Elitlerin İktidarı, Lüzûmsuz Tartışmalar ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
Gündem İktibas

Elitlerin İktidarı, Lüzûmsuz Tartışmalar ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

Hüsnü Aktaş

Hukuku hafife alan ve hiçbir ahlâki kural tanımayan zalim politikacıların, vatandaşları birbirlerinin kurdu haline getirdiklerini söylemek mümkündür. Modernizmin getirdiği kültür değerlerine iman eden ve şahsiyet krizine tutulan sosyal demokrat politikacılar; Batılı filozofların hurafelerine iman etmekle kalmamış, kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman gibi görmeye başlamışlardır. Sosyolog Şerif Mardin, siyasi hareketlerin keyfiyetini izah ederken ‘merkez‘ ve ‘çevre’ tasnifini kullanmıştır. Merkez, servete, propaganda imkânlarına ve silaha sahip olan, tek kelimeyle devletin yönetiminde söz sahibi olan kimseleri ifade eden bir kavramdır. Çevre ise, yönetilen/sıradan vatandaşları tarif için kullanılmıştır. Eski Merkez Bankası Başkanları’ndan Yaman Törüner, dünyada yaygın olan siyaset pratiğini izah ederken bir inceliğe işaret etmiş ve şu tespitte bulunmuştur: “Bütün dünyada ülkeler elit bir sınıf tarafından yönetilir. Bu sınıf, bürokratlar, medya sahipleri ve çalışanları, yargı organları üyeleri, üniversite mensupları, sanatkârlar ve bunları finanse edenler ile ülkenin zenginleri tarafından oluşturulur. Gelişmekte olan ülkelerde, bu sınıfa silahlı kuvvetleri de eklemek gerekir. Zaten, anayasalar da bu esasa göre hazırlanmıştır. Ülkelerin yönetim biçimi ister demokrasi ister krallık olsun, bu güçler her zaman sahnededir. Aslında, demokrasi denilen şey, ‘kral’ın belli bir süre için seçilmesi ve zamanı gelince değişim olanağının korunmasıdır.(..) Siyaset adamları genel olarak yönetici sınıfın/elitlerin temsilcileridirler. Halka söylenmesi gerekeni söyler, ama denileni yaparlar. Bu yüzden halk, haklı olarak, çoğu zaman siyasetçilerin söylediklerine inanmaz. Yine bu yüzden, siyasetçiler ‘iş yapacak’ değil, ‘denileni yapacak’ kişiler arasından seçilirler.” (Milliyet Gazetesi- 9 Temmuz 2007)

Genel ve mahalli seçimlerin önemli olmadığını, yöneten elitlerin siyasi tercihlerinin dikkate alınması gerektiğini söyleyen eski Merkez Bankası Başkanı’nın yanlış bir tespitte bulunduğunu ifade etmek kolay değildir. Bu noktada ‘elit’ kavramı üzerinde kısaca duralım. Aydınların dillerinden düşürmedikleri “elit” kavramını, ilk defa İtalyan sosyolog Vilfredo Pareto kullanmıştır. Bu sosyolog, aynı ülkenin vatandaşı olan insanları (siyasi açıdan) tasnif ederken ‘Elit’ ve ‘Kitle’ kavramları üzerinde durmuştur. Bir ülkenin yönetiminde, seçmenlerin tercihleri neticesinde söz sahibi olan kimseleri ‘yöneten elitler’ terimiyle ifade ettiği malûmdur. Vatandaşların seçme-seçilme haklarına önem veren, düşünce ve ifade hürriyetini savunan demokratik rejimlerde; liberalizm, muhafazakârlık, kapitalizm, komünizm veya sosyalizm gibi ideolojileri savunan kimselerin/elitlerin bir araya gelmeleri ve siyasi partilerini kurmaları mümkündür. Türkiye’de bu ideolojileri savunan kimseler; dünya görüşlerine uygun olan siyasi projeleri halka sunabilir ve iktidara gelebilirler. Dolayısıyla insanların seçme ve seçilme haklarını savunmaları tabii bir hadisedir.

