İslam’da El-Velâ Vel-Berâ Akidesi
Arşiv Genel Yazarlar

İslam’da El-Velâ Vel-Berâ Akidesi

 

İslam’da El-Velâ vel-Berâ akidesi, tevhidin zırhıdır. Tevhidi koruyan ve onun zarar görmemesini sağlayan, müminin kavrayışına ve teslimiyetine göre güçlenen bir duruştur.

El-Velâ: Allah’a, Peygamberine, İslam’a ve Müslümanlara kalpten bağlılık göstermek; onları dost ve veli edinmek, onlara yardım ve destek olmaktır. Müslüman olduğunu iddia eden her kulun bu tavrı ve teslimiyeti, imanının gereği olarak yerine getirmesi gerekir. Allah’a velâ: Allah’ın emirlerine teslim olmak, O’nu birlemek ve her şeyden üstün tutmaktır. Peygambere velâ: Peygamberimizin sünnetine tâbi olmak, ona sevgi ve bağlılık göstermektir. Müminlere velâ: Müslümanları sevmek, onlarla dayanışma içinde olmak, onlara zarar vermemektir. Bu inanca sahip olanları Allah Teâlâ müjdelemektedir: “Allah’a, Resulüne ve iman edenlere dost olanlar… Biliriz ki galip gelecek olanlar, Allah’ın tarafında olanlardır” (Maide, 56).

El-Berâ: Allah’ın ve dininin reddettiği şeylerden, küfürden, şirkten, haramlardan ve İslam’la düşman olanlardan uzak durmaktır. Berâ, İslam dışındaki her şeye karşı bir duruş, bir tavırdır. Mümin, bu tavrı ortaya koymak zorundadır. Allah, bu kavramı ayetinde şöyle ifade eder: “İbrâhim’de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrâhim’in, babasına ‘Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah’tan sana geleceklere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur’ demesi başka. Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır” (Mümtehine, 4).

Şöyle bir benzetme ile meselenin idrakine daha iyi vâkıf olacağımızı düşünüyorum: Tevhid akidesini bir mücahit ya da bir savaşçı olarak düşünün; velâ ve berâyı da bu mücahidin giydiği zırh olarak hayal edin. Her tarafını kapatmış bir zırh… Bu zırhın sağlamlığı, kişinin el-Velâ ve el-Berâ akidesini ne kadar kavradığıyla doğru orantılıdır. Eğer bu akide iyi kavranmışsa, zırh o kadar sağlam olacak ve Tevhid akidemizi korumaya almış olacaktır.

Bizler, kesinlikle el-Velâ ve el-Berâ akidesinde çok katı ve kararlı olmalıyız. Çünkü buradan açılacak olan bir gedik, tevhid inancımıza zarar verecektir. Tabii bu katılık, haddi aşmak değil; Allah’ın bize emrettiği şekilde davranmakla gerçekleşecektir. Akidevi bir mesele olduğu için gevşekliğe gelmez. Diğer ibadetlerde gevşekliğimiz, tembelliğimiz olabiliyor; bu durum akidemize zarar vermez. Ama el-Velâ ve el-Berâ akidesinde zafiyet veya kayma, Tevhid akidemize zarar verecektir ve sapmaya neden olacaktır.

Her inancın, her davanın ve her ideolojinin aslında bir velâsı ve berâsı vardır. Siz eğer bir davayı savunuyor ve onu hâkim kılmak istiyorsanız, karşınızda mutlaka düşman göreceksiniz. Onların da kendilerine göre beşerî ahlak anlayışları ve mücadele şekilleri olacaktır. İslam’daki el-Velâ ve el-Berâ ise ilahî ahlak ve mücadele öğretisine sahiptir. Emir ve yasaklar, Allah tarafından konulmuş ve iman edenlere sunulmuştur. Bu yüzden dostumuzu ve düşmanımızı Allah belirler. Bu meselede, iman edenler Allah’ın belirlemiş olduğu hudutların dışına çık(a)maz. Bu konuları başlıklar hâlinde inceleyeceğiz:

