İslami Mücadelede Kadın
Arşiv Yazarlar

İslami Mücadelede Kadın

Kadın İslâmî Mücadelenin Zayıf Unsuru mudur?
Bize saltanat rejimlerinin gölgesinde şekillenerek gelen mirasta en sorunlu alanlardan birisi de vahyî sorumluluk karşısında Müslüman kadının konumu olsa gerek. Müslüman kadının konumu, cihattan sorumlu olup olmadığı tartışmalarıyla başlayan, “Kadın, evinin süsü, çocuklarının annesidir.” anlayışıyla biten bir düzlemde gündem konusu olabilmekte.
Bu konuyu sağlıklı bir zeminde tartışabilmenin pek çok ön koşulu olduğundan, görüş alışverişleri tarafların birbirini “gelenekçi” ya da “feminist” diye suçlamalarının ötesine nadiren geçmektedir. Dolayısıyla “Kur’ân, sünnet, hadis” gibi usulî konuların yanında; “İslâmî mücadele”, “direniş”, “şahitlik” gibi pratik uygulamalar konusunda asgarî müşterekler yakalanamamış ise tartışmalar verimlilikten uzak bir açmaza dönüşmektedir. Müslüman kadın konulu pek çok sohbetin kısa süre içinde usulî tartışmaya dönüşüyor olmasının nedeni bu olsa gerek.
Asgarî müştereklerden kastımız, İslâmî mücadelenin bir fantezi değil zorunluluk olduğu ön kabulünden sonra sistem, toplum, aile, kadın-erkek ilişkileri gibi hayatî konuların mezhep tasallutundan kurtarılarak vahyin temel referanslarıyla oluşturulma çabasının olmasıdır. Yine koca bir külliyat olarak günümüze kadar gelmiş olan “hadis” konusunda da kafa karışıklıklarının giderilmiş olması ayrıca önem arz etmektedir.
İslâmî Mücadele ve Kadın
İslâmî mücadeleyi inancımızın bir parçası olarak gören Müslümanlar, kadın söz konusu olduğunda mücadeleye aktif olarak katılmayı Müslüman kadınların ev-aile-eş üçgeninden arta kalan zamanlarda ifa edeceği bir sevap unsuru olarak mı yoksa diğer tüm sorumluluklarını kendisine göre belirleyeceği bir yaşam tarzı olarak mı algılamaktadırlar? Bu soruya verilecek iki ayrı cevap aynı zamanda iki farklı yaşam biçimi anlamına gelmektedir. Bu fark, İslâmî mücadele kapsamındaki bir etkinliğe katılmak için bütün ev işlerini yapmış, çocuklarının kalacağı yeri önceden ayarlamış, eşinden veya varsa aile büyüklerinden izin alabilmek için yeteri kadar dil dökmüş bir kadınla; bütün sorumluluklarını hayatının etrafında döndüğü mücadelesine bağlı olarak yerine getiren bir Müslüman kadının yaşantıları arasındaki büyük farktır. Varsa iç gerilimini itaat anlayışı ile bastırıp görece bir huzur ortamını korumaya çalışan kadın ile yüzyılların alışkanlıklarına karşı yeni bir model üretmenin gerilimindeki kadının hayatı arasındaki farktır bu.
Kadının, aile ve onunla bağlantılı sorumlulukların dışındaki alanlarda erkek kadar katkıda bulunamayacak, başarılı olamayacak bir yapıya sahip olduğu kanaati; dini ve ideolojisi ne olursa olsun her kesimde görülen tarihî bir önyargıdır. Bu önyargının tarihi, gücün kaba kuvvetle özdeşleşmesi ve zayıf olanın ezilmesi kadar eski. Bu ataerkil birikim, kadın konusunda bütün düşünce ve kültürleri etkisi altına almış, son Rasûl’ün tüm farklı uygulamalarına rağmen gelenek, Müslüman kadın konusundaki algılayışları da kendi potasında şekillendirmiştir. Gerçi gelenekte İslâmî mücadele kavramının bizlerin anladığı anlamda bir yeri yoktur ki fitne olarak görülen, cehennemin çoğunluğunu oluşturacağı düşünülen, aklı ve dini eksik (!) varlık böylesine ciddi bir sorumluluğu üzerine alacak olsun.