Tunus’ta başlayarak Mısır’a, Libya’ya ve Yemen’e kadar neredeyse bütün İslam coğrafyasını etkisi altına alan intifada hareketleri, Türkiye’yi daha fazla konuşulur hale getirmiştir. Nahda lideri Raşid el Gannuşi’nin, ‘Türkiye’yi örnek aldıklarını, Tunus’taki muhalefetin demokratik bir devrim gerçekleştirdiğini’ açıklamasının ardından, Mısır’daki İhvan sözcülerinin de benzer açıklamalarda bulundukları malûmdur. Halkı Müslüman olan ülkelerde intifada hareketlerini yöneten kimseler için, Türkiye’nin demokrasi tecrübesi ilham kaynağı olabilir mi? Bu suale cevap vermeden önce, onların Türkiye modelinden ne anladıklarını sormak lâzım. Geçtiğimiz ay Türkiye’ye gelen Suriye İhvan-ı Müslimin lideri Riyad el-Şıkfi, “neden Türkiye’yi model olarak alıyorsunuz, Türkiye’nin laik Anayasası mı, demokrasisi mi?” şeklindeki soruya, “Biz Türkiye’deki gibi demokrasi istiyoruz. Ülkelerimizdeki iktidarları seçimler yoluyla değiştirme imkânımız yok. Mübarek 30 yıl, Kaddafi 42 yıl, Esad rejimi ise 41 yıldır iktidarda. Kendileri öldüklerinde yerlerine oğullarını bırakıyorlar, ne özgür bir seçim hakkımız var, ne de muhalefet imkânı” diyerek, demokrasiden ‘seçim yoluyla iktidarı değiştirme imkânını’ kastettiklerini ortaya koymuştur. Hâlbuki Türkiye’de İslâm Fıkhı’na uygun bir hayatı savunan kimselerin siyasi parti kurmaları ve seçim yoluyla iktidara gelmeleri (seçmen olan vatandaşların kahir ekseriyetinin oyunu alsalar dahi) mümkün değildir. İdeolojik keyfiyete haiz olan demokrasi rejimlerinde, ilahi hakikatleri (vahyi) hafife alan ve dünyevileşme fesadını yaygınlaştıran ideolojilerin takdis edildiklerini gizlemenin de bir anlamı yoktur. Dolayısıyla lâiklik ideolojisine göre şekillenen siyasi tercihleri/düşünceleri savunan politikacılara ‘İslâmcı’ vasfını vermek doğru değildir.

PARALEL YAPI
VE YOLSUZLUK TARTIŞMALARI

Geçtiğimiz yılın son ayında (17 Aralık 2013) gündeme giren ve halen devam eden AK Parti ile ‘Hizmet Camiası’ arasındaki mücadele; bazı medya aydınlarının iddia ettiği gibi, İslâmcılar(!) arasında yaşanan bir kavga değildir. Bu hadisenin değişik açılardan tahlil edilmesi gerekir. Mahalli seçimler için yapılan propaganda döneminde; siyasi partilerin “Belediyelerin idari ve mali açıdan özerklikleri, İl Özel İdareleri’nin durumu, köyden şehire göçün ortaya çıkardığı problemlerin çözümü” gibi hayati meseleler üzerinde hiç durmadıklarını söylemek mümkündür. İstanbul’da başlatılan, İzmir ve diğer şehirlerde devam ettirilen ‘yolsuzluk operasyonları’ Türkiye’nin gündemini aylarca meşgul etmiştir. Operasyonları yapanlar ve muhalefet partilerinin sözcüleri, bu operasyonların ‘yolsuzlukla mücadele’ için yapıldığını iddia etmektedirler. Başta Ak Parti sözcüleri olmak üzere bazı sivil toplum kuruluşları; bu operasyonların olağan değil, siyasi hedeflere göre ‘Paralel Yapı’ tarafından plânlanan operasyonlar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunun sebebi bazı savcıların önce yakalama emri çıkartıp sonra delilleri toplamaya kalkmaları ve malûm medya organlarının polis operasyonları ile eş zamanlı olarak linç kampanyaları düzenlemeleridir. İslâmi hassasiyete sahip olan kimselerin yolsuzluk yapan kimseleri savunmaları mümkün olmadığı gibi, ayyuka çıkan yolsuzluk dosyalarının mahalli seçimlere bir-kaç ay kala ortaya çıkarıp iktidarı köşeye sıkıştırmaya çalışan gizli güçleri savunmaları da mümkün değildir. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: Kurulduğu günden bu yana Ak Parti’yi destekleyen Hizmet Camiası’nın; geçtiğimiz Kasım ayında açıklanan ‘özel dershanelerin kapatılması veya özel okul haline dönüştürülmesi’ taslağı sebebiyle, resmen başlattığı muhalefet hareketi, 17 Aralık 2013 tarihinde yapılan yolsuzluk operasyonlarından sonra yeni bir boyut kazanmıştır. Bir tarafta ‘devlet askeri vesayetten kurtuldu’ gerekçesiyle devlete itaati esas alan ve herkesin kendi sınırlarına çekilmesini isteyen Ak Parti iktidarı, diğer tarafta ise siyasi risk almadan devlet yönetimine ortak olmayı arzu eden (kendi ifadelerine göre) Hizmet Camiası! Yaşanan AK Parti-Hizmet Camiası mücadelesinin her iki taraf için de kazanılması mümkün olmayan bir soğuk savaşa dönüştüğünü gizlemek mümkün değildir.