Kâfirleri Dost Edinmekten Nehiy

Allah, şöyle buyuruyor: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır” (Âl-i İmrân, 28). Allah, başka bir ayette şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar, birbirlerinin dostlarıdır. Sizden her kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Kalplerinde hastalık bulunanların, ‘Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün” (Mâide, 51-52). Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, kâfirlere karşı bizi uyarıyor; onlarla dost olmamızı, sevgi beslememizi, onlarla oturup kalkmamızı, Müslümanların sırlarını onlara vermemizi nehyediyor. Allah, onları veli edinmeyi açıkça yasaklıyor.

Tarih boyunca hakkın tarafı olanlar, zaten batılın tarafında olanlarla bir mücadelenin içinde olmuşlardır. Karşıda bir düşman var ve Allah onlara karşı bizi uyarıyor; bize onların hâllerinden, niyetlerinden bahsediyor. Yahudi ve Hıristiyan’ın dost olduğunu, birbirlerini desteklediklerini, İslam’a karşı güçlerini birleştirdiklerini haber veriyor. Onları dost edinenin ise onlardan olduğunu bildirmektedir. Kana bulanmış İslam coğrafyasının asıl katilleri bunlar değil mi? İman edenler bunlardan beri olmalı ve onları kesinlikle dost edinmemeli; kalplerinde onlara kinden başka bir şeye yer vermemelidir.

Peki, Kimdir Dostumuz?

Allah ayette şöyle buyurur: “Sizin dostunuz, veliniz ancak Allah’tır, Rasulüdür ve iman edenlerdir. Onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. Kim Allah’ı, Rasulünü ve iman edenleri dost edinirse bilsin ki üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır” (Mâide, 56). Selam olsun Allah’ın tarafını tutanlara, Rasulünü ve iman edenleri dost edinenlere. Yeter ki tarafımız belli olsun! Bu dünyada sıkıntı çekmişiz, Allah için parçalara ayrılmışız… İnanın ki bu, iman edenlerin ancak imanını artırır. Bizler, izzeti ve şerefi ancak Allah’ın yanında buluruz; arkalarına takıldıkları Allah düşmanlarının yanında değil.

Velâ ve Berâ akidesi, dinin kenarında değil, merkezindedir. Kavranılması ve amel edilmesi gereken önemli bir meseledir. Hangi mezhebe tâbi olduğunuz önemli değil; bu akîdevî mesele, bütün Müslümanları ilgilendiren bir meseledir. Bu akideyi kavrayanlar, her türlü zorluğu göğüslemiş ve sonucunu düşünmemiştir. Bunun en iyi örneklerini sahabe efendilerimizde görüyoruz. Dostluk ve düşmanlıkta, birinci dereceden akraban olsa bile tavır koymanı emrediyor İslam. Bedir Savaşı’nda Ebu Ubeyde bin Cerrah, babasıyla karşı karşıya gelmişti. Babası ilahlarını övüyor ve onu öldürmek için harekete geçmişti. Ebu Ubeyde bin Cerrah ise orada babasını öldürüyor. Babasından bahsediyoruz… İslam’dan önce, çocukluğundan Müslüman olana kadar en güzel anılarını belki de onunla yaşadığı; yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını çalışarak yerine getirdiği; “Büyüyünce ben de babam gibi olacağım” dediği kişi… Ne diyelim? Babasını, Allah’ın düşmanı olduğu için öldürüyor. Burada İslam düşmanlığı söz konusu ve söz konusu İslam ise, gerisi teferruattır.

Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah, babasıyla savaşmak istememiş, ondan çekilmiştir. Hz. Ebubekir’in sonrasında, “Bedir’de seni görseydim, hiç şüphesiz öldürürdüm.” demesi, Velâ ve Berâ akidesine ne kadar bağlı olduğunu gösteriyor.

Hz. Ömer de dayısını öldürmüştü. Mus’ab bin Umeyr, esir düşen kardeşini bağlayan sahabeye, “Ey kardeşim! Onun ellerini sıkı bağla, onun annesi zengindir, iyi fidye alırsın.” demiştir.

