Öncelikle bize zaman ayırıp röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Kazım Sağlam bize kendini nasıl tanıtır?
Kazım Sağlam: 1952 yılında Elazığ’ın Palu ilçesi Tırmal köyünde dünyaya geldim. Doğduğumda köyümüzde yol, çeşme, elektrik yoktu. Senenin 5 ayı kış geçerdi… Ben böyle bir ortamda dünyaya geldim. İlkokulu köyde okudum daha sonra biraz medrese okudum. Öğretmen okuluna gitmek istedim. Şeyh Said torunlarından bir hocam vardı ama pek de tekin biri değildi. O benim öğretmen okuluna gitmem için yardım edecekti ama dedem buna engel oldu. O okuldan mezun olanların çok da iyi olmayacağını söyledi ve beni o okula göndermedi. İyi etmiş çünkü büyüyünce oranın iyi bir okul olmadığını öğrendik. Sonra Diyarbakır’a taşındık orada İmam-Hatip’e başladım Adana’da İmam-Hatip’i bitirdim. Sonra İstanbul Üniversitesine kaydoldum. Edebiyat Fakültesi Arap- Fars Dilleri ve Edebiyatları ve yardımcı olarak da Türk Dili’ni okudum. Okuldan mezun oldum ve İstanbul’da kaldım. İstanbul’a gelişim 1976 yılıdır. Dolayısıyla peş peşe 3 göç yaşamış oldum. Göçün, kültür değişiminin nasıl bir şey olduğunu yaşadık. Bu hem kendi kaderim hem de ülkemin kaderiyle alakalı bir şeydir. Bu dönemde benim hayatımda hızla değişti hem de ülke hızla değişiyordu. Bunların hepsinin izleri benim üzerimde vardır. Bazen diyorum ki herhalde 200 sene yaşamışımdır bazen de diyorum ki 20-30 sene ancak yaşamışımdır. Geriye doğru baktığımda köy hayatı benim için ayakta kalmamı sağlayan bir alt yapı gibi. Dirençliyim, zor şartlara dayanabiliyorum. Orada zor şartlara karşı edindiğim bir refleks oldu ve bu şehirde de kendimi böyle muhafaza ettim. Ben mezun olduktan sonra 12 Eylül ihtilali oldu cezaevine girdim ve çıktıktan sonra da evlendim.2 oğlum 1 kızım var.
Benim cemiyet işleriyle ilgilenmem üniversitedeyken başladı. Orada farklı çevreler vardı. Ülkücüler ve solcular vardı. Bir de biz vardık daha çok akıncılar çevresindeydik ve kendimize Müslümanlar diyorduk. Okula geldiğimizde Edebiyat Fakültesinde yoğun bir ülkücü baskısı vardı. Bunun üzerine bir grup arkadaş bir araya geldik ve nasıl hareket edeceğimize karar kıldık, ülkücülerden ayrı bir kimlik mücadelesi verdik. Bizim Müslüman kimliğiyle kendimizi tarif etmemizi kabul etmiyorlardı. Ya sağcı ya solcu olmalıydık. Hem okulda hem de dışarıda durum böyleydi. Hamdolsun sonunda kabul ettiler kimliğimizi. Daha sonra İmam-Hatip mezunlarının yeri olan Tohum Neşriyatı işlettik. Sonra Kayıhan yayınevinde rahmetli Burhanettin Kayıhan’la beraber çalıştım. Çağrı Yayınlarında çalıştım ve 4 sene Çıram Yayınevinde İsmet Özel’le beraber çalıştım. Bu arada arkadaşlarla beraber Değişim Dergisi çıkardık. Sonraları çevreler oluşturduk cemiyetler kurduk. İrfan vakfını kurduk sonra da yollarımız ayrıldı ve Medeniyet Derneği’ni oluşturduk.
Cemiyet ve derneklerde bu tarz ayrılıkların sebebi nedir?
