Kuran-ı Kerim, Hayat Kitabımızdır
Arşiv Yazarlar

Kuran-ı Kerim, Hayat Kitabımızdır

Kur’an-ı Kerim, hayatımızı bütünüyle kuşatan ilahi bir kitaptır. İlahi kitapların da sonuncusudur; Evrenseldir/Cihan-ı Şümuldür. Kıyamete kadar geçerli olup belli bir dönem, belli bir kavim için değil bütün insanlık için gönderilmiştir. İlahi olan bu kitap, 1400 küsur yıl önce Hz. Muhammed (as)’a Arapça olarak,[1]  bir Ramazan ayında[2]  mübarek bir gece[3] olan Kadir gecesinde[4] parça parça indirilmeye başlanmış[5] ve 23 yılda tamamlanmıştır. Bu kitap, bütün insanlığı; müjdeleyen ve korkutan[6], doğru yolu gösteren/hidayet eden[7], hakkı, batıldan ayıran[8], insanları zulumattan aydınlığa/nura çıkaran[9] Allah kelamı-Kelamullah[10] olan kitaptır.

Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Kur’an-ı Kerim, Rabbimiz tarafından bizlere bireysel ve toplumsal hayatımızı tanzim etmek üzere bize gönderilmiştir. Bu kitap anlaşılması kolay[11], eşsiz, Mübin,[12] Allah tarafından korunan/muhafaza edilen[13], doğruluğun ve gerçeğin, tek ve mutlak kaynağıdır. Bu kitap, aynı zamanda kendisinden önce gelen bütün ilahi kitapları da tasdik eden/musaddık bir kitaptır (Maide, 5/48). Kısacası Kur’an, biz mü’minler için bir hayat kitabıdır; yol işaretlerini ve hidayet yolunu gösteren bir kılavuzdur.

İslâm hukukunda bu kitap için Kur’ân[14] ismi dışında “Kitap” ismi de kullanılmaktadır.”[15] Bundan başka çeşitli ayetlerde Kur’ân için başka isimler de kullanılmıştır.[16]

Yol gösterme (Hadi), doğruyu yanlıştan ayırma (Furkan), uyarma ve müjdeleme gibi amaçlarla gönderilen bir kitabın bu fonksiyonunun yerine getirilebilmesi, elbette onun “anlaşılması” ile mümkün olacaktır. Yani anlaşılamayan bir kitabın bu fonksiyonlarının yerine getirilmesi de mümkün değildir.

Rabbimizin bize kulluk etmemiz için hidayet rehberi olarak gönderdiği kitabı iddia edildiği gibi anlaşılmaz ve karmaşık da değildir. Aksine ondan öğüt almak isteyen her akıl sahibi kimse için kolaylaştırılmış bir kitaptır. Bu durum, Kamer suresinde üstüne basa basa dört kez[17] ve Kur’an’ın çeşitli yerlerinde birçok ayette bildirilmiştir. Nitekim bir başka ayette de:

“Andolsun biz Kur’an’ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık öğüt alan yok mu?”[18]

Biz Müslümanlar, Tevrat’ın da Zebur’un da İncil’in de -tahrif edilmemiş haliyle- Allah tarafından indirildiğine inanıyor ve iman ediyoruz. Bizler kitaplar arasında ayırım yapmadığımız gibi Peygamberler arasında da ayırım yapmayız. “Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”[19]

İnancımıza göre, Tevrat’a, İncil’e veya Zebur’a[20] inanmayan bir insanın Müslüman olarak kalması mümkün değildir. Çünkü Allah’u Teala hem Kur’an’a hem de Kur’an’dan önce indirilmiş kitaplara ve suhuflara iman etmemizi bize emretmektedir.[21]