Kadının Zayıf Yaratıldığına Dair Öne Sürülen İki Ayet
Geleneksel anlayışın kadına dair en temel varsayımı kadının “zayıf” yaratılmış olduğudur. Kadın konusunun geçtiği tüm ayetler, bu bakış açısına göre yorumlanır.
Bu ön kabule göre duygusal, naif, aklen ve dinen eksik, fitne unsuru olarak erkeklerin imtihanı olan kadının kurtuluşu dar anlamda ibadetlerini ifa ederek kocasına ya da babasına itaati ile gerçekleşecektir. Dolayısıyla İslâmî mücadele zorlu bir yoldur ve bu yolda kadınların Müslüman erkeklerin ayağına dolaşmadan bir köşede çocuklarını yetiştirmeleri yeterlidir. Azgın emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı bir söylem geliştirmek, toplumsal değişim için bir cehdin içinde bulunmak, Müslüman kadının boyunu aşar bu anlayışa göre. Söz konusu paradigmayı temellendirdiği düşünülen ayetlerden biri şudur:
‘Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi seçip bıraktı? Rahman’a, benzer olarak ileri sürdüğü (kız çocuğu) onlardan birine müjdelendiği zaman onun yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup dururdu. Süs içinde yetiştirilip mücadeleye açık olmayanı mı Allah’ın bir parçası yaptılar?” (Zuhruf, 16-18)
Ayette geçen “süs içinde yetiştirilip mücadeleye açık olmayan” ibaresinden yola çıkılarak kadın fıtratının mücadeleye kapalı olduğu çıkarımı yapılmaktadır. Hâlbuki ayetler dikkatle okunduğunda Arapların kız çocuğuna olan bakış açısı eleştirilmektedir. Kendilerinden utanç duydukları kız çocuğunu Allah’a isnat etmeleri yaratıcılarına verdikleri düşük değeri göstermektedir. Süs içinde yetiştirdikleri, iyi tartışamaz, savaşamaz, aile ve kabile namus ve şerefini koruyamaz diye düşündükleri kız çocuğunu beğenmez iken onu Allah’a uygun görmeleridir eleştiri konusu olan. Yoksa erkek çocuğu Allah’a nispet edilecek olsaydı Rabbimizin bundan hoşnut olması mümkün müydü? Üstelik ayetten yalın olarak anlaşılan, kız çocuğunun doğuştan süs unsuru olduğu değil “süs bitkisi gibi yetiştirildiğinden” mücadeleye açık olmamasıdır.
Bugün de öyle değil midir? Kız çocuğu genellikle sunuma hazır, maharetli, elinden her iş gelen, itaatkâr bir ruhla yetiştirilir. Böylelikle hayat vizyonu olmayan, yaşadığı coğrafyada ve dünyada olup bitenlerden bîhaber, sığ dünyasında kırılgan kişilikler ortaya çıkıyor. Depresyon üreten bu hayat tarzı ile mücadele içinde yer alabilecek bir kimlik oluşturabilmek ne kadar da zor! Gençliği pembe diziler karşısında çeyiz sandıklarını doldurmakla geçen genç kızlar, süslerin içinde narin bir şekilde yetiştirildikleri sürece İslâmî mücadele içindeki eş için bile bir engel teşkil etmektedir. Ancak bu durumu bütün kadınlar için genellemek de yanlış olacaktır. Az da olsa kendileri için üretilmiş fanustan çıkan ve İslâm’ın diriltici ruhunu kuşanmış Müslüman kadınlar hep olagelmiştir.
