Hüsnü AKTAŞ
Tarih boyunca hukukun üstünlüğünü hafife alan ve Peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatleri kabul etmeyen kavimlerin, ortak sloganları şudur: “Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız.” Cemiyet halinde yaşayan insanlar için, nesilden nesile aktarılan hayat tarzının ayrı bir önemi vardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygıyı ve sevgiyi iman esası haline getiren itikâdi tercihin neticesidir. Kur’an-ı Kerim’de; “Onlara ‘Allah’ın indirdiği hükümlere uyun’ denildiğinde onlar ‘Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de bulamamış idiyseler?” (El Bakara: 170) suali sorulmuş ve atalar dininin mahiyeti haber verilmiştir. İtikadi açıdan şirk hastalığı ile atalar dini arasında zaruri bir münasebet vardır. Bazı kaynaklarda Mekke müşriklerinin önde gelenlerinin “günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz” diyerek, Kabe-i Muazzama’yı, çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri ifade edilmektedir. (1) O dönemde, Kabe-i Muazzama’nın içerisi ve çevresi putlarla (heykellerle) doludur. Haniflerin “çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz” şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve “Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?” sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir. (2) Bunun üzerine “Onlar (müşrikler) bir hayasızlık yaptıkları zaman: “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti” derler. O iman etmeyenlere söyle: Allah hiçbir zaman fahşayı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah’ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz” (El A’raf Sûresi: 28) ayet-i kerimesi inzal olmuştur.
İnsanları kayıtsız ve şartsız kendine itaate çağıran devlet adamlarının, hukuka ihtiyaçları yoktur. Keyiflerine göre çıkardıkları kanunlarla her şeye müdahale edebilirler. Kanun devletinin en ideal şekli, eski Mısır’da görülmüştür. O dönemde kendisini “Ra ilâhı’nın oğlu” (Firavun) ilân eden devlet başkanı Mısırlılara hitaben: “Ey millet!.. Ben sizin için, kendimden başka bir ilâh tanımıyorum. Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sualini sormuştur. Aynı zaman diliminde Hz. Musa (as) insanlara “Allah’a (cc) iman ve ibâdet ediniz. Sizin yegâne rabbiniz o’dur. Firavun’a kulluk etmeyiniz” dediği için, aralarında mücadele başlamıştır. Firavun’un, Hz. Musa’ya (as) hitaben: ”Eğer bu tebliğinden vazgeçmezsen, seni muhakkak zindana atılanlardan ederim” (Eş- Şûra Sûresi: 29) dediği malûmdur. Kadı Beyzavi, bu ayetin tefsirinde: “İlmi delil getirmekten aciz olan zorbaların âdeti, Firavun gibi tehditler savurmaktır” diyerek, bu psikolojinin sadece Firavun’a mahsus olmadığına işaret etmiştir. Bugün müzelerde heykelleri bulunan Sümer Tanrıları (Anû, Enlil, Marduk vs) birbirlerinin ardından tahta çıkan krallardır. Akkad Kralı Naram-Sin, kendisini ‘İnsanların İlâhı’ ilân etmiştir. Zerdüşt itikadına göre ‘Ahura-Mazda’, devlet