İran ve Hizbullah’ın Dünü-Bugünü
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

İran ve Hizbullah’ın Dünü-Bugünü

1987 Kasım ayının son günleri idi. Kuzey Tahran’ın Şah’tan kalan görkemli kongre salonunda ‘Hac’ konusu tartışılıyor ya da ‘Hac Kongresi’ gerçekleşiyor. Dünyanın birçok yerinden, çeşitli ülkelerden Hac kongresine yoğun bir ilgi ve katılım var. Merhum Kelim Sıddıki, Şeyh Fadlallah, Şeyh Said Şaban, Mevlana Nasrullah Mansur gibi. Bir de bunların yanı sıra halen hayatta olan ve o zamanlar daha genç ve dinamik konumda olan Hasan Nasrallah ve Şeyh Mahir Hammud gibi isimler.. Tabii ki Şeyh Türe gibi yaşayıp yaşamadığını bilmediğim nice şahsiyetler de adı geçen kongredeydi.

Dışarıda yer yer Saddam’ın füzeleri patlıyor, İran-Irak savaşı bütün şiddeti ile devam ediyor. Ama ne gam! Bizler Hac Kongresine katılan dünya Müslümanları kendi işimize bakıyoruz. Mekke ve Medine’yi işgalden kurtarmayı düşünüyor ve tartışıyoruz. Zira Suudi yönetiminin 31 Temmuz 1987’de gerçekleştirdiği ‘Mekke Katliamı’ bizlere Mekke ve Medine’nin işgal altında olduğunu hatırlatmıştı!

Ne güzel değil mi? 31 Temmuz 1987’de Mekke’de gerçekleştirilen ve toplamda 780 civarında hacı adayının hayatını kaybettiği ve bunların 421’inin İranlı olduğu katliam bütün Dünya Müslümanlarını ayağa kaldırmış ve katliam çeşitli şekillerde kınanmış, Suud yönetimi protesto edilmiş ve bunların ardından da Kasım 1987’de Tahran’da birçok âlim ve kanaat önderinin katılımı ile ‘Hac Kongresi’ tertiplenmişti. O günlerde hayatta olan İmam Humeyni’nin hem; ‘Tevhid’de Vahdet’ hem de ‘Ümmet Bilinci’ kongreye damgasını vurmuştu. Zira İmam, zaten kendi kayıplarını öne çıkartmıyor ve tüm ümmetin kayıplarını, maddi ve manevi kayıplarını gündeme getiriyor, bununla da yetinmiyor dünyanın neresinde bir mustazaf var ise onun da derdini dert ediniyordu. Üstelik de bunların bırakınız Şii ya da Sünni olmasını, Müslüman olmayanlarının bile tasası ona düşüyordu ve İmam’ın bu tasası, İslam Devrimi’nin evrensel işlevi 4 Haziran 1989’da vefatına kadar sürdü. Ya sonrası?

Adı geçen Hac Kongresinde Mekke olaylarının neredeyse birinci derecede görgü tanığı olduğum için ve bu tanıklığım olaylardan hemen sonra Türkiye’ye dönünce çeşitli yayın organlarında ifade ettiğimden dolayı Kongre’ye ben de davet edilmiştim. Bilhassa o dönemin önemli dergilerinden olan AYLIK DERGİ ve Zaman Gazetesi genişçe bir şekilde Mekke olaylarını benim ağzımdan okuyucularına duyurmuştu.

Kongrede oturum başkanlığını merhum İslami Tevhid Hareketi Lideri olan Şeyh Said Şaban’ın yaptığı oturumda; ‘Mekke’de Neler Oldu?’ başlıklı bir tebliğ sunmuştum. Tebliğde olayları tüm ayrıntılarıyla anlattığım ve diğer görgü tanıklarının da anlatımları ile örtüştüğü için, tebliğ bir hayli ilgi görmüştü. Oturum bittikten sonra otele döndük. Konyalı arkadaşım Rıza Haybatöz ile asansöre yöneldik ve asansörde Hasan Nasrallah ve bir arkadaşı ile karşılaştık. Nasrallah arkadaşına beni tanıtırken; ‘Türkiye’nin Mücahidi’ diye tanıttı. Doğrusu sıcakkanlı, genç, dava adamı izlenimi veren bir kişilik sergiliyordu. Nitekim o tanışıklıktan sonra onu ve yaptıklarını hep takip ede geldim. İmam’ın vefatının birinci yıldönümünde de merhum Ercümend ÖZKAN ile birlikte yine Tahran’da Nasrallah ile karşılaşmıştık. Hatta ısrarla hem ÖZKAN’la hem de benimle röportaj yapma teklifinde bulundu. Ercümend Bey’le yaptılar ama doğrusu o röportajı yayınlayıp- yayınlamadıklarını bilmiyorum. Belki de yayınlamamışlardır. Zira Ercümend Bey’in o seyahatte İranlıların, Şia’nın hoşuna gitmeyecek bazı sözleri olmuştu. Mesela Beheşt-i Zehra mezarlığını gezerken Bahonor, Ali Recai, Beheşti, Talagani gibi şahsiyetlerin mezarlarını göstererek: ‘Bunlar adam gibi adamlardı, geride kalanlar curuf.’ demişti. Keza rehberiyet makamına yeni oturmuş olan Ali Hameney’in makamına vardığımızda istisnasız onun, salona girişinde herkes ayağa kalktı ama merhum ÖZKAN kalkmadı ve ‘ben bu çapsız adam için ayağa kalkmam’ dedi. Yine aynı seyahatte İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin birinci yardımcısı’nın verdiği bir yemekte Selehaddin EŞ’in sorduğu bir soruya merhum Özkan, Hz. Hüseyin (ra) nedeniyle Şia eleştirisini biraz yüksek sesle dile getirdiği için, salon görevlileri tarafından uyarılmıştık. Bilhassa eski İstanbul Başkonsolosu Zencani bir hayli çaba sarf etmişti ikna için..