Kur’an, sadece Müslümanları değil bütün insanlığı muhatap almaktadır. Kur’an’a uyup, tabi olanlar Mü’min/Müslüman, uymayanlar ise kafir/müşrik/münafıktırlar. Müslümanlar arasındaki ayrım/üstünlük sadece Allah’a yakınlıkla/takva ile olmaktadır. Değişik renk, ırk, cinsiyet veya ülke olarak farklılıklar, ‘üstün olmanın’ ölçüsü olan ‘takvayı/ittika sahibi olma’ ölçüsünü değiştirmez. Bunun örnekleri İslam tarihinde sayılmayacak kadar çoktur. Nitekim Hz. Bilal Habeşi ile Hz. Ebu Bekir’i; Hz. Selman-ı Faris’i ile Hz. Ömer’i; Hz. Suheyb b. Sinan ile Hz. Osman’ı/Hz. Ali’yi kardeş yapan bir dindir.[22] Ayette belirtilen üstünlüğe/takvaya ulaşanların Kürt, Türk, İngiliz, Fransız, Alman ya da Rus olmaları önemli değildir. Hatta İsveçli de olabilirler. Kim, işlemiş olduğu amellerle Allah’a daha yakın ise, farklı ırk, renk ve coğrafyalarda olması, onun ‘üstün’ olmasını ortadan kaldırmaz. Çünkü tek ölçü; ırk, renk, dil, kavim, ülke, yaşadığı coğrafya, zenginlik, fakirlik değil, mü’min olmak ve takva sahibi olmaktır.

 

Kur’an, İlahi Nizamı Öngörmektedir.

 

Tarih boyunca müşriklerin Kur’an’a ve ona iman eden Müslümanlara karşı tavırları hep sert olmuştur. Nitekim Kur’an’ın, nazil olmaya başladığı dönemde, Mekke’nin Kureyş yöneticileri Kur’an’a karşı ve daha önce emin olarak vasıflandırdıkları Hz. Muhammed’e karşı takındıkları tavırlarında bunu görmek mümkündür. Mekke’nin azgın yöneticileri ve onları her konuda pazarlıksız destekleyen mele[23], mütref[24] ve belam dediğimiz kesimlerin benzerini hatta aynısını, isim, şekil ve şemailleri değişse de günümüzde de görmekteyiz. Dün, Peygamberleri ve Peygamberlerin getirdiği mesajın halk tarafından duyulmasını engellemek için her türlü zorbalığa başvuranlar, bugün ise, Kuran’ın bazı hükümlerinin uygulanmasını ya da Kur’an’ı yakarak, yırtarak aynı zorbalığı yapmaktadırlar. Bu zorbalığı dün Ebu Cehil’ler, Ümeyye b. Halefler ve şerikleri yaparken bugün de isimleri değişse de aynı zorbalığı istikbar sahibi, ilahlık taslayan yerel ve küresel güçler yapmaktadır. Bu yerel ve küresel şirk güçlerinin asıl amacı ise sömürüye dayalı düzenlerinin değişmemesidir.  Dolayısıyla İsveç’te ya da batılı diğer ülkelerde Kur’an’a yönelik gerçekleştirilen saldırıların da asıl nedeni kendi sapkın ve sömürüye dayalı düzenlerinin/yönetimlerinin elden gitmesinden korkmalarıdır.[25]

Ancak Batılı ya da yerli kafirler ne yaparlarsa yapsınlar çabaları boşunadır. Çünkü Allah’ı aciz bırakamayacaklardır.[26] İnanmıyorlarsa Hz. Âdem’den bu yana Allah’a ve dinine düşmanlık yapanların sonlarına bir baksınlar; Medyen (Eyke), Semud, Ad kavimleri, Fil Ashabı, ‘Kazıklar Sahibi’ Firavun[27], ‘ben de öldürür ve diriltirim diyen’ Nemrud[28], Ebu Cehiller, Ümeyye b. Halefler, Ebu Leheb’ler… neredeler? Bunlar nasıl ki tarihin çöplüğüne yuvarlanmışlarsa, günümüz gönüldaşları/varisleri de aynı çöplüğe yuvarlanacaklardır. Bunlar, bu dünyada azap görmediklerine de sevinmesinler, ahiret var. Çünkü asıl hesabın görüleceği yer ahirettir.[29] Dünyada iken ne tür rüsvaylık, pespayelik yaparlarsa yapsınlar ahiretteki azaptan asla kurtulamayacaklardır.[30]

 

Kur’an’ı yakanlar ile hükümlerini yasaklayanların akıbeti aynı olacaktır!..