Ben kendi hayatımda birkaç ayrılık yaşadım ve gördüğüm şudur ki: Müslümanların genel manada ayrılıkları fikri değildir. Ortaya çıkan bir problemi çözüm usulleri üretemezsiniz çözemeyince herkes hatayı başkasında görür ve neticede ayrılıklar olur. Önce ayrılıyoruz ya da ayrılıyorlar sonra da bulundukları yere göre de düşünsel misyon yüklüyorlar. Ben bunu kendim de dâhil olmak üzere doğru bulmuyorum. Tabii ki ufak-tefek ayrılıklar vardır. Çünkü tarz, usul ve işleyiş biçimleri farklıdır. İnsanın olduğu her yerde çeşitli problemler vardır ama bunun çözüm yollar aranmalıdır. Bir araya gelmek tek başına bir meziyet değildir. Asıl meziyet bir aradalığı hangi usul ve kaidelerle sürdürüleceğini bilmektir. İlk olarak herhangi bir sorun çıkarsa neye istinaden, nasıl çözeceğinizi de bilmek durumundasınız. İkinci bir şey; bulunduğumuz zaman ve zeminin farkında olmalıyız ve bunu hesaba katmalıyız. Kendinizi zaman ve zeminin dışına atarsanız sonuçta pratik açısından çok fazla sıkıntıyla karşılarsınız. Bunları hesaba katmadan atılacak her adım mutlaka bir farklılık getirir. Bu farklılıkları çözemezseniz arkasından ayrılık gelir. Bu bir usul meselesidir. Daha doğrusu usulsüzlük meselesidir.
Medeniyet Derneği’nin kuruluş amacı nedir? Faaliyetleriniz nelerdir?
Medeniyet Derneği’ni biz bir grup arkadaş kurduk. Daha önceki derneklerde şöyle bir şey olurdu: İnsanlar geride dururlar ve birkaç arkadaşa derneği kurdururlardı. Ama Medeniyet Derneği’nde kim çalışıyorsa, kim bu işi yürütüyorsa onlar da kurucular olsunlar dedik. Böylece Ahmet Ağırakça, Beşir Eryarsoy ve Cemal Abi derneğimizi kurduk ve kendimizi deklare ettik. Medeniyet Derneği olarak İslam medeniyetini, kültürünü, ilmini, ahlakını, sosyal anlayışını tekrar ihya ve inşa etmek istiyoruz. 40 yıllık birikim dedik yola çıktık gidiyoruz inşaAllah Rabbimiz hayırlı bir yol açar bize.
İnşaAllah hocam. Peki dernekte gençlerle ilgili çalışmalarınız var mı?
Bizim öteden beri gençlerle çalışmalarımız vardır. İlköğretim, lise ve üniversite öğrencileriyle çalışmalarımız var. Medeniyet Derneği’nin her şubesinde ortaöğretim çalışmaları vardır, merkezde de üniversitelilerle çalışmalarımız var. Gençlerle haftalık derslerimiz var. Ben İstanbul’a geldiğimden beri öğrencilerle haşir neşirim herhalde ömrümün sonuna kadar da bunu devam ettireceğim.
Yayıncılık hayatınız ne zaman ve nasıl başladı?
Ben mezun olduktan sonra çok kısa bir süre Edebiyat öğretmenliği yaptım ve sonra bıraktım ya da bırakmaya mecbur kaldım. Önce İmam-Hatip mezunlar ve mensuplar yeri olan Tohum’da çalıştım. Kitapçılık yapıyorduk ama daha çok üniversite gençliğinin uğrak yeriydi orası. Çünkü ihtilal olmuştu parti kapatılmış, Akıncılar Derneği kapatılmış, Milli Türk Talebe Birliği kapatılmış, binalarına ve mal varlığına el konulmuştu ve gençliğin gidecek bir yeri yoktu. Şimdi ki gibi cemaatlerde yok çünkü o zaman bir bütündük. Bizde Beyazıt’taki kitapçılar çarşısında imam-hatipler yerini yani Tohum Neşriyat’ı açtık. Ve orada gelen-gidenle ve üniversitede olup bitenle ilgilendik, okuyan gençlere kendimize göre yol gösterdik. Mesela Türkiye tarihinde ilk intifada olarak adlandırılan İntifada’yı Beyazıt’ta başlattık ve ilk defa organizeli olarak İsrail bayrağını yaktık. Daha sonra Burhaneddin Kayıhan’la çalıştım. Burhaneddin Abi 1969 Milli Türk Talebe Birliği başkanlığını yapmış, Erbakan Başbakan yardımcısıyken ona Baş Danışmanlık yapmış, 12 Mart Muhtırasında yargılanmış, asistanlıktan atılmış İslamcı bir ağabeyimizdi. Sonra oradan ayrıldım ve Çağrı Yayınlarında Şaban Kurt’la beraber çalıştım o zaman İbn Kesir tefsiri yayınlıyorduk. Sonra İsmet Özel’le 4 sene Çıram Yayınlarında çalıştık ve sonra 1992 yılında Şafak Yayınları kuruldu daha sonra adını değiştirip Buruc Yayınları yaptık o gün bugündür buradayım.