Sonra Hasan Nasrallah’ı 2006 Temmuz’unda İsrail-Hizbullah savaşında gördük. Yüreklerimize su serpen bir yaklaşımla İsrail’e karşı müthiş bir direniş sergiledi. Ben, Mehmet Bekaroğlu, Ertuğrul Günay ve daha birçok arkadaşla o sıralar Suriye gezisindeydik. Şam’ın, Halep’in ve diğer görebildiğimiz tüm Suriye yerleşim birimlerinin işyerlerinde, evlerinde Hasan Nasrallah’ın posterleri, Hizbullah’ın bayrak ve flamaları dalgalanıyordu. Şii-Sünni, Arap-Arap olmayan, Müslüman-Hıristiyan hemen hemen tüm Suriyeliler Hasan Nasrallah’ın ve onun mücadelesinin yanında yer alıyordu. 2006 İsrail-Hizbullah savaşının da aslında önemli nedeni, İsrail’in Filistinlilere saldırı ve katliamı idi ve Nasrallah bu yüzden bu savaşa girmişti. Hani Başbakan Erdoğan der ya: ‘Nereden nereye..’ Aynen öyle. Düşünüyorum, bu ümmetin kahir ekseriyeti 11 Şubat 1979 İran İslam Devrimi’ni Allah rızası için destekledi, dua etti. Emperyal güç odaklarının ortaya koyduğu İran-Irak savaşında birlikte ağladık, Saddam canisine birlikte kin besledik. Halepçe katliamında kimyasal silahlarla öldürülen 5.500 Halepçe’li Kürt kardeşimize birlikte ağıt yaktık. Irkını, mezhebini hatırlamadık bile.

Şimdi sormak lazım Ey Nasrallah, Ey Ali Hamaney, Ey Velayeti, Ey Burucerdi, Ey Muhsin Rızai! Size ne oldu, siz dün tüm gücünüzle kalbinizle mazlumların yanında, zalimlere karşı mücadele verirken, bugün niçin zalimlerin yanında, mazlumların katline destek veriyorsunuz? Dün mü yanlış yaptınız, yoksa bugün mü yanlış yapıyorsunuz? Yoksa Humeyni ile birlikte devrimin net duruşu da mı öldü? Yoksa dün takiyye mi yapıyordunuz!…

Arap Baharı ve ona ilişkin gelişmeleri tenkit edebilirsiniz. Bizler de yapıyoruz. Bu bahar’ın bir İslam baharı olmasından çok Ali Bulaç’ın ifadesiyle: ‘Arapçada söz konusu köklü, derin ve kapsamı hayli geniş alanları içine almakta olan olayları ifade etmek üzere kullanabileceğimiz zengin bir kelime var: “İNFİCAR” …. Terör “İrhab” ise terörün yöntemi ve tarzı olan patlamalar da “İnficar”dır. Fakat Ortadoğu’daki derin toplumsal olayları sadece terörle ifade edemeyiz. Baskıcı siyasi rejimlere karşı isyan, kitlesel ayaklanmalar, “Yeter” diye yükselen feryatlar; ekonomik sefalet, petrol zenginlerinin sefahatine, Şeyh ve Kralların aldırışsızlığına, adaletsizliğe başkaldırı ve başta Amerika olmak üzere Batı’nın desteğinde İsrail’in ayaklar altına aldığı gururun ayağa kalkması ancak bu kelime ile ifade edebileceğimiz toplumsal ve siyasi patlamalardır…’ (Zaman 19.05.2013)

