Hz. Peygamber (a.s) alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir elçidir. (21/107)
O, müjdeci, şahid, uyarıcı ve insanları Allah’a çağıran bir elçidir. (33/45-46)
O, gaybı bilmez. O’nun yanında Allah’ın (C.C.) hazineleri de yok. O, bir melek de değil. O sadece kendine vahyolunana uyan bir elçi. (6/50)
Yüce Allah O’nu kendi içimizden yani insanoğlunun cinsinden gönderdi. O, Allah’ın gönderdiği ayetleri insanlara okuyan, onları temizleyen, insanlara kitap, hikmet ve bilmediklerini öğreten kutlu bir elçi olarak gönderildi. (2/151)
O, inkârcılarla uzlaşmak, biraz sizden, biraz bizden mantığı ile değil emrolunduğu gibi dosdoğru olmak ve yaşamak üzere gönderildi. (25/52)
Ve O, inananların sıkıntıya düşmesinden rahatsız olan, inananlara düşkün, şefkatli ve merhametli olan bir Peygamber. (9/128)
Ve yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (a.s.) buyruğu:
“Ey Muhammed! Onlara söyle ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan bağışlanma dileyin. Vay ortak koşanlara..’” (41/6)
Ve O, “Ben rahmet Peygamberiyim, harb Peygamberiyim” diyen bir elçi.
Malûm, temeli 1989’da atılan ve 1994 yılından itibaren de “Kutlu Doğum” haftası olarak kutlanan yeni bir bid’atle yüz yüzeyiz. Ve bu bid’at her yıl devletin de engin (!) katkıları ile artarak devam ediyor. Meğer Hristiyan ritüellerini ne kadar da özlemişiz de haberimiz yokmuş. Kur’an’ın tanımladığı ve bu tanım şekliyle iman ettiğimiz, sünnetine uyduğumuz Hz. Muhammed (s.a.v.), meğer sadece ‘gül peygamberi’ymiş de biz gafillerin haberi yokmuş… Hıristiyanların Noeli olur da bizim olmaz mı? Onlar Hz. İsa’nın (a.s.) doğumunda çam ağaçları ile hanelerini süsler de biz güllerle evimizi, işyerimizi, yakamızı donatmaz mıyız? Meğer ne kadar da öykünmeci bir karakterimiz varmış.
Her yıl Nisan ayı içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) öncülüğünde kutlu doğum haftası kutlanmakta. Bu haftaya tekabül eden günlerde de bir vesile ile bu etkinliklere katıldığımız oluyor. Nitekim bu yıl da Ankara’nın büyük bir metropol ilçesinde böyle bir etkinliğe katıldım. Gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum: Büyük bir konferans salonu. En az 650-700 kişi var. Çoğunluğunu İmam-Hatip ve Kur’an kursu hocaları oluşturuyor. İlçenin bürokratları, bir kısım vatandaşlar da salondaki yerlerini almış bulunuyorlar.
Takdimci arkadaş programı anons ediyor. Bir taraftan görevliler gül dağıtıyor. İlçe müftüsü kısa ve veciz bir konuşmayla programı başlatıyor. Ardından dünya çapında ünlü bir hafız rugan ayakkabı ve sahne kıyafetini aratmayan elbisesi ve tabii ki bakımlı sakalıyla sahnedeki yerini yoğun alkışlar eşliğinde alıyor. Müthiş bir Kur’an tilavetinin ardından yine müftülük görevlisi takdimcinin ‘yoğun bir alkış’ çığlığı ile birlikte Allah’ın Kitabı’ndan ayetler okuyan hocamızı yerine alıyoruz..
Ve sonra bir akademisyen, o da yoğun alkışlar arasında kürsüye geliyor ve yaklaşık 45 dakika süren bir konuşma yapıyor. Dinliyorum ve kendime soruyorum: “Hoca ne anlattı?” Belki de güzel şeyler anlattı. Ama inanın ne o gün ne de bugün aklımda hiçbir şey yok.