 

Kur’ân-ı Kerim öğrenimini ve öğretimini yasaklamak İslâm düşmanlarının ortak özelliğidir. Tarihin her döneminde Kur’ân-ı Kerim’i yasaklamak ve onu toplum hayatından söküp atmak için her türlü yol denenmiştir. Kimi zamanlar, Kur’ân-ı Kerim’in uydurma ve insan sözü olduğu şeklindeki iftiralarla Kur’ân-ı Kerim’in içeriğine yönelik, kimi zamanlarda da hem içeriğine hem de Kur’ân-ı Kerim mesajını taşıyanlara yönelik iftiralarla Kur’ân-ı Kerim’in ve mesajının insanlara ulaşması engellenmeye çalışılmıştır. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim’in varlığı, sahiplenilmesi ve onun okunuyor olması İslâm düşmanı kafirlerin, müşriklerin, laik ve seküler güçlerin, küfür, öfke ve kinlerini artırmaktadır.[31] Kur’ân-ı Kerim’in varlığı, kâfirlerin küfürlerini artırarak onları daha da azgınlaştırırken, Mü’minlerin ise imanlarını artırmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in yasaklanması ve okunmasının baskı ve kanunlarla engellenmesi İslâm’a ve onun kutsal kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’e olan düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Ancak kimi kâfirler bu düşmanlıklarını gizleme gereği duymazlarken, kimileri de kendilerini Müslümanmış gibi göstererek düşmanlıklarını gizlemek suretiyle münafıklık yapmaktadırlar. Yani Allah adını anarak, Allah’ın mesajını yasaklamak istemektedirler. Allah’ın adına sığınarak Müslümanlara tuzak üzerine tuzak kurmaktadırlar.[32] “Mübarek dinimizin sahibi Yüce Allah’tır” gibi laflar edilerek Kur’ân-ı Kerim’e yasak getirilmek istenmektedir. Yani, dinî hayatı yasaklamak için yine din kullanılmaktadır.[33] Günümüz müşrikleri de çok iyi biliyorlar ki, dünkü ataları da aynı yolu, aynı metodu kullanmışlardı. Peki, sonuç ne oldu? Kur’ân-ı Kerim bütün tazeliğiyle ve bütün canlılığıyla sanki bugün yeni inmeye başlıyor gibi kitlelere hayat bahşetmeye devam etmektedir.  Ya Kur’ân-ı Kerim’ı yasaklamak için tepinenler… onların da yerleri tarihin çöplüğü olmuştur.

 

Kur’an’ın Yakılmasında İsveç yalnız Değildir!

 

Dünyanın küçülüp köye dönüştüğü, kişi hak ve özgürlüklerinin bayraklaştırıldığı bir dönemde Kur’ân-ı Kerim’e karşı takınılan tavır, olsa olsa Firavunî bir mantıktan kaynaklanıyordur. İçinde yaşadığımız ülkede de Kur’an’ı yasaklamalar ve çöl kanunudur diyenlerin kimileri halen yaşıyor kimileri ise, tarihin çöplüğündeki yerlerini almışlardır. Allah’ın kelâmını yasaklamak, dini ve hükümlerini bireysel hayatta da yok etmek için “Tek Parti diktatörlüğü” döneminde az mı uğraşılmıştır? Sonuç, ortada değil mi? İsmet İnönü, o günün yasaklarını anılarında: “…Şimdi, bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönmezler. Kur’ân-ı Kerim Kursu’na gidenler için de böyledir”[34] şeklinde dile getirerek Kur’ân-ı Kerim’e ve Kur’ân-ı Kerim harflerine olan düşmanlığını gösteriyordu. İş bu kadarla da kalmamıştı. O dönemde dini ve dinî motifleri çağrıştıracak dinî neşriyat da dahil her şey yayınlanan talimatlarla yasaklanıyordu. Bir talimatnamede: “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet tebliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” deniyordu.[35] Başka bir talimatnamede ise: “Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bâhis bazı yazı, mütalaa, ima ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî gerek temsilî ve gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale ve fıkra ve tefrikaların en son on gün zarfında nihayetlendirilmesi”[36] şeklinde saçma sapan yasaklarla Müslümanlar üzerinde baskı kuruluyordu!..