Buruc Yayınlarının yayın çizgisinden bize biraz bahseder misiniz?
Daha çok ahlaki, usuli, itikadi kitaplar üzerinde durduk. Mevcut sisteme entegre olmayan, Müslümanların dertleriyle dertlenen, kendimize göre tespit ettiğimiz eksikliklerini gidermeye çalışan bir çizgi izlemeye çalıştık. Şöyle bir şey fark ettik genelde itikadi anlamda bir duruş var ama ahlaki anlamda bazı sıkıntılar var ve alt yapı eksikliği vardı. Bunun üzerine Bilali’nin serisini yayınladık. Kurtubi Tefsirini yayınladık, meal çıkardık, Türkiye’de ilk defa bilgisayar hatlı Kur’an bastık. Şimdilerde İmam Şafii’nin Kitab’ul- Umm’unu yayınlamaya hazırlanıyoruz. İmam Şafii’nin kendi fıkhı ve usulüdür.
Peki, bu konuda gençlere yolunuz açık mı?
Açık. Yayın politikamıza uygunsa yazılanları basarız inşaAllah…
İslami camiadaki genç yazar- şairlere bakış açınız nasıldır?
Yaş ilerledikçe gençlik tarifi de değişiyor. Eskiden 30-40 yaşlarındakilere genç gözüyle bakmıyorduk ama şimdi 40 yaşındakiler bizim için gençtir. Dolayısıyla 40 yaşındaki şair ve yazar arkadaşlarımızı izliyorum ben, ama 20’li yaşlardaki arkadaşların nasıl bir yol izlediklerini çok bilmiyorum. Ben kendimi Diriliş Nesli’ne mensup kabul ediyorum. Sezai Bey’in çizgisini sürdürüyorum. Şiir tarzı, bakış açısı olarak ona yakın olanları tercih ediyorum. İsmet abiyle 4 sene mesai arkadaşlığımız var, kendisini severim, kitaplarının tamamını da okudum ama tarz olarak Sezai Bey’in tarzını daha da beğeniyorum.
Peki, Sezai Karakoç’un partileşme sürecini nasıl buluyorsunuz?
Yanlış buluyorum. Parti Sezai Bey’i büyütmedi küçülttü. Benim 80’den bu yana hiçbir partiyle alakam yok, sandıkla kan uyuşmazlığımız var bu anlamda Sezai Bey’in partileşme sürecini doğru bulmuyorum.
Dergilerin İslami tebliğde yeri sizce nasıldır?
Derginin fonksiyonu İslami tebliğ midir, bilinçlenme midir, siyasi tavır takınma mıdır, ekol oluşturmak mıdır, ahlakilik midir doğrusu bunlara dergi çıkaranların karar vermesi lazım. Hepsini karıştırırsanız o dergi her şey olur ama hiçbir şey olmaz. Ama İslami Dergilerin tabii ki dolaylı tebliğe çok faydası vardır. Bu işlerde hitap edilecek kitle önemlidir. Neticede tebliğ sizde olan İslami güzelliği başkasına ulaştırmaktır. Bunu yaparken de hedef kitlesine göre dil oluşturmak lazım. Bu hususta bizim İslami dergilerin çok başarılı olduğu da söylenemez. Ya bir ekol oluşturacaksınız yani düşüncelerinizi delillendirmek için bir usul izleyeceksiniz. Bunun için toplumdan ziyade okuyan, anlayan ve aklı erenlere hitap ederek yazacaksınız. Bunun için bilimsel bir yöntem takip etmeniz lazım. Yok eğer derdiniz tebliğse o zaman tebliğ aracı olan bir üslup, dil oluşturmanız lazım. Eğer bu sağlanırsa çok faydalı olur. Ama bu haliyle de faydasız değildir. İhtisas alanına doğru yönelmesi lazım yani kadın, çocuk dergileri, vakti bol olmayanlar için dergi belki daha ilerde mesleklere göre tebliğ dergileri olabilir. Eğer bu hususlar halledilirse çok daha faydalı olur.
Süreli olarak yazdığınız bir yer var mı?
Medeniyet Derneği sitesi ve bülteninde yazıyorum daha önce Değişim’e yazdım.
