Mütrefîn Zümresinin Çıkardığı Fesadın Kod Adı: ‘Taksim-Gezi Parkı Direnişi
Gündem İktibas

Mütrefîn Zümresinin Çıkardığı Fesadın Kod Adı: ‘Taksim-Gezi Parkı Direnişi

Hüsnü AKTAŞ
Geçtiğimiz ay Taksim-Gezi Parkı’nda başlayan ve sadece Türkiye’nin değil; ABD’den Avrupa’ya, Brezilya’dan Endonezya’ya kadar pek çok ülkenin gündemini meşgul eden terör hadisesinin siyasi analizine geçmeden önce bir tespitte bulunalım. İnsanların çevre kültüründen ve genelleme yoluyla elde ettikleri bazı peşin hükümleri vardır. Doğru olduğuna inandıkları peşin hükümlerinin tartışılmasına bile tahammül edemezler. Batı’da ruhban sınıfının (kilisenin) iktidarını reddeden filozofların, rölativizm (izafiyet) teorisini geliştirdiklerinden haberleri bile yoktur. Bu felsefi ekolün iddiası, genel hatları ile şudur: “Bütün bilgiler; insanoğlunun şahsi kanaatlerine ve duygularına göre bir değer ifade edebilir. Fakat her bilgi, izafi bir keyfiyete haizdir. İnsanların değişik haberleşme vasıtalarıyla elde ettikleri bilgileri, tartışılmaz bir hakikat gibi değerlendirmeleri doğru değildir.” Rölativizmi savunan filozoflar; bilginin izafiliğinin yanında, siyasetin, hukukun ve ahlâkın da izafi olduğunu ileri sürmüşlerdir. İslâm âlimleri; hem mutlak hakikatin, hem izafi değerlerin varlığını kabul etmişlerdir. Genel kaide şudur:”Allah’ın (cc) indirdiği hükümler mutlak hakikatin ifadesidir. Mevrid-i nass’da ictihada mesağ yoktur. Muhkem nassla sabit olmayan hükümlerde izafiyet söz konusudur. Varlıkların idrak kaabiliyetlerine ve içinde bulundukları şartlara göre, izafi değerlere ulaşmaları mümkündür. Şair Mevlâna Celâleddin-i Rûmi “Mesnevi” isimli eserinde; izafi değerin mahiyetini ifade için, güzel bir misal vermiştir: “Bir deve çişini yapar. Birikintinin üstüne bir çöp düşer. Bu çöpün üstüne bir sinek konar. Sinek kendini ummanda (okyanusta) zanneder.”

Taksim-Gezi Parkı Direnişi’nin ilk günlerinde Tiyatro sanatçısı Levent Kırca’nın; Londra’da yapılan bir gösteride söylediği; ‘Kemalist-devrimci gençlik İstanbul’u tamamen ele geçirmiş, Silivri’ye doğru yürümeye başlamıştır. Şu sırada Silivri’de tutsak bulunan Mustafa Kemal’in askerlerini kurtarmakla meşguldürler’ mealindeki sözleri ile Mevlana’nın verdiği sinek misali arasında önemli bir fark yoktur. Suriye Enformasyon Bakanı Umran el Zubi’nin, ‘Gezi Parkı protestolarında orantısız güç kullanan polisleri eleştirmesi ve Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ı istifaya çağırması’ başlı-başına bir rezâlettir. Son iki yılda yüz binden fazla masûm insanı katleden ve binlerce kadına tecavüz eden Baas rejiminin sözcüsünün fırsattan istifade etmeye çalıştığı görülmektedir.