Tek Parti diktatörlüğü döneminde neyin yasak olduğuna değil, neyin yasak olmadığına bakmak gerekiyordu. Çünkü, egemenlerin -aslında sadece Ebedi Şef’in-  hoşuna gitmeyen her şey yasaklanmıştı. Arapça ezan okumak da yasaklanmıştı. Arapça ezan okuyanlara ceza veriliyordu. İlk zamanlarda Ezan-ı Muhammedî’yi aslî şekliyle okuyan Müslümanlar dayak yiyerek paçayı kurtarıyorlardı. Çünkü, ortada bir kanun olmadığı için Temyiz Mahkemesi mahkemelerinin verdiği kararları bozuyordu. Zorbalıkta azgınlaşan kadroları bu durumun da çabucak “çare”sini buluvermişti. Türk Ceza Kanunu (TCK)’nın 526. maddesine şu fıkra ilave edildi: “Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar.”[37] Yasak koymak, çok zor değildi diktatörler için! Bu şekilde Kur’an’ı yasaklayanlarla İsveç’te Kur’an yakanın ve seyirci olanların ne farkı var?

Bu yasaklar sadece tek parti diktatörlüğüne has bir uygulama değildi. Nitekim 1990’ların sonunda TBMM, Kur’ân-ı Kerim okumak için yaş sınırlaması getiren tasarıyı kabul ederek belirli bir yaşa kadar Kur’an öğrenmeyi ve öğretmeyi yasaklamıştı. 1999 yılı Türkiye’sinde bale, müzik, spor yapmak ve hatta Tevrat ve İncil okumak dahil her şey serbest, ama Kur’ân-ı Kerim öğrenmek yasaklanmıştı. Acaba, Türkiye işgal edilmiş olsa idi, işgal güçleri tarafından Kur’ân-ı Kerim bu şekilde ve kolayca yasaklanabilir miydi? Elbette yasaklanmazdı.

İşin garibi, Kur’an’ı bu şekilde yasaklayanlar bununla da yetinmemişlerdi ve Kur’ân-ı Kerim’in öngördüğü ahkamla yönetim şeklini bazen “teokrasi” bazen de “irtica” diye suçlamışlardı. Bunun öncülüğünü de bir zamanların ‘nurlu Süleyman’ı olarak bilinen İslamköylü Süleyman Demirel yapmaktaydı. Hatta daha da ileri giderek Kur’an’da 230 küsur ayetle amel edilemez, bu ayetleri savunmak ise, irticadır, diyebilmişti.[38]

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra sadece ezan Türkçeleştirilmemiş, Kur’an ve günlük ibadetler bile Türkçeleştirilmeye[39] ve vicdanlara hapsedilmeye çalışılmıştır. İslam’ın en masum, en sivil görünürlüğü bile metazori, Jakobenist yöntemlerle yasaklanmıştır.

