Hayatımızda Söylem ve Eylem İlişkisi[1]
Bismillah, Elhamdulillah, Esselatu vesselamu ala Rasulillah…
Konumuzun başlığı, “Hayatımızda Söylem ve Eylem İlişkisi”. Peki, neden böyle bir konu hakkında konuşma gereği hissediyoruz? Birazdan bu meseleyle alakalı ayet ve hadislerden bahsedeceğiz mesela. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, neden böyle içtimai bir konuda dinin ana kaynaklarından referanslarla değerlendirmede bulunacağız? Çünkü bildiğiniz üzere ve sürekli tekrarladığımız üzere İslam, bizzat hayatın içerisinde olan bir dindir. Hakikati, hikmeti bizzat hayatın içerisinde aramamızı emreder. “Mecnun olup dağlara vurun kendinizi” demez, “aklınızı kullanın, düşünün, şöyle bir bakın etrafınıza ve deyin ki: Rabbimiz, şüphesiz bütün bunları sen boşuna yaratmadın!” “Karanlık dehlizlere kapanıp insanların arasından sıyrılın” demez, bizzat insanların içerisine karışın, her nerede olursanız olun adaletten ayrılmayın, iyiliği, birr’i, ma’rufu, merhameti, insanlar içerisinde hep diri tutun, kötülük ve fenalığa karşı insanları uyarın, şirkin ve zulmün yeryüzünden kalkması için çalışın” der. Yani Rabbimiz, öncelikle yeryüzünde tevhid inancının hâkim kılınması, ardından adalet temelli bir içtimai düzen imar edilerek hem fertlerin hem toplumun huzur ve sekinetinin tesis edilmesi adına çağları aşan ilkeler vaaz etmiştir. Bu ilkeler, ayet ayet yeryüzüne nazil olmuş, Rasulullah bizzat yaşantısıyla bu ilkelerin uygulanabilirliğini ortaya koymuştur. Gerek geçmişte, gerekse günümüzde şahid olduğumuz üzere, her ne zaman bu dinin ilkelerine sarıldı Müslümanlar, o zaman Allah’ın destek ve ikramını hissetmişlerdir. Ancak ne zaman da bu ilkeleri terk ettiler, o zaman zelil ve hakir düşmüşlerdir. Bugün de bu ilkeler doğrultusunda bir ahlak ve erdemlilik ölçüsünden bahsedeceğiz.
Hayatımızda söylem ve eylem ilişkisi denilince, bu ilişki aslında bir kişilik kriteri, insanlar arasındaki bir güven endeksidir aynı zamanda. İnsani ilişkilerde kişilerin eylem ve söylem tutarlılıkları ciddi bir öneme sahiptir. Bir kişinin gıyabında mesela “ikiyüzlünün teki”, “içten pazarlıklı” vs. gibi intibalar oluşmuşsa hiçbir sözüne güvenilmez ve itibar edilmez.
Çocuklarımız, bizim en sıkı takipçilerimizdir. Onlar bile hissettirmeden veya hissettirerek bizi sürekli test ederler bu hususta. En ufak bir tutarsızlığımızda hemen hatırlatıverirler. Tabi hayatımızdaki iman-amel noktasındaki tutarlılığımız, onların güzel ahlak sahibi olmaları açısından oldukça önemlidir. Hatta bugün tüm dünyada milyonlarca genci ateizm, deizm, nihilizm vs. gibi çeşitli inanç çukurlarına sürükleyen sebeplerden biri belki de en yakın çevresindeki insanların bu söylem-eylem uyuşmazlığıdır. Düşünün, çocuk demez mi, “Madem inandığın değerler o kadar yüce, hakikatin ta kendisi! Kendin neden işine geldiği gibi davranıyorsun?”
