İnsanları yoktan var eden Allah, onları çok donanımlı çeşitli temayülleri olan bir varlık kılmıştır. İnsanoğlu, bu eğilimlerini doğduğu aile veya içinde bulunduğu topluma göre dış etkenlerin etkisinde fazlaca kalarak icra eder.
Kimisi, sadece ailesinin gölgesinde taassubi bir bağlılıkla onlardan aldığı terbiye ile yaşantısını düzenleyip hayat tarzını tabiri caizse atalar dinine çevirerek geleneğin gölgesinde yaşar. Kimisi, içinde bulunduğu çağın ona sunduğu hayat tarzını (Modernizm), Kur’an ve Sünnet süzgecinden geçirmeden alıp kabul eder, onu benimser, bir din gibi yaşar.
Bugün Müslümanlar, bu iki kıskaç arasında kalmış durumdadır. Onları bu durumdan kurtarmak isteyen İslam davetçilerini, kendilerini bozucu unsur olarak görür, onların sunduğu doğrudan uzaklaştıkça uzaklaşırlar. Çok önemlidir ki bu din, ilk başladığı gibi yeniden başlayacaktır.
Hidayetin öncüsü Resulümüz (aleyhisselam), şöyle buyurmaktadır: “İslam garip başladı, başladığı gibi (bir hale) dönecektir. Ne mutlu gariplere!”[1]
Ğarîb veya bizim söyleyişimizle “garîb”, bütün yalnızlığı, terk edilmişliği, dışlanmışlığı, hasreti ve acısıyla nasıl mutlu olabilir, diye itiraz etmek; bu iki kelimenin yan yana gelemeyeceğini savunmak, ilk anda oldukça mantıklı bir tavır gibi görünmektedir. Ancak görüldüğü gibi hadisimizde mutluluk, gurbetin şerefi olarak yeni bir mana kazanmış bulunmaktadır. Bu noktanın iyice açıklanabilmesi için garibin kimliği ile ilgili tespitlere göz atmak gerekmektedir. Abdullah b. Mes’ud’un (radiyallahu anhu) rivâyetinde, “Garibler kimlerdir?” sorusuna Hz. Peygamber (aleyhisselam): “Kavm ve kabilelerinden (İslâm adına) ayrılıp uzaklaşanlardır.” cevabını vermiştir. Bu cevaptan, dinî kaygılar ve duygular uğruna aile ocağından ve memleketinden uzak düşen muhacirlerin garibler olduğu anlaşılmaktadır.
Tirmizî’nin Amr b. Avf’tan (radıyallahu anh) rivâyet ettiği hadiste ise Hz. Peygamber (aleyhisselam): “Halkın, benden sonra sünnetimden bozduklarını düzeltmeye, diriltmeye çalışanlar…” buyurmuştur. “Müjdeler olsun” ya da “ne mutlu” diye tebrik ve takdir edilen mutlu garibler’in, bozulmuş bir sünneti ihyaya gayret edenler olduğunu duyurmuş; sünnet-i seniyyeyi ayakta ve canlı tutmaya, Muhammedî yorumu içinde İslâm’ı yaşamaya çalışanlar olduğunu haber vermiştir. Bize göre bu iki cevap arasında tam bir uyum bulunmaktadır. Şöyle ki toplumun hazımsızlığı sonucu dinini yaşamak için aile ocağından uzaklaşma durumunda kalan veya bırakılan muhacirin, gittiği yerde çekeceği gurbet sıkıntısı ve dinini yaşamak maksadıyla verdiği mücadele ile kendi toplumu içinde yozlaştırılmış hayat tarzını sünnet-i seniyye çizgisine çekmek için gayret gösterdiği için yalnız kalmış, garibsenmiş, horlanmış, hurâfeler ve bid’atler adına toplumdan dışlanmış bir Müslüman’ın yaşadığı gurbet herhâlde aynıdır hatta ikincisininki daha da acıdır. Çünkü “ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” demeye hak kazanmış bir garipliği yaşamaktadır. Ya da şöyle düşünebiliriz; birinci cevabında Hz. Peygamber (aleyhisselam), “garib”i kelime olarak açıklamış; ikincisinde ise sosyal bir gerçeklik olarak belli bir kesimin öz yurdunda garib muamelesi göreceğini belirtmiştir.