Bu durum, 1950’li yıllara kadar faşist ve diktatoryal yöntemlerle devam ettirilmiştir. 1950’den sonra Demokrat Parti’nin iktidarı ile görünürde bir serbestlik getirilmiştir. Ama durum, hiç de öyle değildi. Müfredatını, devletin hazırladığı İmam Hatip Okulları ve Kur’an Kursları açılmış, ezan tekrar Arapça olarak okunmaya başlanmıştı. Ama esasta ise hiçbir değişiklik olmamıştı. Kemalist yönetim, sadece renk değiştirmiş ama ilkelerinde ise hiçbir değişiklik olmamıştı; laiklik/sekülerizm zorla değil, -güya- benimsetilerek devam ettirilmeye çalışılmış, direnenler ise ‘bildik’ yöntemlerle susturulmuştur.

Devlet dairelerinde Allah demenin yasaklandığı[40] dönemden artık rahatlıkla İslam, Müslüman ve Allah lafızlarının her yerde rahatça kullanılabildiği bir döneme gelinmişti. Bu, tek parti diktatörlüğünde çok acı çekmiş ve zulüm görmüş halkı memnun etmişti. Oysa bu iktidar da, Kemalizm’in ilke ve inkılaplarına göre faaliyet gösteren “Atatürk seni sevmek millî bir ibadettir” diyen Celal Bayar’ın başında bulunduğu parti idi. Nitekim DP iktidarı da tek parti dönemini aratmayan politikalar uygulamaktaydı. Zaten laiklikten, sekülerlikten, demokrasiden taviz vermesi asla mümkün değildi. Çünkü bunlar birer tabu idi ve dokunulmazdı. Ama bu iktidar da, en küçük İslami kıpırdamayı bile irtica olarak itham ederek devlet gücüyle engellemekteydi. Bu nedenle de, TCK’nın 163’üncü maddesinin öngördüğü cezalar ağırlaştırılmış ve buna ilave olarak bugün bile en küçük eleştiriyi bile suç sayan 5816 sayılı kanun çıkartılmıştır.[41] Ne yazık ki bu kanun -halen- Müslümanların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılmaktadır. DP İktidarının tek parti dönemini aratmayan bu politikalarına rağmen, bu dönem, Müslümanlar tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Halkın memnun olma nedeni ise Ezanın Arapça okunmaya başlanması ve imam hatip okulları ile Kur’an kursları açılmış olması idi. Oysa Tek parti dönemi ile DP’nin iktidar olduğu dönem arasında -rejim açısından- esasta hiçbir değişiklik olmamıştır. Kısacası Tek parti döneminde halk sopayla, DP iktidarı döneminde ise havuç politikası ile terbiye edilerek Kemalizm’e ram edilmiştir.

1960 darbesinden sonra da İslami gelişimi engelleme, kontrol altında tutma ve devletin öngördüğü kadar dini öğrenmek ve yaşamak için yeni ve ince politikalar uygulanmıştır. Tercüme eserlerle İslami uyanışın başladığı 1960’lı yıllar itibariyle, bu uyanışı saptırmak, kontrol altında tutmak için -rengi yeşile boyanmış, içi kırmızı/gri- kurdurulan ya da desteklenen kimi İslami görünümlü dernekleri devreye sokulmuştur. Mili Nizam Partisi (MNP)’nin- 26 Ocak 1970’de- kuruluşundan 2002 yılına kadar kurulan partiler ve derneklerin bir kısmı da bazen isteyerek bazen de istemeyerek ya da bilmeyerek rejimin bu politikalarına alet olmuş ve Türkiye’deki İslami uyanışı asıl mecrasından saptırarak düzenin devamı için bir aparat haline ge(tiril)miştir.[42] Ilımlı İslam, demokratik, liberal, layt soslu bütün İslami görünümlü oluşumlar, hep bu amaca hizmet etmiştir.

 

İsveç ne ilktir ne de son olacağa benziyor!