Geçmişimizdeki yaşam kültüründe tabi küçük beldeler, herkes birbirini tanıyor. Böyle kültürlerde otokontrol mekanizması da gelişmiştir insanlarda. Yani ister istemez insanlar söylem-eylem birlikteliğini muhafaza etmek durumundadır. Mesela bir müderris, muallim; medresede okuttuğu ilimle amel etmek zorundadır; çünkü âlim, böyle olmalıdır. Bu işin erdemi budur. Hadis âlimleri, hadis rivayetinde bulunan zatı cerh ve tadile tabi tutarken eylem-söylem birlikteliğine de bakarlardı. Nitekim Rasulullah’in (s.a.v) de buyurduğu gibi; “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azaba uğrayanı, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”
Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd İbni Hârise radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim: “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki:
– Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin? O kişi de:
– Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım; münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım, der.” (Buhârî, Bed’ül-halk 10; Müslim, Zühd 51).
Bugün insanlarda böyle bir güven ortamı ve bunun tesis edilmesi için gayret eden insan sayısı oldukça azaldı. Okullarda, üniversitelerde ders veren öğretmenlerden okuttuğu dersle amel etmesi beklenmez yani. Geçmişte imamlık, müftülük yapmış birinin sonradan ateist olduğu anlaşılmıştı. Yakın zamanda yıllarca İslami camiada ilmî dersler yapmış bir zâtın, sosyal medya üzerinden inancını yitirdiği açıklaması yaptığına şahid olduk. Bugün bir din kültürü dersine de ateist biri girebilir mevcut sistemde. Böyle olduğu zaman talebe-muallim arasında olması gereken o derin saygı ve muhabbet de laçkalaşıyor haliyle. Herkes, sadece diploma denilen kâğıt parçasını almak uğruna, sonradan unutacağı şeyleri ezberliyor. Öğretim söz ise, eğitim eylemdir. En esaslı iş olan bu durumun ihmâl edilmesi çok ağır sonuçlar doğurur, nitekim doğurmaktadır da. O yüzden Müslümanlar! Sizlere emanet edilen yavruların eğitimi için sakın başkalarına güvenmeyin. Hangi çağda nelerin öğretileceği temel ilke olarak Allah Rasulü tarafından belirlenmiştir. Konuşmayı öğrenince, “Lailahe illallah demeyi, ön dişleri dökülmeye başlayınca da namazı öğretin.” Bu ve bunun gibi temel ilkelerin etrafını bizlerin genişletmesi lazım ve yavrularımızın Rahman’ın has kulları olabilmeleri için gereken iman-amel dengesini kurabilmeleri noktasında, eğitimlerini bizzat yaşayarak, örnek olarak bizim vermemiz elzemdir. Çocuklarımızı ne saplantılı/ideolojik mankurtların eline ne de dijital hipnoz aletlerine teslim etmeyeceğiz.
Enformasyon çağı denilen, her şeyin alenîleştiği, mahremiyet hassasiyetinin yitirildiği, insani olan hiçbir değerin önemsenmediği garip bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemin özelliklerinden bazıları da mesela şunlardır: 1. Bedensizlik ve mekânsızlık, 2. Aidiyet sorunu, 3. Çevre baskısı olmadığından rahat davranma.
Bugün sosyal hayata hâkim olan sanal kültür, elbette Müslümanlar tarafından yönlendirilip yönetilmiyor. Öyle güçler tarafından yönetiliyor ki hükümranlıklarını sürdürebilmek için kandan, ahlaksızlıktan, hayvanîleşmekten beslenmek zorundalar. Savaşsız yaşayamazlar mesela. Sağlıklı, hayâlı, ahlaklı ve temiz insanların varlığı, onlar için en büyük tehdittir. Herkesi bu girdaba sokmalılar hatta en ücra bir köydeki insanı bile. Yuvaları yıkıyor, insanları birbirine düşürüyor, intihara sürüklüyorlar ellerindeki bu şeytani güçle, tek kurşun harcamadan. Dayattıkları bu dünyada inançlar, ilkeler, değerler üzerine değil de sembolik birtakım biçimlere ve sırf görünmeye dayalı bir zemine indirgeniyor. Her ortam ve şartta, özçekim, canlı yayın, aptal kısa videolar vs. Zamanın, mekânın ruhu ve anlamından ziyade popüler kültürün bir ritüelini gerçekleştirme çabası hâkim oluyor insanlarda.