Daha Peygamber Medine’ye gelmeden, Müslümanların kalbinde ona karşı sevgi ve muhabbet oluşmuştur. Aynı zamanda düşmanlarına karşı da kin ve öfke birikmiştir.

Ensar’dan iki genç, Ebu Cehil’e karşı kin ve öfkeleri birikmiş; Rasulullah’a yaptıklarının hesabını sormanın, onu öldürmenin sancısını çekiyorlardı. Bedir Savaşı’nı onlara nasip eden Allah, bu fırsatı onlara vermişti. Sanki Allah, onlara: “Alın size fırsat! Bakalım söylediklerinizde samimi misiniz?” der gibi bu anı onlara nasip etmişti.

Ensar’dan olan Muaz bin Amr b. Cemuh ve Muavviz bin Afra, henüz 13-14 yaşlarında olan bu gençler, Ebu Cehil’i aramaktadırlar. Daha önce görmedikleri için Ebu Cehil’i, Abdurrahman bin Avf’a sorarlar: “Amca, Ebu Cehil hangisidir? Onu gördüğümde tanıyayım, çünkü onu öldürmek istiyorum.” Abdurrahman bin Avf sorar: “Evladım, Ebu Cehil’i neden öldürmek istiyorsun?” Şöyle cevap verir: “Çünkü Rasulullah’a çok eziyet etti. Onu öldürerek Allah’a yakınlaşmak istiyorum.” Abdurrahman bin Avf, Ebu Cehil’i gösterince, ikisi de onun üzerine atılarak onu ağır bir şekilde yaraladılar. Bir rivayete göre öldürdüler, diğer bir rivayete göre de Abdullah bin Mes’ud onu son darbesiyle öldürür.

Dostluk ve Takiyye (korku sebebiyle) Arasındaki Fark:

Ayette şöyle buyrulmaktadır: “… Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır…” (Âl-i İmrân, 28). İbn Kesîr tefsirinde şöyle ifade ediyor: “Her kim ki beldelerde ve zamanlarda onların (kâfirlerin) şerrinden korkarsa, zahiri olarak takiyye içine girebilir. Nitekim Buhari, Ebu’d-Derdâ’dan rivayetle şöyle der: “Bizler, öyle kavimlerin yüzüne dişlerimiz görünecek şekilde tebessüm ederiz de kalplerimiz onları lanetler.”

Sevrî de, İbn Abbas’tan rivayetle şöyle der: “Takiyye, amelle değil; dil iledir.” Peygamberler takiyye yapmazlar ama hikmetli veya zararı kendilerinden def etmek için birtakım davranışlarda bulunurlar. Bir hadiste, Peygamberimiz, Hz. Âişe‘nin yanında otururken bir adam çıkagelir. Peygamberimiz onu uzaktan görünce şöyle buyurur: “Bu adam ümmetimin en şerlilerindendir.” Adam huzura geldiğinde ise Peygamberimiz, ona gayet yumuşak davranır, tebessüm eder, güzel sözler söyler. Adam gidince, Hz. Âişe dayanamaz ve sorar: “Ya Resulallah! Onun hakkında böyle söylediniz ama geldiğinde ona güzel davrandınız, gülümsediniz?” Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ey Âişe! Kıyamet günü insanların en kötüsü, insanların şerrinden korunmak için onunla iyi geçinen kişidir” (Buhari).

Devlet yönetmek, savaşmaktan daha zordur. Bugün savaşarak devletlerini kuran, devletleşmeye çalışan Afganistan ve Suriye gibi örnekler vardır. Diplomatik ilişkilerde düşmanlarının elini sıkıp gülümsemeleri bizleri yanlış düşüncelere sevk etmemelidir. Kılıçla alınmış bir devletin, gülümseyerek el sıkarak taviz vermesi beklenemez. Devlet yönetiminde ve uluslararası politikalarda fıkıh geniş tutulur. Elbette ki takiyye, ümmetin bir kuvvetinin olmadığı bu zamanda sıkça başvurulan bir eylemdir.