Cahilî düşüncenin Kur’ân tarafından olumsuzlanan kız çocuğu anlayışını, İslâm’ın görüşü gibi gösterip Müslüman kadının mücadele içinde yeri olmadığını savunanlar ilk şehit Sümeyye’nin durumunu nasıl açıklayacaklar? Yoksa inancı uğruna kendini feda etmiş Sümeyye, böylesine büyük davanın ilk şehidi olma onuru yerine, suya sabuna dokunmadan herhangi bir insan gibi toprak mı olmalıydı kadın olduğu için?
Cahiliye’nin kadına biçtiği düşük konum yukarıda verilen ayetler dışında pek çok ayette zikredilmiş ve kınanmıştır. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, kadınların miras olarak bırakılması, “zıhar” uygulamasıyla kadının mağdur edilmesi, boşanmada kadına zulmedilmesi gibi pek çok husus Kur’ân ayetleriyle eleştirilmiştir.
Ne yazık ki cahilî düşünce Rasûl’den sonra yavaş yavaş yeniden hayat bulmuş ve bugüne kadar varlığını muhkemleştirmiştir. Bu zihniyet öyle kökleşmiştir ki kadınla ilgili ayetler tersinden anlaşılmaya başlamıştır. Rabbimizin cahilî kadın anlayışlarından birini eleştirdiği ancak geleneksel yorumlarla Müslüman kadının mücadele içinde yer alması aleyhine bir argümana dönüştürülmüş ayetlerden biri şudur:
“İmran’ın karısı demişti ki: ‘Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin.’ Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- yine şöyle dedi: Rabbim onu kız doğurdum, erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum. Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya’yı da memur etti.” (Âl-i İmrân, 35-37)
İmran’ın karısı doğacak çocuğunu Allah’a adamış ve rivayetlere göre bu şekilde çocuğun adanması annenin çocuğu üzerindeki tüm velayet haklarından vazgeçerek onu bir mabede ibadet etmesi için vermesi anlamına gelmektedir. Hz. Meryem’i doğuran annenin -çocuğunun ileride hangi sıkıntılarla mücadele edeceğini bilmeden- kız çocuğunun olmasıyla yaşadığı burukluk muhtemelen şu düşüncesinden dolayıdır: “Eğer erkek olsaydı daha iyi olabilirdi; çünkü kadın birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla sınırlandırılmıştır ve bir din adamı olamaz. Bu nedenle benim çocuğumu adadığım amaca bir erkek çocuğu daha uygun düşerdi.”
Anlaşılan o ki adanmışlık o dönemde de yalnızca erkek çocuğu için uygun görülüyordu ki Hz. Meryem’in annesi kızı olduğunda bir tereddüt yaşadı. Hâlbuki Rabbimiz adadığı amaç uğruna kabullerin aksine bir kız çocuğunu uygun görerek cinsiyetin dava uğrunda önemsizliğine dikkat çekti ve bu adanmış çocuğu kerhen değil aksine “Güzel bir kabulle kabul etti.” M. Reşit Rıza bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Onun doğurduğu kızın konumu, birçok erkekten daha hayırlıdır.”
Adanmış Müslüman Kadına Asırların Duyduğu İhtiyaç
Ne var ki geleneği eleştirdiğini iddia ederek İslâmî mücadeleye soyunmuş yapılarda bile geleneğin hâlâ hâkimiyetini sürdürdüğü alan Müslüman kadının mücadele içindeki yeridir. Bu bakışın muhtemel nedenlerinden biri, İslâmî mücadelenin yalnızca kaba kuvvete dayalı bir savaş ortamını çağrıştırması olmalı. Hâlbuki mücadele, düşüncenin tohum aşamasından ekilmesine, büyüyüp yetişmesine, yayılmasına kadar bütün aşamaları kapsayacak genişliktedir. Zayıflıktan kasıt kas gücü ise evet, kadın zayıftır ancak İslâmî mücadele tümüyle kas gücüne dayanmaz. Mücadele toplumu dönüştürme, yeni yetişen nesillere yön verme, bilinç uyanıklığı ve bütün bunlar için gerekli takva donanımı ise herkes adanmışlığı oranında karşılığını alacaktır. Üstelik Müslüman kadına mücadelenin her aşamasında ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü toplumsal değişim zorlu bir yolculuktur ve çok boyutluluk, süreklilik, kuşatıcılık istemektedir. Müslüman kadının yer almadığı bir mücadele ister istemez eksik bir yapılanma oluşturacaktır.
