardır. (İ.D.S .S..98-99)
KAYNAKLAR:
İ.D.S: İSLAM DAVASININ STRATEJİSİ – SEYYİD KUTUP
D.A.O: DAVA ADAMI OLMAK – İBRAHİM ÖZGÜLEÇ
GELİN B.D.D. : GELİN BU DÜNYAYI DEĞİŞTİRELİM – MEVDUDİ
NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin 173.sayısında (Ekim-2013) yayımlanmıştır.