Direnenler ve Dökülenler
Arşiv Yazarlar

Direnenler ve Dökülenler

Saatler hükmünü yitirdiği, korku yerini arzu dolu coşkulara bıraktığı ve silahlar artık cennet kapılarının anahtarı olduğu zaman, işte o zaman seyrini değiştirdi mücadele dakikaları. Yalnızca vahşetin görüntülerine tanık olan dünya, kısa bir süre sonra asıl gücün kime ait olduğunun, cesaretin hangi tarafta toplandığının idrakine vardı yavaş yavaş.

Zor olanı başarmak, büyük bir kitlenin -hele de olanı izlemeyi, görüneni yorumlamayı, bitmiş olanın üzerinde bıkmadan eleştiri kaynakları oluşturmayı alışkanlık hâline getirmiş bir kitlenin- önünde bir şeylere başkaldırabilmek, bu devirde basit görülebilecek işlerden değildir. Tüm dünyayı sarsan bir olayda söylediğiniz bir söz veya eyleme geçirdiğiniz mühim bir hamle, gündemi sarsarak dillerde yerini alıyorsa bu, gerçekten bir etkileme, alışılmışın dışına çıkaran zıt bir harekettir. Şu günlerde ise Filistin’e ait bu somut bakışla zıt; iman ve inanç gözünden bakışla eşsiz olan hareketler, her gün, her dakika yüreklere işlenerek, beyinlere kazınarak, Kurani bir lütufla tüm insanlığın parmaklarının ucunda geziniyor.

Bir Müslümanın yaptığı işte başarılı olması, onun azmine ve sebatına bağlı olduğu gibi ömrü boyunca içinde yetiştirdiği iman ağacını beslemesine de bağlıdır. Çünkü Müslüman, yolunun ciddiyetinin bilincine varmış, mevzubahis İslam olunca en küçük şeyi bile basite indirgeyemeyeceğini ve onun dışında hiçbir şeyin istisna olamayacağını kavramıştır. Onun önünde artık inancını ezdirebilecek, inancını yaşatan vesileleri yok edebilecek herhangi bir güç/engel bulunamaz. O, gücünü dininden ve dininin doğurduğu davasından almakta, engellerini ise ancak dini ve davası oluşturmaktadır. Bunların dışındakiler, sadece atlatılması Allah’ın eliyle gerçekleşecek, uhrevi zamana göre kısa süreli bir rampa misalidir. Bu yüzden bu tür rampalarla bizzat karşılaşan müminler için kurtuluş, önden bir müjdeyle, ardından müjdenin vuku bulmasıyla gelecektir. Şüphesiz kanatlarını cihat muştusuyla sonuna kadar açıp nefesleri tükenene kadar çırpan mücahitler de bu müjdenin verdiği teselliyle kuvvet buluyorlar. Şehitlik müjdesi onlara, silahları başında nöbet tutturan, onca kayba rağmen dik durmalarını sağlayan tek şeydir.

Muhafaza etmek, muhafız olmak onların yegâne amacı. Evvela imanlarını, teslimiyet gösterdikleri ilkelerini, asırlardır yaşayan ve yanı başında olma nasibini gönlünce tadamadıkları mescitlerini, mescidi koynunda barındıran mübarek şehri, sonra ise aynı inancı paylaştıkları ailelerini, sevdiklerini… Aslına bakılırsa Müslüman, sorgusuz teslim olan demek olduğu gibi sorgusuz koruyan, muhafaza eden de demektir. Bu dine giren, Rabb’e teslim olur ve Rabb, sırasıyla iman ile ibadeti emreder. İman etmekle boyun eğen insan, ibadet etmekle de boyun eğip kabul ettiği her bir şeyi koruma altına alır.