Tabii bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Sünnet-i seniyye’ye sarılmak, onu yaşamak ve yaşatmak isteyenler, peşinen öz yurtlarından hicreti veya öz yurtlarında gurbeti göze almalıdırlar. Zira yabancı toplum nasıl gurbet toplumu ise yabancılaşmış toplum da aynı şekilde bir gurbet toplumudur. Kendisine, özüne, değerlerine, tarihine yabancılaşmış veya yabancılaştırılmış toplumlar, çoğu kere yabancı bir toplumdan daha ağır acımasızlıkları sergileyebilmektedirler. Özenti ve yenilikler adına kendine has dünyasından kopmuş milletler, çifte gurbeti yaşamanın rahatsızlığı içindedirler. Çünkü böylesi toplumun hem kendisi gurbettedir hem de bizzat kendisi gurbettir.[2]
Hadisin şerhi böyle… Gerçekten bugün çok açık bir şekilde bu hadisi yaşıyoruz. Gelenekle birlikte yaşanan İslam’la Modernizm’in dayattığı ılımlı İslam. Onlar ne oradandırlar ne de buradan; ortadadırlar. Gelenekleriyle İslam’a girenlere bakıyoruz; Mekke müşriklerinden tek farkları, “Kelime-i Şehadet” getirmiş olmaları ve kimliklerine yazılı olan “Dini: İslam” ibaresidir. Yoksa geriye kalan her şeyde örfleri, gelenekleri neyi emrederse öyle yaşarlar.
Ramazan orucu tutarlar, beş vakit namazı kolayca terk eder ama teravihe koşarlar; çünkü atalarından öyle görmüşlerdir. Namazı kılmayana, terk edene kızmadıkları kadar ramazanda orucunu yiyene kızar hatta beddua ederler. Evlilikleri, kuafördeki gelinin süslenip tesettürsüz salona gelmesi ve düğündeki eğlenmeleri, salonda hizmet eden garsonlara kadar gereklidir ama bir yabancı komşunun kocasının salona girmesini, gelini görmesini namus davasına dönüştürürler. Ne garip değil mi? Çelişki içinde değerlerine örfi bir sahip çıkma şekli…
Daha buna benzer binlerce örnek verebiliriz. Bugünkü İslam’ın bilincinden uzak olan topluma bakmak yeterlidir, geleneksel İslam’ı anlamak için.
Seyyid Kutub -rahimehullah- (İnşallah şehid), ne güzel demiş: “Sahabiler, İslam’a girdiklerinde cahiliyye elbisesini çıkarır, İslam’ın elbisesini giyerek o dine girerlerdi.”
Diğer taraftan kendilerini aydın, çağdaş, “modern” diye adlandıranlar (!), 18. yüzyılda sistemli bir hale getirilmiş (ideoloji), “günümüze, çağa ait olan” demektir ve yeniliği ifade eder. Dini ve kurumlarını ilerlemeye mani görürler; hatta dinin, ferdin düşünce özgürlüğünü ve tartışma hakkını engellediğini, tek tip insan ve tek tip toplum oluşturduğunu ileri sürerler. Buna inandığını ve müslüman olduğunu savunan insanlar vardır. Bu inancın, ayrıcalık olduğunu, kendilerine, çağa ait olduğunu düşünürler ve çağla birlikte bir İslam tercihiyle yaşarlar.
Mahmut Kısa Hocamız, kısa açıklamalı meal çalışmasında, ayetimizin açıklamasını, çok güzel kısa ve öz mesajını, tüm inanan ve gerçekten inanmak isteyenlere duyuruyor:
Her kim kişisel çıkarlarını, arzu ve ihtiraslarını terk edip Allah’ın hükmüne kayıtsız şartsız boyun eğerek barış ve esenliğe ulaşmak anlamına gelen ve bütün peygamberlerin bir sancak gibi elden ele taşıdıkları mükemmel hayat nizamı olan “İslâm’dan başka bir din ararsa şunu iyi bilsin ki, böyle bir din, kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette de mutlaka ziyana uğrayanlardan olacaktır” (Ali İmran suresi, 85).[3]
En Emin’e emanet olunuz.
Sümeyye DEMİRCİ
[1] el-Camiu’li Ahkamil-Kur’an IV, 172; Sahihu’l-Müslim 232, 251. Hadisler; Süneni İbn-i Mace II, 1319, No: 3987, 3988
[2] https://www.siyerinebi.com/tr/mutlu-garipler, İsmail Lütfi Çakan
[3] Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut Kısa, Armağan Kitaplar Yay.