yönetimini elinde bulunduran ve insanlara rızık verdiğine inanılan tanrıdır. Amerika’da hüküm süren İnka İmparatorları da, resmi metinlerin altına ‘Tanrının Oğlu’ imzasını atmışlardır. Tarih boyunca kendilerini devletin kurucusu ve milletin kurtarıcısı ilân eden politikacılar (farklı zamanlarda yaşamış olsalar da) ‘tanrının oğlu’ rolünü oynamaktan adetâ zevk almışlardır. Atalar Dini’nin siyasi ve itikâdi faturası, mukaddes devlet tasavvurudur. Eski Asur, Yunan, Mısır ve Roma uygarlıkları, atalar dininin ortaya çıkardığı uygarlıklardır. Çağdaş uygarlığın kaynağı ve hizmet ettiği idealler açısından, eski Yunan ve Roma kültürünün bir devamı olduğunu gizlemek mümkün değildir. Yunanca ‘politike’ teriminin karşılığı olan siyaset kavramı, günümüzde devletle ilgili herşeyi ifade eden bir kavramdır.(3)
Dilediği gibi kanun koyma hakkını ‘Devlet Adamlarına’ tahsis eden bütün ülkelerde, atalar dininin resmi ideoloji haline geldiğini söylemek mümkündür. Aydınlanmacı filozofların etkisinde kalan bazı müslüman aydınların; yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren, din ile devlet ve siyaset arasındaki münasebeti tartışma konusu haline getirdikleri malûmdur. Tüzel kişiliği olduğu farzedilen devlet kurumu; herşeyin öznesi haline getirilmiş, hatta ‘insan devlet içindir’ anlayışı yaygınlaştırılmıştır. Yeryüzünün halifesi olan insanı hakir gören ve devletin ‘mukaddes varlık’ olduğunu ileri süren bu anlayış, fitne ve fasadın kaynağı haline gelmiştir. Bu noktada bir inceliğe işaret etmekte fayda vardır. Siyasi literatürde devlet, bir milletin ortak iradesiyle kurulan ve o milletin ortak gücünü temsil eden bir hukuk kurumudur. Vatandaşlarının güvenliğini sağlayan, zaruri ihtiyaçlarını temin için gerekli tedbirleri alan ve adaletin gerçekleşmesine vesile olan devletin varlık sebebi, insanlığa hizmettir. Devletin kurucu unsurları arasında zikredilen ülke ve insan topluluğu yanında, örgütlenmiş bir siyasi iktidarın ve bu siyasi iktidarı kullanan organların (yani geniş anlamda hükümetin) bulunması da zaruridir.
ÜLKELERİN UYGULANAN
HUKUKA GÖRE TASNİFİ
Hukuk kurumu olan devlet; cemiyet halinde yaşayan insanların, birbirleriyle olan münasebetlerini düzenlemek için gerekli olan bir vasıtadır. Devlet adına iktidar imkanlarını kullanan hükümetin; adalete riâyet etmesi, emâneti ehline vermesi ve teb’asının saadeti için zaruri olan düzenlemeleri yapması zaruridir. Bazı İslâm âlimleri; “İnsanları hidâyete ve hayra ulaştırmak, onları fesaddan kurtarabilmek için, takip edilmesi gereken en güzel yola siyâset denilir” tarifini esas almışlardır. Hanefi fûkahasından İbn-i Abidin; ‘Siyaset; halkı dünyada ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfeatleri için çalışmaktır’ tarifini yapmış ve bahsin devamında şöyle demiştir: ’Siyaset ağır bir şeriat olup iki nev’idir. Siyaset-i zalime; halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaset-i adile; halkın haklarını zalimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesad ehlini meneden siyasettir ki şeriattan sayılır. ‘(4)