Bu minvalde bu medya ağı yani sosyal medya; yeni dini gruplar, yeni sanal toplulukların türemesine de zemin hazırlıyor. Yani medyada bir “fenomen” haline gelmiş yani medyatikleşmiş bir şahıs, bir müddet sonra belirli bir cemaatin lideri konumuna bile gelebiliyor, nasılsa eylem-söylem birlikteliği sorgulanmıyor bu mecrada ve insanların binlerce maskesi mevcut halihazırda. Ve bu doğrultuda irili ufaklı binlerce grup türeyebiliyor, binlerce dini eğilimler ortaya çıkıyor ve bunların yanında bu medyatikleşmeyle birlikte gelişen bireysellikle de oradan buradan alınan farklı görüş ve inanışlarla milyonlarca türedi inançların ortalıkta kol gezmesine yol açabiliyor.
Bugün metaverse âlemden bahsediliyor değil mi? Sanki yeterince sanal hayatlarımız yokmuş gibi “daha sanal” bir dünyadan bahsediliyor. Gittikçe bayağılaşan insan hayatlarını daha nasıl aşağıların aşağısına çekebiliriz’in yarışı yapılıyor. Dediğimiz gibi zaten insanların olmadığı gibi görünmeye çalıştığı, inanmadığı şeyleri savunduğu, aslında olmayan onlarca kopyasının olduğu, oldukça sanal bir dünyaları var artık. Sonra da birilerinin kendisini bu platformlardaki yansıtma şekline bakarak yargıda bulunuyor insanlar; “Şuna bak şuna, gece gündüz ayet-hadis paylaşıyor bir de şu yaptığı şeylere bak..” gibi. Sonrasında da “İşte bu Müslümanlar hep böyle zaten, hepsi ele verir talkını kendi yutar salkımı” şeklinde devam eden genellemeci yaftaların hedefi Müslümanlar oluyor maalesef. Bir yerde haklılar da; çünkü bir iddia sahibi, önce kendisi iddiasında samimi olmalı. Önce kendisi bunun hayattaki karşılığını sergilemeli ki sonra etrafına bu iddiasını yaymaya çalışsın. Eğer iddia ve icraat birbirine zıt ise orada bu Müslüman üzerindeki vebali varın siz düşünün. Tabi burası işin bir boyutu, bir başka boyutu ise söz konusu iddianın vicdanlarda ma’kes bulması için, tesir bulması için inandığınız değerler uğruna yaşadığınıza etrafınızdakilerin şahit olması da bu işin gereklerinden. Elbette hidayet Allah’tan. Ancak insanların size kulak vermesi için bile size güvenmeleri şart. Böyle bir yargılamayı da insanların sadece Müslüman kimliğini ön plana çıkaranlar hakkında yapması da aslında bir Müslümandan beklenen misyonun öyle basit olmadığını gözler önüne seriyor. Bir Marksist, bir kafatasçının eylem-söylem uyuşmazlığı, bir Müslümanınki kadar gündem olmaz toplumumuzda mesela, değil mi?
Müslümanlar içerisinde de maalesef, bazı insanlar dilleriyle şeriat hükümleriyle yönetilmek istiyor ama kalplerine baksanız çok farklı söylüyor aslında. “Bunu nereden çıkardın? Kalplerini açıp baktın mı?” diyebilirsiniz ama bunu anlamanın yolu çok kolaydır aslında. O insanın pratikte Allah’ın hükümleriyle arasının nasıl olduğuna bakmak yeterli.
Her arızada aklına Allah’ın şeriatı geliyor ve şöyle başlıyor cümleye “Ahh şeriat olacaktı ki…” Ticaretine, malına, mülküne, yediğine, içtiğine haram karıştırmayarak şeriatı uygulayabilirsin kardeş, elinden tutan mı var? Şeriat denilince insanların akıllarına; kısas, el kesme gibi had cezaları geliyor. Şeriat, hayattır kardeşim. Had cezaları çok küçük bir cüzüdür. Yetki alanlarımızda şeriatın hükümlerini uygulamak mümkündür, ne kadarını uyguluyoruz? Şeriat gelsin ama bana gelmesin? Slogan değil, amel lazım artık Müslümanlara.