İslami çalışmalarda internet kullanımını nasıl buluyorsunuz?
İletişim artık öyle hızlandı ki günlük gazeteler bile artık geç kalmış kabul ediliyor. İnternet anlık bir şey, saman alevi gibi… Orda da geçici olanla kalıcı olanı tefrik edip ona göre davranırsak internetin faydası var. Aksi halde uçup gider.
Peki, sizce e-kitap matbu kitabı öldürür mü?
Hayır öldürmez. Kitaba kimse bir şey yapamaz. Kendini ciddiye alanlar kitap okur. Çünkü bir kitapta size yarayan bir cümle ararsınız belki o cümleyi bulamazsınız ama onunla beraber bir sürü şey öğrenirsiniz. Matbu kitabı okumanın yerini hiçbir şey tutmaz.
Okurlarımıza “mutlaka okumalısınız “ diyebileceğiniz yazar-şair-dergi isimleri verebilir misiniz?
Mutlaka okunması gereken Allah’ın Kitabıdır. Onun dışındakiler görecelidir. Ama şöyle bir şey diyebilirim: İnsanlar 10 sene sonra kendilerine yaramayacak şeyleri okumasınlar. Bildiklerimi bana anlatan başka bir kitabın bana faydası yoktur. Eğer bir kitap sizi başka bir kitaba yönlendiriyorsa, ansiklopediye ya da sözlüklere yönlendirmiyorsa o kitap çerez mahiyetindedir. Kitap sizin zihninizi yormalı, açmalı ve zorlamalıdır. Bunları söylerken hikâye ve romanları kastetmiyorum bunlar da güzeldir neticede bunlarda zihni ameliyedir. Herkes kendine danışmalıdır. Mizacım, birikimim neye müsait kendimi nasıl geliştirebilirim diye kendi kendisiyle istişare etmelidir. Daha sonra çevresinde güvendiği insanlarla bu istişareyi etmelidir. Onlardan da tavsiye alarak kendine bir alan seçmesi lazım… Genelleme bir yerden sonra biter. Ama eli kalem tutan ya da tutmaya niyetlenen bir insanın evvelen doğu ve batı klasiklerini okuması lazım. Saniyen Tanpınar, Atilla İlhan, Yahya Kemal ve Kemal Tahir gibi belli başlı isimlerden hiç olmazsa birer tane kitap okunmalıdır. Özel kanaatim Sezai Bey’i mutlaka okumalı herkes. Ama klasikleri kesinlikle okumalı insanlar. Bizim klasiklerimiz Safahat, Çile gibi kitaplardır. Dil problemi yoksa Fuzuli okunmalıdır. Kitapla kavga etmiş biri olarak söylüyorum kitapla kavga etmemek lazım. Eğer kavga ederseniz kitaptan faydalanamazsınız. Kitabı okursunuz işinize geleni alırsınız gelmeyeni bırakırsınız. Kitapla kavga önünüzü tıkar.
Gündemle yani Kürt-Türk çatışmalarıyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Bu ülkede yaşayan bir insan olarak olaylar bizi ilgilendirir özellikle Zaza olarak beni daha fazla ilgilendirir. Bizim üst kimliğimiz İslam’dır. İslami çözümlerin dışındaki çözümler Erbakan tabiriyle pansuman tedbirlerdir. Bugün biter yarın bir daha nükseder. Bu meselenin bitmesi için her iki tarafın ırkçılıktan vazgeçmesi lazım. Devletinde yaptığı zulümden bir an evvel tevbe etmesi lazım. Bu insanların dillerini, örflerini yaşamalarına müsade etmesi lazım. Hukuki bir zemine oturtması lazım… Kürtlerin de din dışı bir yere itilmemesi lazım. Şu anda Kürtçülük yapanların Kürtlükten öte veya yanında bir de dinsizlik vardır. Kürt halkı Müslüman’dır. Onları eski dinlerine Zerdüştlüğe doğru itmeye çalışıyorlar. Biz zamanında Türklerin Şamanizm’e itildiğini gördük aynı şeyi Kürtlere de yapmanın bir anlamı yok. Bu meselenin köklü çözümü hepimizin Hazreti Âdem’den geldiğimizin bilinmesidir. Dolayısıyla insanlar eşittir. Herkesin dili, ırkı kendisinedir. Ne Türk, Kürt