Mücadele içinde yer almak; çoğunlukla yalnızca destek olmak, risk unsuru olmayan alanlarda çalışmak ya da propaganda amacıyla çiçek dağıtmak olarak algılanır kadın söz konusu olduğunda. Bize göre kadın ehliyeti ve birikimi oranında karar alma mekanizmalarına da katılmalıdır. Ancak altını bir kez daha çizmek gerekir ki bu katılım genellikle siyasî partilerde görüldüğü gibi “Bizim de kadın katılımcımız var.” kabilinden göstermelik olmamalıdır. Hayatı bir imtihan sorumluluğunda soluyan, sahip olduklarını feda edebilecek bir bilinçle mücadele içinde yer alan Müslüman erkekler kadar Müslüman kadınlar da toplumsal dönüşümün aslî unsurlarıdır; Rabbimizle ilişkisini belirli alanlarla sınırlayan din algılayışının yaygın olduğu toplumumuzda hayatı “iman ve cihad” olarak gören Müslüman kadın ve erkekler.
Üstelik bu, yalnızca bir ihtiyaç değil sorumluluktur. Eğer toplumun din algılayışındaki yanlışlığı gören, dünyada gerçekleşen zulmün nedenlerini okuyabilen ve bu çarpık gidişata İslâmî bir duruş göstermenin gerekliliğini derinden hisseden Müslüman bir kadın ise kadın olduğu gerekçesiyle bu sorumluluğunun önüne içeriden barikatlar konulabilir mi? Kur’ân ve Rasûlullah’ın örnekliği barikatları kaldırmaya çalışırken güya kadını koruyan gelenek, Allah adına anlamsız sınırlar koymuştur. Bu anlayışta koruyuculuğunu erkeklerin üstlendiği namus neredeyse tabulaştırılmıştır. Namus üzerinde oluşturulan hassasiyetle kadının mücadele içinde yer alması en azından tereddütle karşılanmaktadır.
Namus ve iffet elbette Müslüman erkek ve kadının çok önemli değerlerindendir. Cezaevlerinde, işgal altındaki topraklarda kadınların uğradığı tecavüzler tabii ki bizlere çok ağır gelmektedir. Ancak Müslüman erkekler de aynı akıbetle karşılaşabilmektedirler. Aslında her iki durum da aynı ölçüde kabullenilebilir değildir. Irak’ta Ebu Gureyb’te kadınların yaşadıkları üzerinden Müslümanlar ayağa kalkarken en büyük tecavüz olan işgal konusunda aynı duyarlılığa sahip olmamaları nasıl açıklanabilir?
Bu olumsuz örnekler üzerinden kadının mücadele içinde yer alması tartışılırken Akabe Biati’ne katılan, savaşlarda yer alan, komutanlık yapan, ilk şahit, ilk şehit olmuş mümine kadınlar geleneksel paradigmanın neresinde yer alacaklar? Kadının sesini bile haram gören bir anlayışla bu örnekleri anlamlandırmak mümkün görünmemektedir. Bu anlamda temel referansımız Kur’ân ve önderimiz Rasûl’ün örnekliğinde yeniden bir model oluşturmaya duyulan ihtiyaç had safhadadır.