Silivri’deki Ergenekon sanıklarının da ‘Taksim-Gezi Parkı Direnişi’ne sahip çıkmayı ihmal etmediklerini söylemek mümkündür. Ergenekon tutsakları (!) adına hazırladıkları yazılı açıklamada, “Türk Milleti yıllardır sürmekte olan hukuksuzluğa, adaletsizliğe, işkenceye karşı büyük bir irade göstermiş ve buna ‘dur’ demiştir. Taksim’de başlayıp bütün ülkeye ve dünyaya yayılan diktatörlüğe karşı direniş, halkımızın özgürlük talebinin eylemli ifadesidir. ‘Ergenekon’ davası üzerinden kurulan korku imparatorluğu yıkılmıştır. Korkunun adresi hükümet olmuştur” tesbitine yer vermişlerdir.

ORTAK SLOGAN: DİKTATÖR ERDOĞAN

Taksim-Gezi Parkı Direnişi’ni konu alan siyasi analizlere bakıldığında; farklı ideolojileri savunan kimselerin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hatalarını, üslubunu ve “ben yaptım oldu” şeklindeki müstağni politika anlayışını ön plâna çıkardıkları görülmektedir. Liberalinden solcusuna değişik seküler-laik aydınlardan duymaya alıştığımız bir dizi eleştirinin, muhafazakâr camialarda da müşteri bulmaya başladığını söylemek mümkündür. Dikkatlerin tek bir noktaya, hatta tek bir kişiye yöneltilmesi ve ısrarla ‘Erdoğan’ın diktatör tavrı, yaşadığımız kaosun sebebidir’ algısının oluşturulması, kusursuz bir propaganda faaliyetidir. Günah keçiliğini tek bir kişide toplayan ve vatandaşları propaganda bombardımanına tutan kesimlerin başarılı olduklarını gizlemek mümkün değildir. The Guardian gazetesi’nin, “Ağaçları korumak için başlayan eylemler, baskıcı bir rejime karşı direnişin tohumlarını attı” şeklindeki manşeti, bunun en güzel delilidir. New York Times yazarı Thomas Friedman, Taksim Hadiseleri sırasında, İstanbul’da bulunan birisi olarak, 2011’de Mısır’da yaşananlar gibi bir ’devrim’ hareketi olmadığını, Türkiye’de, sadece bir bıkkınlık psikolojisinin gözlendiğini, ’gençlerin Erdoğan’ı devirmek istemedikleri, sadece onun çekilmesini beklediklerini’ ileri sürüyor ve şöyle diyordu: ’Mesajları basit: Bizi rahat bırak, demokrasimizi boğmaktan vazgeç, zorba görünümlü modern bir Sultan gibi davranma!.’

Almanya’da yayınlanan bulvar gazetesi Bild, Erdoğan için 17 Haziran tarihli sayısında, ’Beton kafalı’ ifadesini kullanırken, yine Alman Focus dergisinde, İslam konusundaki araştırmalarıyla da bilinen ve Türkiye uzmanı sayılan Udo Steinbach da, Erdoğan’ı, ’beton kafalı’ olmakla suçlamış ve kalın harflerle ’Erdoğan yeni Hitler mi?’ sorusunu sormayı ihmal etmemiştir. İngiliz The Telegraph, Erdoğan’a, ’Aklını başına topla!’, diye seslenmiş, İtalyan La Repubblica ve Vatikan gazetesi ’İl Sole 24 Ore’nin internet sayfasında da ’İmparatorluk rüyası gören Sultan’ suçlamaları ön plâna çıkmıştır. Şimdi bir diktatör düşünün ki, ülkesini yangın yerine çeviren siyasi kaos ortamında bile herkesin ağzına geleni söyleyebilmesine, keyfine göre yazıp-çizebilmesine müsaade etmektedir. Hatta Boyner’ler, Koç’lar ve bilûmum sermaye çevreleri ile kartel medyasının aydınları hep bir ağızdan ‘Devrim Türkülerini’ söyleyebilmektedirler. İktidara geldiği tarihten itibaren AK Parti’yi ‘Emperyalist ABD’nin uşağı’ ilan eden eski tüfek komünistler; gençliklerinde başaramadıkları işleri “facebook gençliği”nin başarmak üzere olduğu hissiyatına kapılmış ve bir zamanlar hakaret ettikleri kapitalistlerle işbirliği yapmaya başlamışlardır.