Her neyse “Kutlu Doğum Haftası” etkinliği öylece devam etti ve bitti. Sonuç olarak benim aklımda kalan içi boşaltılmış, Kur’an’ın tanımladığı Hz. Muhammed’den farklı bir Muhammed (a.s.) portresidir. Çünkü O kutlu Rasul gerçekten Kur’an’ın tanımladığı gibi ele alınmıyor ve anılmıyor. Keza ele alan ve anan kimselerin de anlattıklarında İRFAN ve HİKMET boyutu yok. Zaten bilmem kaç bin camide bilmem kaç yüz vaiz her gün vaaz ettiği halde toplumun düşünce ve yaşayışında müspet manada bir milim değişikliğe rastlamıyoruz. Kur’an okuyanı konser vermek üzere sahneye çıkan sanatçı gibi, dinleyeni de şarkıcı dinler gibi hareket ediyor ve devamında bizim kültürümüzde hiç yeri olmayan alkış tufanı estiriyorsa orada ne İslam ne de Peygamber aranmaz.
1989’da Türkiye Diyanet Vakfı tarafından başlatılan Fethullah Gülen’in Sızıntı Dergisi’ndeki bir “Kutlu Doğum” Makalesi ile neşvünema bulan etkinlik 1994’de DİB’nın sahiplenmesiyle hayatımızdaki yerini aldı.
Ünlü bir âlim diyor ki: “Bir toplumun halini değiştirmek istiyorsanız o toplumun kavramlarını değiştiriniz. Zira insanlar hayat hakkında sahip oldukları kavramlarla düşünür ve yaşarlar.” İşte bugün yaşadığımız toplumda da aile hayatından cemiyet hayatına nefsimizle, Rabbimizle ve sair insanlarla olan ilişkilerimizde hayatı şekillendiren kavramlarımız neredeyse tamamen değiştirildi. Hele hele İslam’ın değil, Müslümanların iktidar olduğu zaman dilimlerinde; ekonomik, siyasi ve bürokratik kaygı ve beklentilerimiz ‘Allah Rızası’nın önüne çeçti. Bu saydıklarım ‘asıl’, Allah rızası ve ona dayalı ibadet ve davranışlarımız ‘arîzi’ hale dönüştü. Kur’an’ın içini boşalttık, Hz. Peygamber’in sünnetinin içini boşalttık. Kendi içimizdeki Allah korkusunun yerini, dünyalıklar, masa, kasa, nisa gibi yeni beklentiler aldı. Ve biz her yıl Nisan ayında Peygamberi anmak hem de Kur’an’a uygun olmayan bir usul ve üslup ile yine mübarek gece ritüelleri, Recep, Şaban, Ramazan algıları ile yepyeni bir İslam ve İslamcı tipolojisi ürettik. Ve tabii ki tüm bunların ardından senede birkaç kez de UMRE patlattık mı al sana mükemmel bir Müslüman!
Hayır! İslam anlayışı ve Müslüman yaşayışı bu değil. Böyle olmamalı. Allah (C.C.) neyden razı olacağını bize bildirdi. Hz. Peygamber (a.s.) bildirilenlerin nasıl hayata tatbik edileceğinin ölçüsünü, pratiğini (sünneti) ortaya koydu. Bize düşen, bu dinin sabitelerine bağlı kalarak nefsimizin ve sair insanların “insan, hayat ve kâinat” algılarını yeniden şekillendirmek, kirden, pastan, bid’atten, hurafeden arınmış bir din anlayış ve yaşayışını yeniden inşaa ve ihya mecburiyetidir.