Zaman Gazetesi yazarlarından Hüseyin Gülerce’nin ‘New York Times’a’ verdiği röportajda, Ak Parti ile Hizmet Camiası arasındaki görüş ayrılıklarının ‘Mavi Marmara’ hadisesinden sonra başladığı ifade edilmektedir. MİT krizinin yaşandığı günlerde bazı gazetelerde ve televizyon kanallarında ‘Ak Parti- Fethullah Gülen hareketi arasında ilân edilmemiş bir savaşın başladığı’ iddiası gündeme getirilmiştir. Mavi Marmara ile başlayan, MİT soruşturması krizi ve ‘özel dershanelerle’ ilgili taslakla devam eden siyasi tartışma, emniyet ve yargıda yaşanan tayin kasırgasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. AK Parti’nin siyasi tavrını benimseyen medya organları, muhafazakâr vakıf ve dernekler, kendilerini ihtilâfın ortasında bulmuşlardır. Amerika’da ikamet eden Fethullah Gülen’in yayınlanan ses kayıtları ve Hizmet’in medya organlarında yer alan siyasi analizler, soğuk savaşın 2010 yılından bu yana devam ettiğini göstermektedir. 17 Aralık’ta başlayan ve Özel Yetkili Savcı’nın Adliye önünde bildiri dağıtmasıyla devam eden ‘siyasi operasyon’, HSYK’nın yayınladığı bildiriyle değişik bir boyut kazanmıştır. Yargının bağımsızlığını savunan, fakat tarafsızlığı üzerinde hiç durmayan politikacılar ve medya aydınları, ‘Ak Parti ile Hizmet Camiası’ arasında yaşanan mücadelede taraf haline gelmişlerdir. Bu arada bazı İslâmcı sivil toplum kuruluşları AK Parti ile kader birliği içerisine girmiş ve Hizmet Camiası-AK Parti kavgasında Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın safında yer almayı tercih etmişlerdir. Gülen Hareketine desteğin ise Ulusalcı, Kemalist, Sol kesimlerden yani Gezi Parkı eylemlerinde oluşan bloktan geldiği görülmektedir. Yaşanan bu soğuk savaşta sadece AK Parti’nin veya Gülen Cemaatinin yaptığı yanlışların değil, daha çok bu mücadelede İslâmcı kanaat önderlerinin içine düştükleri hataları tahlil etmekte fayda vardır. Yıllardır resmi ideolojiyi savunan elitler tarafından hor görülen dindar kitle, AK Partinin iktidara gelmesi ile zaten belli kesimlerde var olan ’devlet-i ebed-müddet’ anlayışı, yani devleti/iktidarı kutsama zaafı su yüzüne çıkmıştır. AK Parti iktidarını savunan kanaat önderleri, devleti bütün kurumlarıyla sahiplenmeye başladılar. MİT krizi ile başlayan ve Suriye’ye gönderilen MİT’e ait TIR’ların durdurulup aranması ile daha da belirginleşen bu anlayış İslamcı kesimleri adeta devletçi yaptı. AK Parti iktidarının ve onun emrinde çalışan MİT’in Suriye konusundaki yaklaşımını doğru bulmak ile bir kurumu kendinden hissetmek, onu her şeyiyle sahiplenmek farklı şeylerdir. Benzer şekilde paralel yapı denilen ‘Hizmet Camiası/Gülenci Örgütlenmenin’ yargı ayağındaki savcıların emrine karşı direnen ve operasyon yapmayı reddeden polislerin bir anda kahraman ilan edildiğini görmekteyiz. Bazı kanaat önderleri ‘Paralelci olmayan her devlet görevlisini, sanki ‘ulû’l-emri minkûm’ gibi telakki etmeye ve sahiplenmeye başlamışlardır.