Hani dedik ya “güven”. Yani insanların sizi dinlemeleri, dikkate almaları için sizin yalan söylemeyeceğinize güvenmeleri lazım. Allah Rasulü, -biliyorsunuz- peygamberlikten önce de “Muhammed’ül emin” olarak bilinirdi ve Mekke’nin en güvenilir insanıydı. Kendisine risalet görevini açıktan ifa etmesi emredildiğinde, insanları safa tepesi eteklerinde toplamış ve şu minvalde seslenmiştir; “Ey Kureyş, size desem ki şu tepenin ardında silahlı düşmanlar var birazdan Mekke’ye saldıracaklar, ne yaparsınız?” Demiştiler ki: “Tabii ki inanırız, güveniriz. Sen asla yalan söylemezsin, emin bir kardeşimizsin.” Rasulullah buyurdu ki “O halde sizleri hiçbir alışverişin ve malın-mülkün fayda vermeyeceği o çetin günün azabına karşı uyarıyorum. Lailaheillallah deyin ve kurtulun…” O gün, -Allah bilir- orada toplananların çoğu imana meyletmişlerdi bu sözler üzerine, ancak elleri kuruyasıca Ebu Leheb’in desise ve oyunları neticesinde insanlar, Rasulullah’ı doğru dürüst dinlemeden oradan dağılıp gittiler.
Mekke’den Medine’ye Mekkelilerin öldürme planlarına varan zulmü dolayısıyla Allah’ın emriyle hicret edeceği esnada bile kendisine emanet edilen eşyaları sahiplerine teslim etmesi için Ali b. Ebi Talib’e vermesi de müthiş bir söylem-eylem tutarlılığıdır. Bugün bazı Müslümanların kafalarına göre “Daru’-harb” diye onun bunun malını kendilerine helal görmesine bakmayın siz, Allah Rasulü müşriklerin emanetine bile asla hıyanet etmiyor. O’nun bizzat hayatı zaten güzel ahlak üzerineydi, “Ben, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” sözünden bunu anlıyoruz.
Şehidlerin şahidliğinde de müthiş bir iman-amel bütünlüğü görürüz. İnandığı değerler uğruna canını feda edebilmek, bu bütünlüğün zirvesidir. Şimdi hepinizin zihninde birçok mesel canlanmıştır eminim. Uhud şehidleri, Hubeyb b. Adiyy ve geçmişimizden, günümüz ve yakın tarihten bildiğimiz şehidlerimiz.
Allah Rasulü, “…. desinler diye” savaşan ve öldürülen birinin namazını dahi kılmıyor ve dünyada “desinler diye” ibadet eden, ilim öğrenen, cihad edenlerin ahirette Allah katında bir nasiplerinin olmayacağını haber veriyor. İşte, eylem-söylem tutarlılığı bu kadar önemli kardeşlerim.
“Muhammedü’l-Emin”; emin olmak, elinden, dilinden… Öyle buyuruyor ya Allah Rasulü; “Mü’min, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” Eşimiz, dostumuz, komşumuz, etrafımızdakiler bizden yana güvende olursa, bizim için “O söylüyorsa doğrudur” diyorsa birileri, düşmanımız bile bizim hakkımızda “o yalancıdır” diyemiyorsa ve “biz” ondan iyilikten başka bir şey görmedik” diyebiliyorsa ancak “el-Emin” oluruz demek ki.
Bu iş öyle kolay da değildir, biliyorsunuz değil mi? Allah Rasulü, Hûd sûresi, 112. ayet için ne buyuruyordu: “Bu ayet beni kocattı”. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Hitap. sadece Rasulullah’a zannetmeyin ha, sen ve seninle birlikte olanlar (sana tabi olanlar). “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!” فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ
Allah Rasulü’ne bir sahabi geliyor ve diyor ki; “Ya Rasulallah, bana bu din ile ilgili öyle bir nasihat ver ki artık bundan sonra başka kimseye bir şey sormayayım.” Rasulullah buyuruyorlar ki: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” (Devam edecek…)
[1] 5 Şubat 2022 Cumartesi akşamı, online olarak gerçekleşen konferansın özet metnidir.