Geleneksel bakış açısına karşı duruş gösteren Müslüman kadınların hepsi konuyu kadın özgürlüğü bağlamında değerlendirmemektedir. Karşısında erkek taifesini görmeyen, emperyalist politikalar ve geleneksel hurafeler konusunda bilinçli ve İslâmî bir dönüşüm için sorumluluk duyan Müslüman kadınların yolu üzerinde yeterince engel bulunmaktadır. Özellikle “ılımlı İslâm” politikaları kendileri üzerinden yürütülmekte ve modernizm, hayata anlam katamayan kadınları öncelikle kuşatmaktadır. Direnişi şiar edinmiş Müslüman kadınların İslâm âleminin devasa sorunları devam ederken geleneksel bakış açılarıyla engellenmeye çalışmaları kendilerine ağır gelmektedir. Elbette Müslüman kadının mücadeleye aktif katılımıyla ortaya çıkabilecek sorunların endişelerini taşıyanların zihnindeki soru işaretleri göz ardı edilmemelidir. Ancak hata yapmak korkusuyla adım atmamak daha büyük bir endişe kaynağı olmalıdır. Adanmış mümin bir kadın olma potansiyeli taşıyan Müslüman kadınlar malum gerekçelerle toplumsal sorumluluklarını yerine getiremiyorlarsa gerçek kayıp bu olsa gerek.

Annelik Sorumluluğu ve İslâmî Mücadele
Her insan, anne rahminde şekillenip gelişerek dünya serüvenine hazırlanır. Annenin canından can, kanından kan alan insan yavrusu, doğumundan sonra da anneyle temel ihtiyaçları bakımından sıcak temas halindedir.
Gerek fiziksel ihtiyaçların gerek güven ve sevgi gibi psikolojik ihtiyaçların giderilmesinde annenin önemi tartışılamaz. Bu ihtiyaçları sağlıklı şekilde karşılanan çocuk hayata güzel bir başlangıç yapmış demektir.
Ancak annelik sorumluluğu kadının diğer rolleri ile dengelenebilirse çocukla sağlıklı bir iletişim kurulabilir. Bu dengenin hayatı annelik üzere bina etmeye şartlanmış kadınlar için sağlanması zordur. İslâmî mücadele sorumluluğunu üstlenme bilinci ile yetişen kadınlar anne olduklarında yaşadıkları çelişkiler ve beklentiler ciddi bir yük oluşturmaktadır. Annelik bazen o kadar yüceltilir ve abartılır ki kadın için başka herhangi bir çaba içinde olmak, boşuna vakit kaybı gibi algılanmaya başlanır. Öyle ya, çocuk yetiştirmek toplumu yetiştirmek demektir. Başka hiçbir şey yapmasanız bile sağlıklı ve mümin çocuklar yetiştirmek yeterlidir!
Bu nedenle kadının İslâmî bilinçlenme noktasında panel, eylem, toplantı gibi etkinliklere düzenli olarak katılması çocuğun gelişimi için göz ardı edilebilir. Kadın için çevresinde onu destekleyen yakınları yoksa uzun dönem bu tarz etkinliklerden uzak kalarak çocukları için büyük bir fedakârlık yaptığını düşünme eğilimindedir. Çocuklar okul çağına gelip de kendisi uygun vakit bulduğunda ise Müslüman kadın ideallerini hâlâ kaybetmediyse bıraktığı yerden başlamak için bir çaba içerisine girer.
Burada dikkatimizi çeken nokta sanayileşme ile birlikte oluşan çekirdek aile modelinde çocuğun geleneksel aile modeline göre daha ön plana çıkmış olmasıdır. Çocuğun aile içinde merkezi bir konumda yer alması bir yandan çocuğun şahsiyet gelişimi vs. konularında hassasiyetleri arttırırken diğer taraftan çocuğun bakımı ve ihtiyaçları konusunda çalışan anne babalar için bir külfet oluşturmaya başlamıştır. Bu bağlamda ailelerin çocukları hayatlarının merkezine yerleştirmeleri modern bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geleneksel hayat tarzında hem anne hem de çocuk, tartışmanın konusu değildir. Zira burada roller bellidir. Modernleşmeyle beraber alt üst olan toplumsal dokudan aile kurumu da nasibini aldığından değişim aile içi rollere de yansımaktadır. Bu değişime bir de mümin kadın algısındaki sorgulamaların payını da eklemek gerekir.