Maalesef, birçok olayda olduğu gibi Arap Baharı konusunda da herkes kendi beklentisine göre yorum yapıyor ve olayları değerlendiriyor. Arap Baharı önderleri olayların despot yönetimlere başkaldırı olduğu, bu yönetimlerin yerine insan haklarına saygılı, demokratik yönetimlerin ikamesinin söz konusu olduğu gerçeğini vurgularken, bir kısım Müslümanlar onlara adeta: ‘Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duymuyor, Bu bahar İslam baharı’dır, bu bahar intifadadır.’ demeye çalışıyorlar. Doğrusu ben, önce bir insan olarak, sonra da bir Müslüman olarak despot yönetimlere başkaldırının da hürmete değer olduğunu düşünüyorum ve kabul ediyorum.

Hiçbir stratejik gerekçe ne dün ne bu gün ne de yarın masum, mazlum insanların katline ‘evet’ dememizi gerektirmez. Eğer bizler mezhebimiz, ırkımız ne olursa olsun, hangi mülâhaza ile olursa olsun zalimlere meyledersek, onlara destek verirsek; o ateş bizi de sizi de yakar. Eğer bir kimsenin ya da grubun mezhep anlayışı, ırkî aidiyeti çeşitli mülâhazalarla kişi ya da kişileri zalime destek vermeye sevk ediyorsa batsın o mezhep anlayışı, yerin dibine girsin, Allah o anlayışa lânet etsin.

İran, İslam adına devrim yapmış bir devlet, Hizbullah İslam adına gerçekleşen devrimin ileri karakolu. Bir kişi ya da kurumu, devleti, kendilerini nispet ettikleri aidiyete göre sorgularız. Gerek İran ve gerekse Hizbullah kendi aidiyetlerinin İslam olduğunu söylüyorlar. Bizler de iyi niyetle onların İslam’a göre davranışlarını kritik ediyoruz ve dün İslam adına ümmet bilinci içerisinde ‘Tevhid’de Vahdet’ prensibi doğrultusunda, ‘ne Şiilik, ne Sünnilik, ancak İslam’ düsturuna uygun olarak ortaya koyduklarını Allah rızası için destekledik, alkışladık, dua ettik.. Ama bu gün ortaya çıkan manzarada yukarıdaki saydıklarımızın hiçbirisi ön plana çıkmıyor. İslam, Şialığın dolgu malzemesi, Şia’lık özne, İslam nesne konumuna gelmiş gözüküyor, mazlumlar katil, katiller mazlum kabul ediliyor. Allah’ın dostlarını sevindirmek dışlanıyor, Allah’ın düşmanlarını sevindirmek öne çıkıyor. Dünya Bülteni’nde Robert D. Kaplan imzasıyla bir makale yayınlandı.(21.05.2013) Yazar ilgili makalede diyor ki: “İran’ı mağlup etmeyin, Şiilik Amerika’nın hasmı değildir. İran’a karşı Sünni Arap ülkelerinden yana olmak ya da bunun tam tersini yapmak uzun dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarına değildir.” Suriye’de yaşananlar, Suriye özelinde İsrail’in güvenliği için Müslümanların da iktidar alternatifi olmaktan uzaklaştırılmasıdır. Nasıl ki İran İslam Devriminden sonra İran’ı İslam bütünlüğü içerisinde geleceğe taşıyacak İslâmi beyinler birer birer, yetmedi sekiz yıl süren İran-Irak Savaşında kitleler halinde yok edildi ise, bugün de Suriye’de Suriye halkına Allah rızası için hizmet edecek, Baas sonrası Suriye’yi kucaklayacak saygın ve muvahhid insanlar yok edildi-yok ediliyor. Küresel güç odakları, İsrail ve onların yandaşları görevlerini yapıyorlar. Ali Hamaney eserlerinden dolayı mutlu olsun. Ama n’olur, Allah rızası için biraz da düşünsün ve İmam’ın bıraktığı ümmet mirasına sahip çıksın!…

Sonuç; 3, 4, 5 Mayıs tarihlerinde Ankara’da İlim Dallarının Düşünce Temellerini Araştırma Enstitüsü 1. Uluslararası Kur’an’ı Yeniden Düşünme İlmi Toplantısı gerçekleştirildi. Yaklaşık bu toplantıda 50 tebliğ sunuldu. Tebliğcilerden yedisi İranlı akademisyenlerden oluşuyordu. Doğrusu bu akademisyenlerden başta Prof. Mahdavi, Prof. Tabatabai, Dr. Canan Azadi olmak üzere ümit verici, bütüncül İslam anlayışını öne çıkaran, mezhebî motifleri Kur’an’ın gerisine atan tebliğler dinledik. Onlardan birisine sorduk, zira tebliği o kadar güzeldi ki, Kur’an’ın onayını almayan bir yaklaşım yoktu. Sorumuz şöyle idi: ‘İmam Humeyni Devrimi gerçekleştirirken ve devrimden sonra Tevhidde Vahdet ile Daruttakrib konularını öne çıkartmıştı. Bu günkü İran yönetiminde bu iki hususun yeri neresidir? Cevap çok ilginçti: ‘Maalesef şimdi mezheb’te vahdet öne çıkmış gözüküyor.’