İslâm ahkâmını uygulayan devlet, insanların yeryüzündeki hilâfet vazifelerini yerine getirebilmeleri için bir vasıtadan ibarettir. Dolayısıyla devlet, mukaddes bir kurum veya dokunulmazlığı olan bir tüzel kişilik değildir.Hilâfet kavramı; İslâmi siyaset ve mücadele fıkhı açısından hayati öneme haiz olan bir kavramdır. Hatta ülke (Dâr) kavramına keyfiyet kazandıran en önemli unsur hilâfet nizamı ve uygulanan hukuk sistemidir. İmâm-ı Kuhistani ‘Dârû’l İslâm’ ve ‘Dârû’l Harp’ kavramlarını izah ederken, şöyle demiştir: “Dârû’l İslâm; mü’minlerin emirinin (halifesinin) sultası altında olan ve İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldedir. Dârû’l Harb ise, kâfirlerin reisinin idaresi altında olan ve küfür ahkâmının icra (tatbik) edildiği yerdir.”(5)
Şemsü’l Eimme Serahsi (rh.a) beldelerde (ülkelerde) uygulanan kanunları dikkate almış ve şu tesbitte bulunmuştur: “Bir beldede (ülkede) küfür ve şirk kanunları uygulanıyorsa, o belde dârû’l harp hükmünü alır. Çünkü beldeler ve üzerinde yaşayanlar için egemen olan güç, kuvvet ve uygulanan kanunların keyfiyeti dikkate alınır, ya bize, ya kâfirlere nispet edilir. Müslümanların egemenliği altında olan ve İslâm ahkâmının uygulandığı beldelere Dârû’l İslâm denilir.”(6)
İNSANLARIN ORTAK
İHTİYAÇLARI VE DEVLET
Bazı muteber kaynaklarda; İslâm ülkesinde yaşayan insanların ortak ihtiyaçları dikkate alınmış ve hilâfet nizamının zarureti şöyle ifade edilmiştir: “Müslümanlar için bir halifeye (imama) mutlak surette ihtiyaç vardır. Dini hükümlerin uygulanması, cezaların tatbiki, kâfirlere karşı ülke sınırlarının korunması, cihad için ordu teşkil edilmesi, sadakaların toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyaların zabt-u rapt altına alınıp kahredilmesi, Cum’a ve Bayram Namazlarının edâ edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması, hukukun üzerine kaim olduğu şahidliklerin kabulü, velileri bulunmayan (kimsesiz) çocukların ihtiyaçlarının karşılanması, eğitilmesi, evlendirilmesi ve ganimet mallarının taksimi gibi önemli meseleler halife (imam) sayesinde icra edilir.” (7) Siyasi iktidarın teşekkülünü sağlamadan bu işlerin yapılabilmesi mümkün değildir. İslâm Fıkhı’nın hükümlerini uygulamakla görevli olan halife, yüklendiği ağır mes’ûliyet sebebiyle diğer insanlardan farklıdır, ancak ‘dokunulmazlık zırhına’ haiz değildir. Teb’âsından herhangi bir kimsenin hukukuna tecavüz ettiği zaman; sıradan bir insan gibi, davalı olarak ‘Mezalim Kadısı’nın huzuruna çıkarılır ve yargılanır. Dolayısıyla İslâm Fıkhı’nı uygulayan devlet; mukaddes bir kurum veya dokunulmazlığı olan bir tüzel kişilik değildir. İnsanların yeryüzündeki hilâfet vazifelerini yerine getirebilmeleri için, sadece bir vasıtadır. Hülâfa-i Râşidin Dönemi’nde insanlar ‘Adaletin mülkün (devletin/iktidarın) temeli’ olduğunu müşahade etmişlerdir.