Çevreci sosyalistler, anarşistler, halkevleri, karteller, Acarkent ve Beykoz villaları gibi orman arazilerine çöreklenenler, Kemalistler, ulusalcılar, DHKP-C gibi illegal örgütlerin militanları, Kapitalistler ve anti-kapitalist müslümanlar(!) hep bir ağızdan diktatör suçlamasına devam etmektedirler. Hatta Başbakan Erdoğan’ın ‘diktatör’ ilân edilmesini yeterli bulmayan CHP Tunceli/Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün gibi politikacılar, tweetlerinde Başbakan’a “O…Çocuğu” diyebilmektedir. Kendisini ‘Ben müftü karısıyım’ diye takdim eden, daha sonra CHP üyesi olduğu ve bar işlettiği ortaya çıkan bir kadının ‘Ulusal Kanal ve Halk TV ekranlarında’ yapmış olduğu propagandanın keyfiyetini ifade edebilecek kelimeyi bulmak mümkün değildir. CHP Balıkesir İl Başkanlığı, bu konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, ’Bu hanımefendi,… eski ilçe başkanımızın eşidir. (…) Bu tutum ve davranışları hoş karşılanmamıştır… Bu eylem kesinlikle CHP’yi bağlamaz. Ferdî bir eylemdir. Hiçbir gerçekliği olmayan bir şeyi partimizin yapması düşünülemez zâten. Onun için de biz o kadar önemsemiyoruz bu olayı. Bütün sorumluluk kendisine aiddir’ gibi sözlerle geçiştirmeye çalışmıştır. Selim akıl sahibi her insanın “Bu işte bir tuhaflık yok mu?” demesi zaruridir. Ne kadar ilginç bir tesadüftür ki; Venezuela’da Hugo Chavez, halkın desteğiyle ABD’nin oyunlarını bozarken, yerli işbirlikçiler O’nu “Diktatör” olmakla suçluyorlardı. O yıllarda mezkur kesimlerin, Hugo Chavez’in nasıl bir devrimci olduğunu isbata çalıştıkları malûmdur. Benzer kesimlerin yüz binden fazla masum insanın katili (kadın, ihtiyar, çocuk demeden) Beşşar Esed için ‘diktatör’ demeye dillerinin varmadığını gizlemek mümkün değildir. Hatta insanlık suçu işleyen bu zorbayı anti-emperyalist ilan etmekten dahi utanmadıkları görülmektedir. Bu noktada bir inceliğe işaret etmekte fayda vardır: Ulusalcılık gibi keyfiyeti meçhul bir siyasi anlayış ile devrimcilik bir arada olmaz! Askeri darbe goygoyculuğu ile devrimcilik bir arada olmaz! Sosyal-faşistlikle devrimcilik bir arada olmaz! AKP karşıtlığı üzerinden İslâm düşmanlığı üretmekle devrimcilik bir arada olmaz! Sokakta yürüyen tesettürlü bir kadına, sırf kıyafetinden dolayı saldırmakla devrimcilik bir arada olmaz. Bezm-i Alem Camii’ne ayakkabılarla dalmak ve orada bira içmekle devrimcilik bir arada olmaz. Benim gibi meşrû sebeblerden dolayı sandık başına gitmeyen ve aydınlanma felsefesinin getirdiği kültür değerlerini ‘Medeni Vahşet’ ilân eden birisini bile çileden çıkaran bu rezil propaganda savaşı; bırakın Müslüman olmayı ‘ben insanım’ diyebilen herkes tarafından reddedilmelidir.