Mümin kadınların sosyal hayata katılımlarıyla beraber onların anne, eş olma rollerinin dışında İslâmî kimliğin getirdiği sorumluluklar gündeme gelmeye başladı. Özellikle 1980’li yıllarda ilk defa başörtüleriyle sosyal hayatta var olmaya başlayan Müslüman kadınlar İslâmî uyanış sürecinin “79 İran Devrimi”nin ivme kazandırmasıyla geleneksel duyarlılıklarla başını örten kadınlardan farklı bir kimliğe sahip oldular. Bu kimlik, mümin kadını Cumhuriyet’in kurucu felsefesinde dayatılan “çağdaş kadın” anlayışına muhalif olacak şekilde başörtüsüne sahip çıkar hale getirdi. Bu dönemde mümin kadınlar Batı tarzı kadın algılayışına karşı çıktıkları gibi geleneksel algıdaki kadının ev içi rollerle sınırlandırılmasını da sorgulamaya başladılar. Özellikle başörtüsü yasaklarına karşı mücadelede, kulluk noktasında Müslüman erkeklerle aynı sorumluluğu taşıdıklarını örneklendirdiler.
Bu dönemde gerek kadın konusunda hâkim geleneği sorgulama bilincinin henüz çok yeni ve tecrübesiz oluşu gerekse Müslüman kadınların, öncelikli İslâmî sorumluluklarının olduğu gerçeğini vurgulama gayretleri gereksiz sayılabilecek tartışmalara sebebiyet vermiştir. Örneğin, kadının ev işlerini yapmak, çocuğunu emzirmek zorunda olmadığı, yaptığı takdirde eşinin kadına bir ücret ödemesi gerekliliği gibi vurgular seksenli yılların tartışmalarında bolca kullanılmıştır.
Hiç şüphesiz döneme ait bu tartışmalar, gelenek ile modern hayat tarzı dışında İslâmî bir örneklik oluşturma yolunda Müslüman kadının çektiği sancıları da göstermektedir. Bu açıdan birtakım acemilikleri doğal karşılamak gerekir. Zaten 90’lı yıllara gelindiğinde konuların daha dengeli bir zeminde konuşulduğu görülecektir. Bu dönemde kadınlar, hem aile içi rollerinin önemine dikkat çekmiş hem de İslâmî sorumluluklarının önemini ortaya koymuşlardır.
Bu dengeyi kurmada Müslüman kadınların evlenme ve anne olma süreçlerinin önemli bir katkısı vardır şüphesiz. Teorik olarak tartışılan konular pratik içinde daha dengeli yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Her ne kadar anne eğitimi seminerlerinin bazıları tarafından hayatın merkezine oturtulması bir uç noktayı temsil etse de bugün kadının mümin bir insan olarak daha öncelikli sorumluluklarının olduğunu konuşabiliyoruz.
Kaldı ki kadının yalnızca anne olması önemsense bile televizyon dizileri, internetten evlerimize akın eden popüler kültür, okulda çocuklarımıza aşılanan İslâm karşıtı değerlere karşı çocukların korunması için annenin ciddi bir İslâmî kimlik sahibi olması gerekmektedir. Bir anne çocuklarını korumak istiyorsa her şeyden önce kendisi donanımlı olmalı tüketim kültürüne karşı koyabilecek birikime, motivasyona sahip olmalıdır. Çocukların yalnızca geçirdikleri dönemin sıkıntıları hakkında bilgi sahibi olmak ve onlarla iletişimde kullanılacak doğru davranış hakkında bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Bunların yanında anne, yaşadığı toplumda ve dünyada neler olup bittiği hakkında kanaat sahibi olmalı ve kitaptan uzaklaşmış bir toplumda, hurafelerle örülmüş bir din anlayışına karşı sahih dini öğrenme ve öğretme gayretinde bulunmalıdır.