Hülâfa-i Râşidin Dönemi’nden sonra saltanat sistemi ön plâna çıkmış ve devleti takdis eden ‘Hikmet-i hükümet’ anlayışı yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde sultanlara “Halifetûllah” (Allah’ın halifesi) sıfatını uygun gören ve onların yeryüzünde ‘Allah’ın zılli’ (gölgesi) olduğunu söyleyen devlet adamları ortaya çıkmıştır. Maalesef bazı âlimlerin de ‘Allah’ın zılli’ (gölgesi) tabirini kullandıklarını gizlemek mümkün değildir. Meselâ: Hanbeli ûleması’ndan İbn-i Teymiye şöyle demiştir: ‘Yöneticilik, dini yükümlülüklerin en büyüklerindendir. Hatta dinin ayakta kalabilmesi, ancak onunla mümkün olabilir. Zira Allah’ın farz kıldığı emr-i bi’l ma’rûf vecibesinin ifâsı, ancak otorite ve devletle gerçekleştirilebilir. Keza cihad, adalet, hacc, hadd cezalarının tatbiki ve bunun gibi hususlar da yine devlet otoritesi sayesinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki bir hadiste ‘Sultanın Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olduğu belirtilmiştir.’(8) Bazı hadis kitaplarında yer alan ‘inneme’s sultanû zıllûllah ve ramhuhû fi’l-ard’ şeklindeki rivayet, Hz. Enes’den (ra) nakledilen bir haberdir.(9) İsmailiye Fırkası’na mensup olan bazı müellifler; Hz. Ali’yi (ra) yüceltmek niyetiyle, O’nun yeryüzünde ‘Allah’ın zılli’ (gölgesi) olduğu haberini uydurmuş ve yayılmasını sağlamışlardır.(10)
Saltanat sisteminde, hem iktidarın teşekkülünde ve devrinde, hem de denetlenmesinde insanların devre dışı bırakıldığını söylemek mümkündür. Zalim sultanlar, zaman içerisinde kendi ihtiraslarını “İslâm ahkâmını istismar ederek” devam ettirme arzusuna kapılmışlardır. Bu siyasî rejim, itikadî hurafelerin ve siyasî bid’atlerin yayılmasına sebeb olmuştur.Türkiye’deki siyasi rejimin, saltanat anlayışının lâikleşmesi sonucunda ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Modern-ulus devlet paradigmasını sivil din haline getiren iktidarlar; vatandaşların neye inanacaklarını, kamu alanında nasıl davranacaklarını, resmi ideolojiye iman etmek şartıyla neyi düşüneceklerini ve bu düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini kanunlarla sınırlandırmışlardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İslâmi siyasetin temel rükünlerini ‘vahiyle sabit olan hakikatleri dikkate almak, adaleti sağlamak, emanetleri ehline vermek, herhangi bir ayırım yapmadan (kavmi, rengi, dini ve dili ne olursa olsan) teb’asının saadetine vesile olmak‘ şeklinde ifade edebiliriz. Hesap gününe hazırlanan Müslümanların; mukaddes devlet tasavvurunu ve ‘Hikmet-i Hükümet’ anlayışını reddetmeleri zaruri olduğu gibi, meşrû sınırları korumaları, birbirleriyle iyilik ve takva hususunda yardımlaşmaları da zaruridir.
_____________________________________
(1) İmâm-ı Alûsi, Ebu’1-Fadl Şihâbuddin es-Seyyid Mahmûd- Rûhu’l-Meânî-Beyrut: 1994 C:8 Sh: 109, Ayrıca Ebû’l Hasan El- Nedvi- Dört Rükün- Konya: 1969 Sh: 299.
(2) Mecmuatû’t Tefasir – İst: 1979 C: 2 Sh: 540
(3) Geniş bilgi için/Hüseyin Nail Kubalı-Anayasa Hukuku Dersleri/Genel Esaslar ve Siyasi Rejimler -İst: 1971 Sh:5 vd.
(4) İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar-İst: 1983 C: 8 Sh: 186
(5) İmam Kuhistani-Camiû’r Rumuz- İst: 1300 C: 2 Sh: 311
(6) İmâm-ı Serahsi- El-Mebsût- Kahire: 1324 Bsk. ofset Beyrut: ty C: 10 Sh: 114,
(7) Muslihuddin M. Kesteli-Şerhi Akaidi’l Kesteli-İst: 1973 S. Bilici. Yay. Sh: 181-182 Ayrıca İmâm-ı Taftazani-Şerhü’l Akaid-İst: 1980 Sh: 326 vd.
(8) İbn-i Teymiyye- Es Siyasetü’ş Şer’iyye- İst: 1985 Sh: 194-195 (çev:V.Akyüz)
(9) El Aclûni- Keşfû’l Hafa- Beyrut: 1351 C:1 Sh: 213
(10) En Neysabûri-İsbatû’l İmame- Beyrut: ty Sh:86.
Misak Dergisi