MAHALLİ SEÇİMLERİN TAHLİLİ

Mahalli seçimlerin neticelerini de kısaca tahlil etmekte fayda vardır. Bilindiği gibi 2011’den itibaren Mısır ve Suriye problemindeki tavrından, Siyonist İsrail ile olan ilişkilerine kadar pek çok sebepten dolayı Başbakan R.Tayyip Erdoğan, İlluminati çetesi ve Batı tarafından adım adım izole edilmeye başlandı. Önce ‘tahmin edilemez lider’, ardından ‘otoriter’ ve son olarak ‘diktatör’ ilan edildi. Ne var ki, dünya müstekbirlerinin Erdoğan’ı yalnızlaştırma çabası, Ak Parti tabanının Erdoğan’ın etrafında daha sıkı kenetlenmesine sebeb oldu. Miting meydanlarında ‘Dik Dur Eğilme, Bu Millet Seninle!’ diyen ve ‘Yedirmeyiz’ sloganını dilinden düşürmeyen insanlar, kurulan tuzağın farkında olduklarını haykırıyorlardı. Mütrefin zümresinin R.Tayyip Erdoğan’a karşı başlattığı mücadele ve bu mücadelede koalisyon ortağı olan Kemalist sol aydınların ve milliyetçi/ulusal cephenin (bütün muhalefet partilerinin) mahalli seçimlerde hayal kırıklığına uğradıklarını söylemek mümkündür. Sadece BDP, eski Belediye Başkanlıklarını koruma başarısını göstermiştir.

Başta Hizmet Camiası/Fethullah Gülen hareketi olmak üzere onunla konjonktürel işbirliği yapanlar ve yurt dışındaki suflörleri, rasyonel/mâkul karar verme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Bütün şartlar lehlerine gibi görünmesine rağmen, aldıkları netice kelimenin tam anlamıyla bir hezimettir. Mahalli seçimlerde mağlubiyetin acısını tadanlar; tıpkı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gibi ‘Ak Parti seçimi kazanmadı, biz kaybettik’ diyerek, kendilerini teselli etmektedirler.

282akonusu

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ

Mahalli seçimlerde uğradıkları hezimeti gündemden düşürmeye karar veren politikacılar, hep bir ağızdan ‘Cumhurbaşkanlığı Seçimi’ üzerinde yorum yapmaya başlamışlardır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; Kütahya gezisi esnasında basın mensuplarına ‘Bugünkü şartlar çerçevesinde gelecekle ilgili siyaset planımın olmadığını belirtmek isterim’ demesi, medya aydınlarını heyecanlandırmıştır. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ‘Yürürlükteki Anayasa’da zikredilen şartları taşıyan her Türk vatandaşı Cumhurbaşkanı adayı olabilir, sadece R.Tayyip Erdoğan olamaz’ diyerek, kutuplaşmayı hangi boyutlara taşıyacaklarının sinyalini vermiştir. Bazı siyasi parti sözcüleri de ‘Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlıdır. Başbakan gibi icracı bir makama alışmış olan R. Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmaması gerekir’ diyerek, temennilerini ifade etmişlerdir. Konda Araştırma Şirketi’nin yöneticilerinden, Eski CHP milletvekili Tarhan Erdem, Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday olmasının ‘Anayasa ihlâli’ anlamına geleceğini iddia etmiş ve şöyle demiştir:’ Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına adaylığı, ülke için birçok yanlışın, düzeltilemeyecek kötülüklerin başlangıcıdır. Adaylığı Başbakanlık, AK Parti Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığını birleştirme amacının dışa vurumu anlamına gelecektir. Son günlerde Sayın Erdoğan’ın söyledikleri bir fütursuzluk örneğidir. Türkiye bu denemenin yapılacağı kadar ilkel bir ülke değildir; Halkımız bu üç görevin birleşmesine izin vermeyecektir. Sayın Erdoğan önce Başbakanlık ve Bakanlık koltuğuna oturma acz ve zilletini kabul edecek kişileri bulmakta güçlük çekecektir. Halk bu yetki gaspını önleyecektir. Şimdi önlemezse 2015 baharında veya hemen ertesinde çok acı biçimde cezalandıracaktır.’ Bütün bunların manası şudur: 30 Mart seçimlerinin ardından Türkiye şimdi Cumhurbaşkanlığı konusuna kilitlenmiştir. Türkiye sınırlarının ötesinde bu tartışmanın merak uyandırdığını tahmin etmek zor değildir. Tartışmanın ana başlıklarından biri, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olup olmayacağı meselesidir. Girdiği bütün seçimlerinden zaferle çıkmış olan bir siyasetçinin ‘Cumhurbaşkanlığına aday olması’; hem kendisi, hem bu yarışmaya katılmayı düşünenler için özel bir ağırlığa haizdir.