 

İsveç’te Kur’an’ın yakılması ne ilktir bu gidişle ne de son olacağa benzemektedir. Zaten batı tarihi ve laiklerin egemen oldukları ülkelerde bu tür olaylar sıradan -Vakayı adiye- olaylar tarzında zaman zaman gerçekleştirilmektedir. Kutsallarımıza el ve dil uzatanlar, Rabbimizin de buyurduğu gibi “hayvanlar gibidirler, hayvanlardan da aşağıdırlar.”[43] İsveç’te gerçekleşen bu olay, kişisel bir hadsizlik olarak değerlendirilememelidir. Bu, haçlı ve Siyonist zihniyettin bir tezahürüdür: arkasında, ortasında, önünde İslam düşmanı bütün küresel küfür güçler bulunmaktadır. Çünkü yerli ve yabancı bütün bu şer güçler de bilmektedir ki, kendi sapkınlıklarının karşısında, kendilerine de hayat verecek yegâne nizam, İslam’dır.[44] Sapkınlıklarına, vahşiliklerine, insanlık dışı saldırı ve katliamlarına karşı duracak, insanlığa yeni ve taze nefes verecek tek nizam, İslam’dır. Kureyş müşrikleri Kur’an’ın anlaşılmaması için gürültü çıkarıyorlardı,[45] bugünkü müşrikler ise yakarak, yırtarak engellemeye çalışıyorlar. Oysa bilmelidirler ki, ne yaparlarsa yapsınlar boşunadır. Çünkü Allah er ya da geç kafirler/müşrikler istemeseler de nurunu tamamlayacaktır.[46] Bunu, engelleyebilecek hiçbir güçleri ne bugün ne de yarınlarda olacaktır.

Sadece İsveç’i suçlamak, belki birilerinin işine gelebilir ama bu kadarla iktifa etmek doğru değildir. Irkı, dili, rengi, yaşadığı coğrafya ne olursa olsun -bilinmelidir ki- küfür tek millettir. Hepsinin İslam’a karşı olan tavırları genelde aynıdır. Çünkü, sonuçta hepsi de İslam’a ve Müslümanlara karşıdırlar ve İslam’ı ve Müslümanları düşman olarak görmektedirler. Dolayısıyla İsveç’te ya da diğer ülkelerde Kur’an’a ve İslami kutsallara el ve dil uzatan bu ahlaksız kefere ve fecerelerin yaptıkları, İslam’a olan düşmanlıklarından kaynaklanmaktadır. Elbette İsveç’te ya da diğer ülkelerde yapılan bu insanlık dışı olaylara, bunu yapanlara hatta izin veren yönetimlere hadleri en güçlü şekilde bildirilmelidir. Ama sadece siyasi söylemde değil, neye güç yetiriliyorsa, o güç mutlaka devreye sokulmalıdır. Çünkü İsveç’te gerçekleştirilen bu olay, Avrupa’da ilk olmayacaktır. Nitekim bütün tepkilere rağmen Hz. Muhammed (SAS)’in tasvirini yayınlanan Danimarka’daki insanlık ve ahlak yoksunu Charlie Hebdo’cular hala unutulmuş değil. 30 Eylül 2005’de yayınlanan bu karikatür dolayısıyla bu insan müsveddelerine ders niteliğinde bir saldırı gerçekleştirilmişti. Bu saldırı üzerine Paris’te bir protesto yürüyüşü düzenlenmiş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Başbakanı Ahmet Davutoğlu da en önlerde bu yürüyüşe katılmıştı. Şimdilerde ortalığı ayağa kaldıran bu iktidar, o zamanlar bu yürüyüşe güya bu saldırıyı kınamak için katılmışlardı. Bu da göstermektedir ki, siyasetçiler, İslami hassasiyetlerinden dolayı değil, siyasi menfaatlerine göre bu olaylar karşısında -bazen çok cılız bazen de güçlü bir- tepki göstermektedirler.