Yine bir başkasına soru: ‘Siz tebliğinize Müslüman’ın itikadı vahye dayanmalıdır. Geçmişin ya da ebeveynlerimizin ortaya koydukları ile din, akide oluşturulamaz dediniz. Bu görüşünüz Kûm anlayışı ile örtüşmüyor. Bu konuda onları etkileyemiyor musunuz?’ O’nun da cevabı ilginçti: ‘Var güçleriyle onlar bizi etkilemeye çalışıyorlar…’

Bunları şunun için anlatıyorum; Özellikle İranlı akademisyenlerde gördüğüm mezhepler üstü İslam anlayışı beni İran ve İslam konusunda birazcık ümitlendirdi, sevindirdi. Bunu da sizlerle paylaşmak istedim. Diğer yandan Suriye özelinde Irak ve Lübnan’ı etkisi altına alan mezhep çatışmaları da tüm hızıyla devam ediyor. Hasan Nasrallah gayet açık bir şekilde İsrail faktörünü dile getirerek Kuseyr cephesinde Suriye ordu birlikleri safında Özgür Suriye Ordusu ya da Nursa Cephesine karşı savaştıklarını söylüyor. Ve tabii ki bu arada onlarca Hizbullah askeri Suriye’de ölüyor-öldürülüyor. O ölenler pırıl pırıl gençler, biz onları İran-Irak Savaşında da tanıdık, 2006 Temmuz savaşında da tanıdık. Onlar stratejik olarak mükellef olmayabilirler ama Nasrallah, Ali Hamaney, Velayeti vd. mükelleftirler. Keşke Şeyh Fadlallah’ın oğlu Ali Fadlallah’ın basiret ve mükellefiyet anlayışını onlar da paylaşsa..

Haziran ayı İmam’ın ölümünün yıldönümü. 12-14 Haziran Cenevre Konferansı tarihi. Türkiye, İran, Hizbullah ve daha nice sorumluluk mevkiindeki insanlar ve ülkeler sorumluluklarını idrak ederek bu yangını bir an önce söndürseler. Ama yangın yakın zamanda sönmeyeceğe benziyor. Neredeyse sorumlular bir kova su yerine, bir kova benzinle olaylara yaklaşıyorlar. Beşşar Esed ve rejimi çökse de bu yangının alevi Irak ve Lübnan’ı kuşatacak gibi görünüyor. Nasrallah bir taraftan Suriye cephesinde savaşan Hizbullah militanlarına zafer vaad ederken; diğer yandan Kuseyr kasabasında ölen Hizbullah gençlerinin cenazelerini Sayda’lı Sünni’ler kendi mezarlıklarına defin izni vermediler. Yine haber ajanslarına düşen bir haberde Irak’lı bir Şii, öldürülen bir Şii karşılığı 50 Sünni’nin öldürülmesi gerektiği belirtiliyor. Oysa merhum İmam’ın İslam ortak paydasında tüm Şii ve Sünni dünyanın vahdeti için çabaları hiç mi hiç dikkate alınmıyor. İmam’ın Sayda merkezli Müslüman Âlimler Topluluğu ve onun başındaki Sünni kökenli Şeyh Mahir Hammud ve Şeyh Said Şaban’ın, Şeyh Fadlallah’ın birlikteliği Müslümanlar için ne güzel bir gelişmeydi. O topluluğun merkezi SAYDA idi. Heyhat! Şimdi Sayda vahdet’in değil, tefrika’nın merkezi olma yolunda.

Allah’ım, Sen, Sana inananlara basiret ver, Tevhid akidesi temelinde nusret ver. Ümmetin düşmanlarını değil, dostlarını sevindiren bir anlayış ve davranış sahibi olmasını nasip et!

Rabbim, Şia’nın ve Sünni dünyanın önderlerine senden gereği şekilde korkmayı nasip et.

Zalimleri, senin ve Senin mü’min kullarının düşmanlarını sevindirme Yâ Rab! (28.05.2013)

NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisinin 169.Sayısında (Haziran-2013) Yayımlanmıştır.

 

GRUBA KATIL