Kâfirlere Buğz Etmek ve Onlara Muhabbeti Bırakmak:

Allah, kendisine ve Resûlüne karşı çıkanlara sevgi beslemekten bizi nehyeder. Allah şöyle buyurur: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğu, Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelenlerle dostluk eden görmezsin. Onlar, babaları, oğulları, kardeşleri yahut aşiretleri de olsa…” (Mücâdele, 22). Bu ayet, Allah’ın kendisinden razı olduğu sahabilere inmiştir. Çünkü onlar kim olursa olsun, Allah’a düşmanlık etmiş ve savaşmış ise onlara da düşmanlık etmiş; onlarla savaşmış, öldürmüş veya öldürülmüştür.

Babasını öldüren Ebu Ubeyde bin Cerrah, oğlunu öldürmeyi düşünen Hz. Ebu Bekir, kardeşini (Ubeyd bin Umeyr’i) öldüren Mus’ab bin Umeyr, akrabasını öldüren Hz. Ömer, Hutbe’yi, Şeybe’yi ve Velid bin Utbe’yi öldüren Hamza, Ali ve Ubeyde bin Hâris… İşte Allah’ın razı olduğu, yeryüzünün yıldızları… İşte bu yüzden onlar, Peygamberimizin buyurduğu gibi gökteki yıldızlar gibidirler. Onlar, bu dinin fedaileriydi. Onlar, bu dinin öncüleriydi. Oturdukları yerden edebiyat kasanlardan değillerdi.

Allah bir ayette şöyle buyurur: “İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır…” (Mümtehine, 4). Başka bir ayette: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin…” (Mümtehine, 1). Bu sûrenin baş tarafının nüzûl sebebi, Hâtıb bin Ebî Beltea hadisesidir. Peygamberimizin Mekke’ye sefer düzenleyeceği bilgisini bir kadın vasıtasıyla Mekke müşriklerine bildirmek istemiştir. Cebrâil (as), bunu Peygamberimize haber vermiştir. Hz. Ali ve birkaç sahabeyle birlikte, Peygamberimiz kadının olduğu yere onları göndermiştir. Hz. Ali, mektubu alıp Peygamberimize getirmiştir. Peygamberimiz, ona: “Ey Hâtıb, bu nedir?” diye sorunca, o da: “Benim hakkımda karar vermekte acele etme! Ben Kureyşlilerden değilim. Mekke’de ailemi koruyacak kimse olmadığı için onları koruyacak bir güç oluşturmak istedim” demiştir. Peygamberimiz de: “O size doğru söylüyor” buyurmuştur. Hz. Ömer: “Bırak da şu münafığın boynunu vurayım!” demiştir. Peygamberimiz de: “O, Bedir Savaşı’na katıldı. Bilir misin, Allah, Bedir savaşına katılanlar için: ‘İstediğinizi yapın, ben sizi bağışladım’ demiştir” buyurmuştur.

Allah, kâfirlerle samimi olmamamızı emrediyor. Bu, ümmetin maslahatını ilgilendiren önemli bir meseledir.

Allah, Bize Kâfirlerin Müslümanlara Buğzettiğini Haber Verir:

Rabbimiz buyuruyor: “Ne kitap ehlinden inkâr edenler, ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler” (Bakara, 105). “Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirginleştiği hâlde, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler” (Bakara, 109). Rabbimiz, bu ayetlerde, kâfirlerin bize karşı olan düşmanlıklarını açık bir şekilde bildiriyor. Onlara karşı uyanık olmamız ve tuzaklarına karşı dikkatli davranmamız konusunda bizi uyarıyor. Başka bir ayette Allah şöyle buyurur: “Sen, dinlerine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır” (Bakara, 120). Onların dinine girmedikçe, onların hizmetkârı olmadıkça, kuklası olmadıkça asla razı olmazlar. İman edenlerin hiçbir şekilde düşman olamayacağını Allah, açıkça bildiriyor: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırsa, aralarını düzeltin… Müminler ancak kardeştir” (Hucurât, 9-10).