Kur’an-ı Kerim’i yakmak, yırtmak, hakaret etmek ya da hükümlerinin bir kısmını uygulayıp bir kısmını uygulamamak, sonuç itibariyle hepsi aynı kapıya çıkmaktadır. Elbette Kur’an’ı yakmak suçtur, hem de büyük bir suçtur ve cehennemliktir. Peki, şu ya da bu nedenle Allah’ın helalini haram, haramını helal kılmak suç değil midir? Çünkü helal ve haram koyma yetkisi sadece Allah’a aittir. Kim, bireysel ya da toplumsal hayatı düzenlemek amacıyla Allah’a rağmen hüküm koyuyorsa bu, ilahlık iddia ediyor demektir. Oysa kâinatta -ezelde de ebedde de- tek İlah sadece Allah’tır!..[47] Kanun/hüküm koyucu da sadece ve sadece Allah’tır.[48] Allah’ın hükümlerini, tamamen ya da kısmen uygulamamak, bu hükümlerin dışında heva ve hevese göre kanun koymak,[49] Kur’an’ı yakmak kadar hatta daha büyük bir suç değil midir?

Ne yazık ki bugün İslam dünyası olarak bilinen bu dünyada bireysel olarak yaşamanın dışında yakılan Kur’an’ın hükümleriyle idare edilen tek bir ülke bile yoktur. Bu ülkelerin bazılarında içi boşaltılmış ve Allah’ın aziz diniyle hiç ilişkisi olmayan ama görünüşte İslam gözükenlerin yanında İslam’a ve Müslümanlara karşı olan yönetimler de vardır. Biri Kur’an yakıyor, diğer ise Kur’an hükümleriyle alay ediyor, hatta bireysel yaşamda bile yasaklıyor, aralarında ne fark var? Hiçbir fark yok. Çünkü Kur’an’ın bir ayetiyle değil, bir kelimesi ile bile alay etmek ya da inkâr etmek, inkâr edeni küfre götürür.

Sonuç olarak, bu tür sapkın ve alçak hareketler bizlere, kul olarak sorumluluğumuzu hatırlatmalıdır. Yaşantımızda var olan eksiklikleri giderme ve bizleri daha çok Allah’a yaklaştırıcı eylemleri ortaya koymaya yönlendirmelidir. Kur’an’ı sadece yüzünden okuyup geçerek değil, tıpkı Hz. Peygamber ve sahabeler gibi yavaş yavaş hakkını gözeterek, anlayarak ve anladığımızı da hayatımıza aktararak okur hale gelmeliyiz. Kur’an-ı Kerim hayat kitabımız olduğuna göre, siyasetten ekonomiye, insani ilişkilerimizden ticaret ve kamu hukukuna kadar her alanda onun hükümlerine göre davranmalıyız. Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kitabı olduğuna iman etmek, yaşadığımız hayatın her alanında Kur’an’ı merkeze almak, onun ilkelerini/hükümlerini uygulamak demektir.

Kısacası bu tür alçakça saldırılar bizleri biraz daha Kur’an’a, onu anlamaya ve yaşamaya yöneltmelidir. Kur’an-ı Kerim okuyuşumuz, hayatımızı mutlaka değiştirmeli, yanlış ve hatalarımızı düzelterek, bizi münker ve habaisten uzaklaştırarak mü’mince yaşamamızı sağlayacak tarzda olmalıdır. İşte o zaman yerli ya da küresel bu kafir ve fecereler kendi kin ve nefretleri içinde boğulacaklardır. Bizde bunlar için şu değişmez veciz sözü bir daha tekrarlamış olalım “Kafirler için yaşasın cehennem!”

 

 

 

[1] Yusuf, 12/2; Fussilet, 41/44

[2] Bakara, 2/185

[3] Duhan, 44/3

[4] Kadir, 97/1

[5] İsra, 17/106; Furkan, 25/32

[6] Sebe, 34/28

[7] Maide, 5/16; En’am, 6/153,161

[8] Furkan, 25/1; Enfal, 8/29

[9] Bakara, 2/257; İbrahim, 14/1

[10] Bakara, 2/75;

[11] Kamer, 54/17

[12] Nisa, 4/174

[13] Hicr, 15/9

[14]  Kur’an lafzı, Kur’an-ı Kerim’de altmış sekiz ayette geçmektedir. Örneğin; Yûsuf, 12/2; Nahl, 16/98; A’râf, 7/204 ayetlerinde Kur’an lafzı geçmektedir.

