İmanın Tadı
Arşiv Yazarlar

İmanın Tadı

Enes İbni Mâlik’ten (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67; Tirmizî, Îmân 10).
İmanın tadını alan bir Müslüman, kesinlikle haramlara yaklaşmaz, Allah’ın emirlerinden taviz vermez ve Allah’ın azabından korkar. İmanın tadını tatmayı, şöyle açıklayabiliriz; iman ettiği için yaşantısından zevk alır, iyi veya kötü onun için fark etmez, her şart altında o iman sebebiyle güçlü durmaktır. Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez” (Tevbe 24). Yani Allah uğrunda çalışması, çabalaması tüm sevdiklerini gözden çıkarması demektir. Allah’a bağlılık, iman; her şeyden, her ortamdan, her konumdan vazgeçildiği zaman gerçekleşmiş olur. Dizisinden, takımından, sanatçısından, siyasi liderinden, şeyhinden, hocasından Allah’ın emirlerine ters düştükleri halde vazgeçemeyenler, kesinlikle imanın tadını tadamazlar. Mesela; mal, mülk, para, vatan, bayrak, lider Allah’ın sevgisinden öndeyse, Allah’ın emirlerinin önünde bu saydıklarım daha hoş geliyorsa Allah’a iman gerçekleşmiş olmaz. Mümin, kesinlikle Allah uğrunda ölmeli, Allah uğrunda tüm sıkıntılara göğüs germeli ve ona göre hareket etmelidir.
Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah´ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Al-i İmran 31). Yani bu ayetten anlıyoruz ki Allah’ı sevmek, Efendimize itaatten ve onun izinden gitmekten geçer. Allah’ı sevmek, onun emirlerine uymakla ve yasaklarından uzak durmakla olur. Allah’ı sevmek, onun sevdiklerini sevmek sevmediklerini de sevmemekle olur; yani Allah kâfirleri sevmez; Müslüman kişi eğer Allah’ı seviyorsa -ki bunun tersi bir şey beklenemez Müslüman’dan- o da kâfirleri sevmemeli, onlara sempati beslememeli ve onların yaptıklarını yapmamalı, onların her türlü adet, kural ve yasalarından uzak durmalıdır. Müslüman, hem Allah’ı sevdiğini söyleyip hem de onların adet, kural, yaşam tarzından vazgeçmiyorsa kesinlikle o, Müslüman yalancıdır. İnsanların emirlerini yapıp onların sözlerini, söylemlerini Allah’ın emirlerinden üstün görüp onlara itaat etmek, para uğrunda, soy sop uğrunda hiçe saymak, Allah’ı sevmemektir. Zora düştüğünde “Allah” deyip zor durum bitince Allah’ı tanımamak, sahtekârlıktır, iki yüzlülüktür. Allah’a sığınacağı yerde annesine, babasına, para ve güce sığınanlar, kesinlikle Allah’ı sevmemektedirler.
Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır: “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır” (Al-i İmran 14). Ayette geçen sevgiler/düşkünlük olacak elbette ama belli bir ölçüde. Rabbimizin emirleri doğrultusunda olmalı, mal ve mülk geçici nimetlerdir; eğer ki para, mal, mülk, kadın, dünya nimetleri Allah’ı unutturacak yani onun emirlerinden taviz verme noktasında ise bunlar, dünyada kalacak ve bir gün bitecek nimetlerdir. Asıl zenginlik ve mutluluk, Allah katındadır ve dönüş O’nadır; gerçek sevgi de Rabbimizin yanındadır. Bu, böyle bilinip böyle iman edilmelidir. Rabbimiz başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever” (Saf 4).
Rabbimiz, güzel konuşup da konuştuklarını icraata geçirmeyenleri sevmez. Günümüzde bakıyoruz, insanlar, öyle güzel konuşuyorlar ki ama hayatlarında, yaşantılarında maalesef İslam yok, disiplin yok, düzen yok, icraat yok! Maalesef yerine göre haramlara meyledebiliyor insanlar. Rabbimiz, bunları sevmediğini söylüyor; düzenli, disiplinli konuştuğunu uygulayan, hayatında yaşayan ve yaşatanları sevdiğini söylüyor; paramparça bir hayatı ve düzeni sevmez, düzgün, nizami savaşanları mücadele edenleri sever ve öyle ister. Dünya malına tapmış, tüm yaşantısı “dünyada malım, mülküm, param olsun” ifadeleri ile kaplanmış, Allah’ın emirlerinden bihaber yaşayanları sevmez Rabbimiz. Ölüm, her an aklımızda olmalı, ahiret hayatına her an gidecekmişiz gibi bir yaşantı içinde olmalıyız. Bu da saf ve temiz bir imanla olur. Kimler geldi ve kimler gitti bu dünyadan? Peygamberler geldi, hepsi öldü. “Onlara kalmayan dünya bana kalacak” diye zannedip kendini dünya için meşgul eden insan, aldanmaktadır. Firavun’a Nemrud’a, nice krallara, padişahlara kalmayan dünya, bir gün bitecek ve hiç kimseye kalmayacak! Onun için imanın tadını alarak yaşamalıyız bu dünyada. Rabbimizin rızasını kazanmak için yaşamalıyız.