Kadın doğru örnek olabildiği ölçüde sağlıklı çocuklar yetiştirebilir. Bunun için annenin her daim çocuklarının yanında olması yeterli değildir. Önemli olan annenin çocuklarıyla “nitelikli” birlikteliğidir. Bazen kısa süreli de olsa çocuklarla niteliği olan zaman geçirme bütün gün kendi haline bırakılmış çocuklarla yan yana geçirilen zamandan daha verimlidir.
Bu açıdan İslâm’ı kendileri için üst kimlik olarak tanımlamış mümin kadınların zaman zaman çocuklarını bırakarak çeşitli faaliyetlerin içinde bulunmaları acımasız eleştiriye tabi tutulmamalıdır.
Üstelik para kazanarak aile bütçesine katkıda bulunan kadınların çocuklarını bakıcılara bırakmaları -istisnaî durumlar hariç- tartışma konusu yapılmazken İslâmî etkinliklere katılım gerekçesiyle aynı şeyin yapılması çelişkili bir durumdur. Çalışan kadınların anneleri, kayın valideleri veya yakın çevreleri bu durumu makul karşılarken kadının bir İslâmî etkinliğe katılmak için çocuğunu bırakmak istemesi karşısında aynı hoşgörü gösterilmemektedir.
Bu tutum hayata İslâmî dönüşüm sorumluluğu çerçevesinden bakmayanlar için anlaşılır bir durumdur. Böyle bir hedefi olmayanlar için kadının üstüne vazife olmayan artı sorumluluklar yüklenmesi anlaşılır değildir ve buna değer atfedilmez. Böyle durumlarda mümin kadın ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Kendi çocuklarını “bakıcılar”a bırakıp “başkalarının” sorunlarıyla ilgilenmek olarak görülen İslâmî mücadeleye katılmak kadın için zorlu bir süreçtir. Bu nedenle önce kendini sonra da çevresindekileri ikna etmek gereğiyle boğuşur.Çocukların yaşadığı herhangi bir sorun, okul ortamında yaşadıkları uyumsuzluk, basit bir hastalık annenin kendini sorgulaması için yeterlidir; çeşitli etkinliklere katıldığı ve çocuğunu bıraktığı için mi yaşamaktadır bu sorunları? Sürekli anneleriyle olan çocukların hiç sorunları olmuyormuşçasına çevre bu soruya kocaman bir evet cevabı vermiştir.
Bu tartışmaların yaşanmasında çocuk, aile ve İslâmî mücadele bağlamında dengeyi kuramayan kadınların yanlışlarının payı bulunsa da görünen asıl sorun kadını anne ve eş olmanın ötesinde, değişimin bir unsuru olabileceğini yok sayan bir perspektifin varlığıdır. Kadının anne olmasını ön plana çıkararak onu aile sorumluluğu ile sınırlamak erkeği yalnızca aileyi geçindirme sorumluluğu ile sınırlamak gibidir.
Ayrıca üzerinde durulması gereken başka bir konu, çocukların yetiştirilmesinde ve modern hayatın kuşatmasına karşı korunmasında babanın da rol almasının gerekliliğidir. Zira ailenin ve çocukların ifsattan korunmasında anne ve baba birlikte çaba sarf etmeli daima istişare içinde olmalıdırlar.
Aile ve çocuklar, bir mümin için İslâmî sorumluluklarımız içinde bir alan olmalı, aile, eş ya da çocuk hayatımızın bütününü kuşatıp sınırlandırmamalıdır. Bu denge iyi kurulursa İslâmî dönüşümü hem ailemizde hem de yaşadığımız toplumda daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebiliriz.
Hülya ŞEKERCİ

GRUBA KATIL