[15] Bakara, 2/1

[16] Bunlardan bazıları şunlardır: Furkân (25/1), Zikr (15/9), Nûr (4/174), Rûh (42/52), Hudâ (2/2), Şifâ (17/82), Mecîd (85/21-22), Mesânî (39/23), Ümmü’l-Kitab (43/1-4)

[17] Kamer, 54/17, 22, 32, 40

[18] Hud, 11/1-2; Hicr, 15/1, Fussilet, 41/1-4

[19] Bakara, 2/136

[20] Tevrat’ı, Hz. Musa (as)’a (Furkan, 25/35); Zebur’u, Hz. Davud (as)’a (İsra, 17/55); İncil’i, Hz. İsa (as)’a (Maide, 5/46) vermiştir.

[21] Bakara, 2/285; Nisa, 4/136; Necm, 53/36-37; A’lâ 87/14-19

[22] Hucurat, 49/13; Rum, 30/21

[23] Hud, 11/27; Ahzâb, 33/67

[24] İsrâ, 17/16

[25] Kafirun, 109/6; Mü’min, 40/26

[26] Ankebut, 29/22; Şura, 42/31

[27] Fecr, 89/10

[28] Bakara, 2/258

[29] Zilzal, 99/7-8; Leyl, 92/13 “Elbette ahiret de, dünya da bizimdir.”

[30] Al-i İmran, 3/91; Maide, 36-37

[31] Tevbe, 9/125; Maide, 5/68; İsra, 17/60,82; Hacc, 22/72; Zümer, 39/45

[32] Al-i İmran, 3/54; Enfal, 8/30

[33] Fatır, 35/5

[34] İsmet İnönü’nün Anıları, Milliyet, 25 Kasım 1987’den nakl: Burhan Bozgeyik, Bize Nasıl Zulm ettiler? 3. Bsk. 1997, s.103

[35] T.C. Dahiliye Vekaleti, Matbuat Umum Müdürlüğü, 17 Mayıs 1942, sayı 658

[36] T.C. Başvekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü, İç Matbuat Dairesi, 1945) (Muzaffer Taşyürek, Kemalist Laikliğin Temelleri, Erzurum, 1994, s.236

[37] Bozgeyik, age. s.92

[38] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/demirel-ahkam-ayetlerine-donusu-onermek-irticadir-39112375

[39] Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyan Yayınları, (kapakta) 3.bsk. (İçeride ise 2.bsk. Ekim 1988, İstanbul, s.161 vd.; Ayrıca bkz; Yılmaz Altıparmak, İslamiyet Açısından Atatürk ve İnkilaplar, Timaş Yayınları, 2.bsk.Temmuz 1993, İstanbul, s.411 vd.

[40] https://sahipkiran.org/2014/12/28/belgeler-konusuyor-1/

[41] Atatürk’ü Koruma Kanunu, 25 Temmuz 1951’de kabul edilmiş ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de resmi gazetede yayınlanmıştır. 5 Maddeden oluşmaktadır. Maddeleri için bkz; https://www.ensonhaber.com/gundem/5816-sayili-kanun-nedir-5816-sayili-kanun-ne-zaman-cikarildi-maddeleri-neler

[42] Bu parti ve oluşumlara 14 Ağustos 2001’de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi de dahildir.

[43] Furkan, 25/44; A’raf, 7/179

[44] Enfal, 8/24

[45] Fussilet, 41/26

[46] Tevbe, 9/32, Saf, 61/8

[47] Sad, 38/65; Enbiya, 21/22

[48] Yusuf, 12/40; Maide, 5/50; Şura, 42/21

[49] Maide, 5/48

GRUBA KATIL