6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta deprem oldu ve binlerce insan bir anda vefat etti, gerçek dünyaya göç ediverdiler. İmanı olanlar kurtuldu, imanı olmayan kurtulamadı; onun için hep tedbirli olmalıyız. Ömürlerini Allah için yaşayanlar, harcayanlar, o uğurda mücadele edenler, elbette kazananlar olacaktır. Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi, geniştir” (Maide 54).
İmanın tadını alan bir mü’min, gönlünde Allah’a, İslâm’a ve Efendimiz’e beslediği muhabbet ve sevgisi sebebiyle, yabancı görüş, düşünce ve ideolojilere heves etmez. Sağdan soldan esen fânî ve nefsânî rüzgârlara kapılmaz. Çünkü o, kendi inancının bütün inançlardan üstün olduğunu bilir ve bunun güveni, huzûru içinde yaşar. Nefsi mutmaindir ve gönül âlemi muhabbetle doludur. Bu sebeple, İslâm’dan başka hiçbir görüş ve düşünceye tenezzül etmez. Alnı açık bir şekilde inancını yaşar, bu hususta kimsenin kınamasına ve ayıplamasına da aldırmaz. Kim ne derse desin onu alakadar etmez. Müslümanlara yumuşak ve anlayışlı davranır, kâfirlere karşı imanları sebebiyle sert ve tavizsizdirler; ama günümüz Müslümanları tam tersini yapmaktadırlar maalesef. Kâfirlere hoş görünmek için bin takla atan Müslüman kimliğiyle gezenleri görmekteyiz; “çağdaş Avrupa”, “çağdaş Amerika” diyerek Müslüman kardeşlerini hor görürler Müslüman kardeşlerini kötülemek için İslam’a saldırılarını dahi maalesef görmekteyiz.
Allah’a ulaştıran iman; kalbi kuşatan ve refleks haline gelen imandır. Önemli olan imanın yukarıda da belirttiğim gibi sözde kalmayıp fiiliyata yansımasıdır. Allah, hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Bu nedenle Allah’ın kulları, nasıl hareket etmeleri gerektiğini bilip o doğrultuda Allah’ın rızasını kazanmak için çalışmalıdır. Hiçbir şey yapmaya güç yetiremeyen, en azından yapana engel olmamakla bir iş yapmış olur.
Müslüman, korku ve endişe taşımaz. Allah’a sığınır, davası Allah davası olduktan sonra yardımcısı da Allah’tır kuşkusuz. İmanın tadını almak da dünya sevgisi veya ölüm korkusuyla değil, Allah’a dayanarak yalnızca O’nun rızası için yaşamakla mümkündür.
Allah yolunda fedakârlık yapanlar, çok okuyan veya çok bilen kimseler değillerdi. Onlar; kaynamış kazanlara atılmayı, kılıçların altında parçalanmayı göze almış; yüreğinde heyecan ve teslimiyet taşıyan kimselerdi. Zira Allah, yapılan işe değil, yürekteki sevdaya bakar.
Asırlar önce Firavun’un sarayında yaşayan Âsiye’nin imtihanı ile günümüzde yaşayan Ümmet-i Muhammed’in imtihanı noktasında hiçbir fark yoktur. Sadece küfür, şekil değiştirmiştir. Önemli olan, zamanın Firavunlarına karşı Âsiyece bir duruş sergileyebilmektir. Allah’a teslim olmaktır. Allah’ın sevdiklerini sevip sevmediklerine de buğzetmektir. Bunları öğrenmek için Kur’an ve sünnetle iç içe olmalıyız. Yani Allah, sevdiklerinin sevdiğini sever, sevmediklerini de sevmez. Ebu Hureyre’nin (ra) rivayet ettiği hadis-i kutsi de Rabbimizin ifadelerini Resulullah efendimiz şöyle dile getirmiştir: “Allah, söyle buyurdu: Her kim benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Benim kulum, üzerine farz kıldığım şeyden daha sevgili hiçbir şey ile bana yaklaşamaz. Bir de nafileler ile kulum bana peyderpey yaklaşa yaklaşa nihayet öyle bir hale gelir ki ben onu severim. O zaman kulumun işitmesine vasıta olan kulağı, görmesine vasıta olan gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi, söyleyen dili olurum. Böylesi benden bir şey isterse mutlaka veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve siyanet ederim. Kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm gibi, faili olduğum hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Zira kulum ölümü istemez. Lakin hasbelkader ölmesine çare yoktur” (Buhari, Rikak, 7/190).