İbn Teymiyye şöyle der: “Mümine düşen, Allah için dostluk ve düşmanlık etmektir. Eğer yanında bir mümin varsa, kendisine zulmetmiş olsa bile ona dostluk etmesi gerekir. Çünkü zulüm, iman kardeşliğinden gelen dostluğu iptal etmez.”

İslam’a Karşı Savaşmayanlara Karşı Tavır:

Allah, ayette şöyle buyurur: “Allah, sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızdan ve onlara adaletle davranmanızdan men etmez. Şüphesiz Allah, adaletli olanları sever” (Mümtehine, 8). Tarih boyunca İslam sancağı altında yaşayan farklı inançlara sahip insanlar, rahat, adil ve özgür bir şekilde yaşamışlardır. Bunu, bize dinimiz emretmektedir. İslam, ezilen bedenlerin ve hapsedilmiş ruhların kurtarıcısı olmuştur. Burada istenilen şey, İslam’a karşı savaşmayanlara adil davranmak, onlara zulmetmemektir.

Önemli Makamlara Kâfirleri Atamaktan Nehiy:

Bu konuda farklı görüşler vardır; ihtilaflı bir meseledir. Ancak âlimlerin ittifak ettiği konu, önemli mevkilere kâfirlerin getirilmemesidir. Peygamberimiz, hicret sırasında, yol rehberi olarak bir gayrimüslimden faydalanmıştır (Teknik bilgi olarak yararlanmıştır). Kurtubî, şöyle der: Hz. Ömer’in şu sözü rivayet edilir: “Kitap ehlinden yardım almayınız; çünkü onlar rüşveti helâl görürler. Onların yerine, elinizin altında bulunan Allah’tan korkanlardan destek alın.” Hz. Ömer’e denildi ki: “Burada kalemi çok kuvvetli ve yazısı herkesten iyi bir Hristiyan var, senin için kâtiplik yapsın mı?” Hz. Ömer, dedi ki: “Müminler dışında kimseyi dost ve dayanacak kimse edinmem. Zımmîleri yazışma işlerinde kullanmak câiz değildir. Aynı şekilde onları alışveriş ve tasarruf işlerinde vekil edinmek de câiz değildir.”

Hz. Ebû Bekir, riddet ehli (dinden dönenler) arasında bulunan hiçbir kimseye görev vermemiştir. Bazen kurulan devletlerin jeopolitik (coğrafi konumu) ve jeostratejik (askeri zayıflığından ve teknik zayıflık açısından) konumlarından dolayı, yönetimlerinde becerilerinden ötürü gayrimüslimlere görev verilebilmektedir. Teknokratik (teknik ve uzmanlık yönetimi) bir yapı da zaman zaman ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, Suriye.

Kâfirlere Dostluk Eden Münafıkların Durumu:

Allah, buyuruyor: “Şüphesiz, iman eden, sonra inkâr eden, sonra yine iman eden, sonra yine inkâr eden ve sonra inkârda ileri giden kimseleri Allah ne bağışlayacak ne de onlara doğru bir yol gösterecektir” (Muhammed, 25-26). Onlara, Allah’ın emir ve yasakları ağır gelmiş, nefislerinde bir yük gibi görünmüştür. Kalplerine iman girmeyen bu bedbahtlar, kendi emellerine ulaşmak için kâfirlerle birlikte hareket etmiş ve onlarla beraber İslam’a karşı savaşmışlardır.

Hatırlayalım:

Afganistan’da ABD ve NATO ile birlikte kimlerin olduğunu,

Çeçenistan’da Rusların köpekliğini yapan Kadirov’u,

Irak’ta mücahitlere karşı savaşan Şii ve Peşmergeyi,

ABD’ye kendi ülkelerinde üs açtıranları ve bu üslerden kalkan F-16’ların Müslümanları nasıl öldürdüğünü,

Somali’de, oranın has evlatları olan, İslami nizam için savaşan yiğitlere karşı savaşan demokrasi sarhoşlarını ve onları eğitenleri de hatırlayalım.