Cumhurbaşkanının yetkileri ile Başbakanın siyasi pozisyonu arasında mukayeseler yapanlara, İhtilâl Sözleşmesi hükmünde olan 1982 Anayasa’sının 104. Maddesi’ni dikkatle okumalarını tavsiye edebiliriz. Bu maddeye göre Cumhurbaşkanı, hiçbir parlamenter sistemde rastlanmayacak ölçüde yetkilere sahiptir. Yürütme ve yargıyla ilgili yetkilerin bir kısmını hatırlatmak bile yeterlidir. Meselâ: Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü her durumda Bakanlar Kurulu’na başkanlık edebilir veya Bakanlar Kurulu’nu kendi başkanlığında toplantıya çağırabilir. Cumhurbaşkanı, diğer bir vesayet kurumu olan Milli Güvenlik Kurulu’nun başkanıdır. Gerekli gördüğü her durumda bu kurulu toplantıya çağırabilir. Çok daha önemlisi olağanüstü veya sıkıyönetim hallerinde Bakanlar Kurulu’na doğrudan doğruya başkanlık eder. Bu Bakanlar Kurulu, Meclis’ten herhangi bir yetki almaya gerek duymaksızın kanun hükmünde kararname çıkarabilir. Diğer yandan bütün kamu kurumları ve kamuyla ilişkili sivil toplum örgütlerini ve meslek kuruluşlarını denetleme yetkisine sahip olan ‘Devlet Denetleme Kurulu’ Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak çalışır. Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri ile üniversite rektörlerini de Bakanlar Kurulu’nun herhangi bir dahli olmaksızın seçme yetkisine haizdir. Cumhurbaşkanını klasik parlamenter sistemden farklılaştıran diğer bir husus ise onun yargıya ilişkin yetkileri. 17 Anayasa Mahkemesi üyesinin 14’ünü, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Başsavcıvekili’ni, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyeleri ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun dört üyesini seçme yetkisine sahiptir. Bu yetkilerini hükümet veya Meclis ile paylaşmaksızın doğrudan doğruya kullanabilir. Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı, parlamenter demokratik iradeyi önemli ölçüde dengeleyecek ve bloke edebilecek güce sahiptir. Bunu yaparken de siyasi yönden sorumsuzdur. Generallerin hesabı böyleydi ama tutmadı. Demokrat siviller de Cumhurbaşkanı seçildi. 2007 yılında ise Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi esası benimsendi ve güçlü yetkilerin demokratik meşruiyeti sağlanmış oldu. Eğer Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmaya karar verir (aday olur) ve halk tarafından seçilirse, bu yetkilerin tamamını hiç tereddüt etmeden kullanabilir. Peki bu şekilde Türkiye Yarı Başkanlık Sistemi’ne mi geçmiş oluyor? Bu suale ‘evet’ demek mümkün değildir. Ülkenin genel siyasetinin yürütülmesi yetkisi ve sorumluluğu Başbakan ve Bakanlar Kurulu’na ait olmaya devam edecektir. Başbakan istemediği sürece Cumhurbaşkanı’nın Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.

 Misak Dergisi

GRUBA KATIL