ABD MUSEVİ LOBİSİ’NİN TAVRI

Bazı siyaset uzmanlarının; Taksim-Gezi Parkı’nda meydana gelen terör hadisesini tahlil ederken, yıllarca biriken öfkenin kendiliğinden ortaya çıktığını ifade etmeleri doğru değildir. Bu uzmanlar, AK Parti sözcülerinin dile getirdikleri ‘Komplo Teorilerini’ de reddetmek için bin dereden su getirmektedirler. Biz komplo teorilerini değil, kendi itiraflarıyla (ikrarla) sabit olan haberleri hatırlatalım. Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) geçtiğimiz Şubat ayında yaptığı bir toplantıda, muhtemel bir ‘İstanbul İsyanı’nı masaya yatırdığı bilinmektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘üç ay önceden bilgimiz vardı’ dediği bu toplantıda, farklı kimliklere sahip olan gençlerin sokağa döküldüğü ‘İstanbul İsyanı’ senaryosu ve muhtemel neticeleri üzerinde de durulmuştur. Türkiye İsrail ilişkilerinin sekteye uğramasıyla birlikte, AIPAC’in finanse ettiği Amerikan Girişimcilik Enstitüsü (American Enterprise Institute, AEI), Hudson Enstitüsü (Hudson Institute), Ortadoğu politikası için Washington Enstitüsü (Washington Institute for Near East Policy, WINEP) gibi yeni-muhafazakar Neo-Con politikaların geliştirildiği düşünce kuruluşları, yaptıkları analizlerle Türkiye karşıtlığı oluşturulmasının imkanları üzerinde durmuşlardır. Özellikle Mavi Marmara baskınının ardından söz konusu kırkırtıcı senaryolara hız vermişlerdir.

Taksim-Gezi Parkı direnişinin ilk günlerinde CNN Televizyonu’nun savaş muhabirlerini görevlendirmesi bir tesadüfün eseri değildir. Canlı yayında Başbakan Erdoğan’ın danışmanı İbrahim Kalın’a sansür uygulayan ‘savaş muhabiri’ Christiane Amanpour’un, AIPAC’te söz sahibi isimlerden Yahudi asıllı ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Eric J. Rubin’in eşi olması, ‘İlluminati Çetesi’nin’ de İstanbul’da yaşanan hadiselere müdahil olduğunu göstermektedir.
Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ile Rothschild Hanedanı, İngiltere’yi ve Almanya’yı ikna ederek, Taksim-Gezi Parkı direnişinde ortak bir tavır alınmasını sağlamışlardır. Bilindiği gibi İngiltere, uzun bir süredir. “Kanal İstanbul projesinden vazgeçiniz!. Montrö anlaşması’nı işlevsiz hale getirmeyiniz!” telkininde bulunmaktadır. Almanya’nın, Kuzey Irak petrol bölgesi’, nükleer enerji santralleri ve THY konusunda, Ak Parti iktidarına tavsiyelerde bulunduğu bir sır değildir. THY nerede ise Alman hava yolları olan Lufthansa’yı geçmek üzeredir. İstanbul’a yapılacak olan üçüncü havaalanının, transfer merkezini Almanya’dan Türkiye’ye kaydıracağı endişesini taşıdıklarını itiraf etmektedirler. Bu arada Almanya’nın “Ben nükleer santrallerimi kapatacağım! Sen de yapma” telkininde bulunduğu da malûmdur. Türkiye enerjide dışarıya bağımlı olan bir ülkedir. Bu bağımlılık biterse, daima endişe kaynağı olan cari açığını kapatması mümkündür.

İngiltere, Fransa ve Almanya; Tanzimat Dönemi’nden günümüze kadar Türkiye’yi manipüle eden üç ülkedir. ABD seyahati esnasında Başbakan’a vekâlet eden Bülent Arınç ile bir araya gelen ‘Taksim Platformu Sözcüleri’ nin, televizyon ekranlarına yansıyan üç talebini hatırlamakta fayda vardır. A) Yapılması düşünülen üçüncü havaalanı projesi derhal iptal edilmelidir. B) Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden vazgeçilmelidir. C) Kanal İstanbul Projesi iptal edilmeli ve yapılmayacağına dair söz verilmelidir.