olsun ne de Kürt, Türk olsun. Herkes kendisi olarak kalsın. Bu ayrılık-gayrılık bize dışardan gelmiş bir şeydir. Dış dünya yani emperyalistler aramıza fitne sokmak için bunu kullanıyorlar. Bu kullanım sadece Pkk için değildir devletin kendisi de bunun içindedir. Zaten uluslar arası emperyalizmin bir ayağı da devlettir. İttihad ve Terakkiyle başlayan Türkçülük, Osmanlı Devleti’ni dağıttı şimdi Kürtçülükle de Türkiye’yi dağıtıyorlar. Bunların hiç kimseye faydası olmaz. Biz bir ümmetiz ve ancak birleşirsek Batı Emperyalizmine karşı ayakta durabiliriz. Tek tek ne Arap kalabiliriz, ne Türk, ne Farisi ne de Kürt kalabiliriz. Yani Avrupa Birliğine bakarak da biz bunu çok iyi anlayabiliriz. Onlar çok ciddi sıkıntılar ve ayrılıklar yaşamışlardır ırkları, mezhepleri, anlaşmazlıkları daha derindir ama toparlanmayı bilmişlerdir. Biz yıllarca iç içe olduk ama ayrılıyoruz. Bunun makul bir tarafı yoktur. Kürt Devleti kurulsa da kurulmasa da bir faydası yoktur. Kürtler topyekûn dese ki biz bu davadan vazgeçtik hepimiz Türk olduk bunun da faydası yoktur. Bu memleket herkesi asli şekliyle kabul edecek ve üst kimlik olarak İslam şemsiyesi altında toplayacaktır. Başka şansımız yok. Sezai Bey der ki: bu devlet 250 milyondan az yaşayamaz. Allah biz İslam coğrafyasını beraber yan yana kılmış ama burada ayrılık çıkarmaya çalıştılar. Libya, Fas, Cezayir arasında fark olmamasına rağmen cetvelle çizilmiş gibi ayrılmışlar. Oysa Diyarbakır’la İstanbul’un ne farkı var? Şam da bizim, Bağdat ta bizim Kahire de bizim. İstanbul da Şamlıların, Kahirelilerin… Karşı taraf birliğini muhafaza ederek sömürüyor bizi. Bunun için biz de birlik olmalıyız.
Dernek olarak bu sorun için bir şey yapıyor musunuz?
Gücümüz yettiğince yapıyoruz tabi. Ortada 2 sorun var. Birincisi; Kürt haklarını savunanların çoğu Markist, Leninist Pkk ağzını kullanıyor. Öbür taraftakilerde Türkçülük yapıyor. Biz bu ikisine de karşı çıkıyoruz ve ortada bir yerde duruyoruz diyoruz ki: Gelin Allah’ın dinine sımsıkı sarılın, ırkçılık yapmayın. Bu da ne devletin işine yarıyor ne de medyanın işine yarıyor. Yaramadığı için de kendi kendimize konuşuyoruz sesimizi duyuramıyoruz.
Muttaki sizce ne demektir? Ve nasıl muttaki olunur?
Allah buyuruyor ki “İttagullahi hakka tugatihi” yani Allah’tan nasıl korkmanız gerekiyorsa öylece korkunuz. Muttaki Allah’ın emirlerine ittiba eden demektir. Haramlardan kaçınan farzları yerine getirmek isteyen, insanları incitmemeye çalışan, Allah’a sığınan, Allah’la kendisini koruyan yani Allah’ın sınırlarını koruyan kişidir. Bu kelime sadece korkuyu ifade etmez. Tabi ki Allah’ın azabından korkarız ama cennetini de umarız. Tüm bunlar genel olarak ittikayı oluşturur.
Biz muttaki.com okur-yazarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Sadece size değil başta kendime; herkesin ahlaklı olmasını istiyorum. Bu dinin ana unsurlarından biri ahlaktır. Ahlakı olmayan bir itikadın kimseye faydası yoktur. Ahlak; dinin emirlerini hazmedip zorlanmadan yaşamaktır. Allah yolunuzu açık etsin. Sırat-ı mustakimden ayırmasın. Hayırlı işlerinizde Allah size güç kuvvet versin yanlış işlerde de bir engel çıkartsın ve işleyemez hale getirsin.
Âmin hocam. Allah razı olsun tekrar teşekkür ederiz.
Esra Kılıç’ın Röportajı / www.muttaki.com