Görev zorlu, yollar ise çetin. Ama dava şuuru öyle bir yerleşmiş ki onların kalplerine, hiçbir güç -kendini vahşi olarak ilan eden ve bu sıfatıyla gurur duyan hiçbir güç- onların önüne set çekememiş, hâlâ da çekemiyor. Yalnızca ateşlerinin harını artıran kuvvetleri, görünüşte az ama içten içe milyon tane orduya bedel olan halka, asla yetmiyor. Çünkü onların gayesi belli, yolu belli, istikameti belli. Daha doğuştan yaşamı boyunca hareket etmesi için gerekli olan her şeyi hazır bir insana, hangi güç engel olabilir artık? Ölene kadar inancından bir adım bile sapmayacak imanı yakalamış olan o çocuğa, ailesini bir bir kaybederken halen kardeşleri için oradan oraya koşuşturan, dilinden ayetler eksik olmayan o hekime, biriciğinin göz bebeklerini içine çeke çeke öperek cennete uğurlayan adama, içinin paramparçalığına rağmen etrafına sebatı haykıran mücahitlerden bir mücahide, şehadeti ararken onlarca kez yere düşen ve ilahi güç onu tahtına oturtana ve melekler onu kanatlarıyla gölgelendirene dek onlarca kez ayağa kalkan o şehitlere; kim, hangi cüretle engel olabilir?

Onların muhafaza ettiği din, yurt ve iman; onlara, güç veren şeylerin başındaydı her daim. Her biri kutsaldı ve bunları yaşatmayı, sorumluluk olarak bilmişlerdi üzerlerinde. Bunlara rağmen yalnızlıkla ve destek görmeden zayıf düşürülmeye alışmış, yokluğu bağırlarına basmış bir millet olmayı hak etmedikleri hâlde asırlardır dünyanın aklına böyle kazınmış olmaları çok acı. Hâlbuki İslam’ın başkentlerinden biri olmalıydı o topraklar. Müslümanlar uğrak yeri edinmeliydi buraları. Zalimlikte çığır açmış o kavmin el süremeyeceği, kapılarında müminlerin nöbet tuttuğu, güvercinlerin yuva yaptığı, örümceklerin nakış nakış ağ ördüğü ve parolanın daima “Lailaheillallah” olduğu bir belde olmalıydı. Fakat insanlık, bunu istemedi.

İnsanlık, insanlığını, mevzu İslam ve iman olunca hep bir kenara bırakıyor zaten. Biz, meseleye dört elle sarılacağımıza, sanki fıtratlarımız bu dine meyilli değilmiş gibi gündemi kaydırmayı, dünyaya yönelmeyi tercih ediyoruz. Aylardır nefessiz kalan Filistin’e rağmen yine kutlayacağımızı kutladık, yiyeceğimizi yedik, içeceğimizi içtik, konuşacağımızı konuştuk, ünlülerin meselelerini başköşeye oturttuk, zevklerimizin tahtına boyun eğdik, her boykot lafında konuyu çarpıttık, ciddiye almadık, dalgaya vurduk; kısaca her zaman olduğu gibi yine ve yeniden nefsimizin kölesi olduk.

Bu durumda, yalnızca Filistin halkının direnç gösterdiği ve her saniye bilfiil savaştığı, kayıp yaşadığı bu savaş bir gün bittiğinde, Allah’ın “kün” emriyle ve meleklerin yardımıyla son bulduğunda yaşayacağımız sevince ne kadar layığız? Günün sonunda Kudüs, zaferi elde ettiğinde, şehadeti tadanlar kabirlerindeki tahtlarında neşeli çığlıklar atarken, her şeye rağmen ayakta kalabilmiş anne ve çocuklar birbirine sarılıp ağlarken, ailesini bir arada tutmayı başarmış babalar gözyaşlarına hâkim olamazken bizler, bu müjdeli anlarda kendimize nasıl yer bulacağız? Uzaktan seyredip ah vah eden, herhangi bir eyleme dâhil olamayan bizler, bu mutluluğu yaşayabilecek miyiz? Onların muhafaza ettiği şehrin kurtuluşuna, onlarla aynı derecede hamdedebilecek miyiz? Her şeyden önemlisi, yaşayan veya şehit olan onca Gazzeli, peygamberin dizinin dibinde oturmuş önlerine gelecek yemeği beklerken biz de onlarla aynı sofrada oturmayı temenni edebilecek miyiz?

Nasıl ki duaların sonu Allah’a hamddir, bizler de her şeye rağmen ona hamdeder, onun kelamıyla sonlandırırız her işimizi: “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı, pek yakındır.” (Bakara, 214).

Rüveyde Bera PALA

 

GRUBA KATIL