MÜTREFÎN ZÜMRESİNİN FESADI

Sermaye sahibi olan çevrelerin, siyasi hayatı tanzim etmesini esas alan ideolojiye kapitalizm denilir. Tarih boyunca sermaye sahiplerinin devlet gücünü ele geçirmek için, her türlü hileye başvurdukları bilinmektedir. Başta siyasi partiler olmak üzere; toplum hayatında etkisi olan bütün kuruluşları, kontrol altına almayı arzu ettiklerini söylemek mümkündür. İnsanların dünyevi ihtiraslarını kamçılamak ve şehevi duyguları ön plâna çıkarmak, üretime ve tüketime tesir eden bir faktördür. Bunun sürekliliğini sağlayabilmek için iktidarı ele geçirmeyi ve muhalifleri zaafa uğratmayı arzu ederler. Mütrefîn zümresinin toplumun akıl hocası ve yöneticisi haline gelebilmek için, her türlü yola başvurması mümkündür. Adaleti reddeden ve hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen mütrefîn zümresinin, her dönemde İslâm’a karşı savaş açtığını unutmamak gerekir. Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “Biz hangi memlekete, gelecek tehlikeleri haber verici bir Peygamber gönderdikse, mutlaka oranın mutrefleri: ‘-Biz sizin getirdiğiniz şeyleri inkâr ediciyiz’ dediler. Ve ‘-Biz hem servet, hem evlâd itibariyle daha güçlüyüz. Azaba uğratılacak da değiliz’ dediler.” (Sebe Sûresi:34-35) Dikkat edilirse bu muhkem nassda, tekebbür eden gayr-i meşrû sermaye sahiplerinin, ideolojik tercihleri ortaya konulmuştur. Türkiye’de yaşanan terör hadiselerini doğru tahlil edebilmek için, mütrefîn zümresinin ihtiraslarını dikkate almak şarttır. Sermaye sahiplerinin haberleşme vasıtalarını (Televizyon, Radyo, Gazeteler vs) kullanarak, İslâm’a karşı sürdürdükleri savaş, bu gayr-i meşru ihtiraslarının bir boyutudur. Elbette meselenin başka boyutları da vardır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Kendilerini devrimci zanneden, akıllarını kullanmaya tenezzül etmeyen, şehvet ve gazap duygularının esiri olan bazı vatandaşlar, ‘Türkiye Gemisini’ delmeye başlamışlardır. Bu durumda; ‘insanlara iyilikleri emretmenin ve onları kötülüklerden alıkoymanın’ farz olduğuna inanan müslümanlara önemli görevler düşmektedir. Cemiyet halinde yaşayan insanları, bir geminin yolcularına benzeten Peygamberimiz Efendimiz (sav) şu misali vermiştir: “Allah’ın çizdiği sınırları muhafaza etmeye ve başkalarına faydalı olmaya çalışanlar ile o hududu aşıp günaha düşenlerin hali, bir gemiye binip denize açılan insanların hali gibidir. Onlardan bazıları geminin alt kısımlarında yerini almışlar, bazıları da geminin güvertesine çıkmışlardır. Alt kısımda bulunanlardan birisi su almak için yukarıdakilerin yanına çıkar. Yukardakiler ona su konusunda (vermemek için) eziyet ederler. Bunun üzerine o da hemen bir balta bulur ve gemiyi tabanından delmeye başlar. Durumu farkedenler “Ne oluyor sana? Neyin var?” diye sorarlar. O da “Siz bana su konusunda eziyet ettiniz!. Bana su lâzım. Gemiyi deliyorum” cevabını verir. Böyle bir durumda eğer onlar adamın elini tutar, gemiyi delmesine mani olurlarsa kurtulurlar. Aksi takdirde o adamla birlikte kendileri de helak olurlar.”

Misak Dergisi

GRUBA KATIL