Rabbimizin söylediği dikkatinizi çekti mi? “Kulumun canını alma noktasında tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde tereddüt etmedim” diyor. Böyle bir Rabbimiz var. Bize, her açıdan acıyan ve merhametli bir Rabbimiz var; O’na tam iman etmeliyiz, imanın tadına varmalıyız. Acaba veli kullar kimler? Veli kullar da Kur’an ve sünnetle içli ve dışlı yaşayan kimselerdir. Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmayanlardır ve Rabbimize itaat edenlerdir. İtaat edilmeyen sevgi, yalan bir sevgidir. “Ben Allah’ı seviyorum” deyip de emirlerine gelince yan çizmek, sevgi değildir. Yani iman etmek ama gerçekten iman etmek; sadece lafta, yalnız temennide ve ağızda kalmayan bir imanın sahibi olmakla olur. Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İman; temenniden ve bir süsten ibaret değildir. Fakat o; gönülde karar kılar ve amel de onu yani imanı tasdik eder” (Camiu’s-Sağir, 2/134).
“Ben de Müslümanım, ben de Allah’ı seviyorum, ben de Resulullah’ı seviyorum” deyip de kâfir gibi yaşarsan bu söylemler boş olur. Rabbimiz, bir kimseyi sevmediği halde ben “Allah’ın sevgili kuluyum, Allah beni seviyor” demek de kuruntudan ibarettir. Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır: “Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz, Allah´ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O´nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah’a aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır” (Maide 18).
Ayette, şunların hadsizliğine bakıyor muyuz? Yahudiler, Hıristiyanlar hakları olmayan şeyleri istiyorlar hem Allah’a isyan edecekler, Peygambere isyan edecekler, ondan sonra sevgili kul olacaklar, öyle mi? Yukarıda belirttiğim (Al-i İmran 31’e) dikkat edelim, Rabbimiz ne diyor? Yani sevgi, eylem ister. Nelere? Allah’a ve Resule bağlılık ister, yasalarına, kurallarına uymasını ister, Allah’ı ve Rasulü hiçbir yere karıştırma düğününe, aile yaşamına, okuluna, siyasetine, tesettürüne, miras paylaşımına, ticaretine, örfüne, âdetine Allah ve Rasulü’nü karıştırma ondan sonra “ben iman ettim, iman ediyorum, çok seviyorum” de öyle mi? Önce adım atalım, sevgimizi gösterme eylemi gerçekleştirelim, sonra konuşalım olması gereken de budur.
Bir gün Hz. Ömer (ra.) elinde bir kısım Tevrât sayfaları ile Peygamber Efendimiz’e gelip, “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar, Tevrat’tan bazı kısımlar… Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım” dedi. Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah b. Zeyd (r.a), Hz. Ömer’e (r.a.), “Allah, senin aklını başından mı aldı? Resûlullah’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi. Hatâsını anlayan Hz. Ömer (r.a) hemen, “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed’den (s.a.v), önder olarak Kur’ân’dan râzı olduk” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da şöyle buyurdu, “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ (a.s.) aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz, ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim” (Ahmed, III, 470; Heysemî, I, 174. Krş. Dârimî, Mukaddime, 39/441).
“Mü’minler, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir” (Ahzab 6). İmanın tadını tatmak için Allah ve Resulünü sevmeliyiz, emirlerine tam manasıyla teslim olmalıyız ki sevgimiz gerçek olsun ve yerine otursun. Rabbimiz, bizleri imanın tadını alanlardan eylesin. Bizleri affetsin, bizlere merhamet etsin, günahlarımızı bağışlasın, ayaklarımızı dini üzere sabit kılsın. Âmin.
Emrah DOĞRU
Faydalanılan Kaynak:
Besairu’l- Ehadis (Ali Küçük)

GRUBA KATIL