Hz. Peygamberi parsellemek bir kısım özelliklerini, sünnetini almak, bir kısmını unutmak-unutturmak Peygamberi hatırlamak değildir. Malûm Avrupa’da Hıristiyan dünyasında uzun bir süre kilise-kral ikilisinin dayanışma içerisinde: “din var, din hayatta var” anlayışı ile tam bir sömürü tezgâhı hüküm sürdü. Buna karşı bir kısım aydınlar, mütefekkirler farklı bir tezle kilise+kral ikilisinin ve onların tezlerinin karşısına çıktılar ve onlar da “din yok, din hayatta yok” dediler. Uzun çatışma dönemi sonrası; “din var, din hayatta yok” anlayışında mutabakata vardılar. Keza bu uzlaşmadan sonra da yeni bir Hz. İsa, yeni bir Hıristiyanlık anlayış ve yaşayışı hâkim oldu Hıristiyan dünyasına. Şimdi benzer bir akıbet de bizim kapımızı çalmış bulunuyor. Neredeyse Şii, Sünni dünyada farklı bir İslam, farklı bir din, farklı bir peygamber algısı egemen olmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s) bizzat kendileri: “Ben harb peygamberiyim, rahmet peygamberiyim” dediği halde şimdilerde bu hadisin “rahmet peygamberi” boyutunu ihya, “harb peygamberi” boyutunu imha ediyoruz. Uçuk, arkası-önü belli olmayan bir Peygamber ahlâkı diye bir anlayış üretilmiş, bunu sık sık tekrarlıyoruz. Efendim neymiş “Peygamber ahlâkı ile ahlaklanmak” doğru. Peygamber’in (a.s.) bir ahlâkı var idi. Ve bu ahlâk vahiy ile tezyin edilmiş, vahyin bizzat Peygamber hayatında yer almasıyla şekillenmiş ve bir hasıla olarak ortaya çıkmış bir ahlâktı. O zaman yapılması gereken şey, Peygamber vahyi nasıl anladı, onu hayatına nasıl hakim kıldı sorusuna cevap aramak değil mi?
Elbette bu dinin temel kitabı Kur’an’dır. Hz. Peygamber’in (a.s.) sözleri ve icraatı zaten Kur’an’a tâbidir. Hz. Peygambere tâbi olmak ise Kur’ana’a uymak demektir. Ucu sonu belli olmayan yaklaşım ve ifadelerle Hz. Muhammed (a.s.) tanınmaz. O’nu ve ahlâkını tanımak istiyorsak önce İslam’a Kur’an kapısından girmemiz gerekir. Kur’an kapısından İslam’a girmeyenlerin mutlaka İslam’ı, Kur’an’ı, Hz. Muhammed’i anlama, algılama sorunları vardır. Geçmişte ehl-i tarik bir önderin sadeleştirdiği bir hadis kitabında, yine başka bir hoca ve aynı zamanda akademisyen olan hoca ilgili hadis kitabında İslam’a, Kur’an’a aykırı bir kısım tespitlerde bulunmuş, bu tespitlerini kitabı sadeleştiren hocaya bildirdiğinde aldığı cevap çok ilginç: “Efendim, haklısınız amma falanca zat bunlara dokunmadığı için ben de dokunmadım.”
Müslümanlar! Bu din bid’at ve hurafecilere bırakılamaz. Lütfen zaten zihnimiz, işimiz, eşimiz, evlatlarımız yeterince kirlendi. Bari hiç olmazsa bir ucundan temizlenmeye, Kur’an aynasında, Hz. Muhammed’in Kur’an’da tarif edilen sünnet ve davranışlarıyla kendimizi temizlemeye gayret gösterelim. Zihinlerimizi, kavramlarımızı temizleyelim. Unutmayalım ki, geçmişteki tüm müşrikler iman ettikleri Allah’a kavuşmak için O’na ortaklar, O’na ulaştıracak vasıtalar aradılar. Özetle Hz. Muhammed’i (a.s.) Allah (C.C.) nasıl tanımamızı ve sevmemizi istedi ise öyle tanıyalım ve sevelim..