İsrail’in zulmüne sessiz kalan, “üç maymunu” oynayan kukla yönetimler, Filistin’i yalnız bırakmıştır. Tepkileri kınamaktan öteye geçmemiştir. Zaten onların derdi Filistin’i korumak değil, İsrail’i korumaktır. Çünkü yükselen bir İslam, onların sonu olacaktır. Bunu onlar da çok iyi biliyorlar. Kâfiri de münafığı da yükselen bir İslam’ın onların sonu olacaklarını biliyor ve bunun için dünyanın parasını harcıyorlar.

İslam Beldesi Ele Geçirildiğinde Kâfirlere Karşı Cihad

İslam beldelerine giren kâfirlere karşı savaşmak, cihadın bir çeşidi olan “def’ savaşı” yapmak, icmâ ile vaciptir. Kendi evinize bir hırsız girdiğinde ya da bir saldırı olduğunda, ailenizi korumak için canınızı bile verir, mücadele edersiniz. Bu mücadele, sizin en meşru hakkınızdır. Aynı şekilde, kâfirlerin bizim canlarımıza kıymasına, kutsallarımıza saldırmasına, namuslarımıza el uzatmasına asla müsaade etmeyiz, etmemeliyiz.

Sarayın âlimleri her ne kadar bizleri cihattan uzaklaştırmaya çalışsa da, bizler bu tuzağa düşmemeliyiz. Çünkü bunlar, bizim gerçeğimizdir. Ve biz, gerçeğin farkındayız. İslam beldelerinde şeriat kaldırılıp yerine başka anayasalarla yönetilmeye başlandığında, o belde tekrar İslam ile yönetilinceye kadar cihad edilir. Elbette bu cihat, davet ve tebliğ şeklinde de olabilir; kıtâl (savaş) şeklinde de olabilir. Bu, o beldedeki Müslümanların kuvvetine ve geldiği aşamaya göre değişir.

Son Olarak;

Bugün maalesef ümmet paramparça ve birbirlerine düşmanlık eder olmuş. Velâ ve Berâ akidesi, rotasını şaşırmıştır. Yüzünü batıya döndüğünde gülümseyen, doğuya döndüğünde ise somurtan büyük bir kalabalık yığını haline geldik. Tevhid akidesi ile birlikte Velâ ve Berâ akidesini de yitirmiş bulunmaktayız. Müslümanların birbirlerine kin ve nefretle baktığı çağımızda, kâfirlerden medet umar hâle geldik.

Okul önlerinde, kapalı çarşaflı bacıların çocuklarına “atam izindeyiz” tişörtlerini giydirdiklerini, sözde muhafazakârların anıtkabir türbesini ziyaretlerini maalesef ki görüyoruz. Müslümanların, sürekli hırsız kovalar gibi birbirlerinin ayıplarını, kusurlarını, hatalarını kovaladıklarını da görürüz. Dışarıdaki düşmanlar ile uğraşmak için pek vaktimiz olmuyor. Velhasıl, bize lazım olan sağlam bir Tevhid akidesi ve el-Velâ ve el-Berâ akidesidir.

Bir hocanın beni etkileyen bir örneğiyle bitirmek istiyorum: Timsah ile kaplanın birbirini avlama mücadelesi… Timsahın kaplanı avlayabilmesi için, kaplanı suya çekmesi gerekiyor; çünkü suda daha güçlü. Kaplanın ise timsahı avlayabilmesi için timsahı karaya çekmesi gerekiyor; çünkü kaplan, karada daha güçlü. Maalesef bugün bazı cemaatler, hocalar ve liderler timsahın gözyaşlarına kanıp suya girdiler. Ya da timsahı avlayabilmek için suya girdiler ve avcı iken av oldular. Ya kaybolup gittiler ya da sistemin bir parçası oldular.

Rabbim, kendisinin düşmanlarını düşman bilmeyi, dostlarını dost bilmeyi bizlere nasip etsin. Âmin.

Rüstem AYILMAZDIR

GRUBA KATIL