AK Parti’nin Sonbaharı: Kimliksizliğin İflası
Gündem İktibas

AK Parti’nin Sonbaharı: Kimliksizliğin İflası

Dr. Seyfi Say

Türkiye’de bugün yaşanan “kriz”in, değerlendirme konusu yapılması gereken birkaç boyutu var:

Birincisi, uluslararası sistem ve dengeler..

İkincisi, iç siyaset..

Üçüncüsü Akparti Hükümeti..

Dördüncüsü, Cemaat..

Beşincisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneksel yapısı…

Cemaat’ten başlayacak olursak… Fethullah Gülen’in ve de Cemaat’in, ABD’nin Türk iç politikasına ve devlet yapısına müdahale için kullandığı en etkili araçlardan biri haline geldiği söyleniyor. Ancak burada salt Cemaat’i ve Gülen’i suçlamak, meseleyi eksik değerlendirmek olur. Asıl sorumlu olanlar, 1999 yılının Mart ayında Öcalan’ı Türkiye’ye veren ABD’ye bir ay sonra Gülen’i teslim edenlerdir, onun ABD’ye gitmesine zemin hazırlayanlardır. Cemaat’in ve Gülen’in ABD’nin müttefiki haline geldiğini görüp de, 28 Şubat dönemi silahlı bürokratlarının ve MİT yöneticilerinin o gün için ABD’nin yerli işbirlikçileri haline gelmiş olduklarını gözardı etmek, bugünkü sorunun kökenlerini anlamamak olur. ABD bugünleri o zamandan planlamış, TSK ve MİT’teki derin yapılar ise, dindar kesime yönelik haksız, acımasız ve lüzumsuz baskıları ile, o planın gerçekleşmesine hizmet eden figüranlar olarak üzerlerine düşen rolü oynamışlardır.

Uluslararası sistem ve dengeler açısından bakıldığında, Akparti’nin izlediği dış politikanın ABD ile Avrupa’yı rahatsız etmekte olduğu inkâr edilemez. Şanghay arayışı da bu rahatsızlıkların bir yansıması olarak görülebilir.. Ancak yeni dış politikanın, atak ya da belki “agresif”, ancak zemini çürük bir politika olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü, Akparti’nin izlediği politika, ülke içinde istikrarlı bir hükümetten önce, “istikrarlı bir ideolojik duruş” ve “uluslararası boyutta (ya da evrensel) bir resmî ideoloji” gerektirmektedir. Bu istikrarlı duruş ise, ancak İslamî değerler çerçevesinde şekillendirilebilir. Atatürkçülük/Kemalizm, içerdiği değerler ve vizyon itibariyle evrensel bir ideoloji olamaz; Türkiye için bile, 1930’lara gömülmüş bir tarih-öncesi tuhaflıktır. Bir başka deyişle, siz Osmanlı’nın yükseliş döneminde olduğu gibi açık bir “ila-yı kelimetullah” (Allah’ın sözünü yüceltme) davasına ve Şeriat’i “şerefli (şerîf), parlak (garrâ)” olarak adlandıran açık bir söyleme sahip olmadıkça, dışarıda yürüttüğünüz “tarih ve kültür vurgulu” politika, “su üstüne yazı yazmak”tan öteye gitmez. İdeolojik bakımdan bu kadar zayıf, temelsiz ve çürük bir binayı, uluslararası okyanustan gelen sert bir dalga anında silip süpürür. Bir yandan Batı’dan alınma “muhafazakâr demokrasi” ideolojisini, İslam’ı diğer dinlerle eşitleyen ve hatta dinsizlik karşısında dezavantajlı konuma indiren laikliği, tamamen Batıcı bir proje olan Atatürk ilke ve inkılaplarını savunmak, diğer yandan makyaj kabilinden İslamî birkaç sloganla “atak” bir dış politikayı temellendirmek isterseniz, bundan bir sonuç alamazsınız.

erdogan-and-ataturk-617x46221

Kısacası, Türkiye, ideolojik duruş itibariyle atak ve “agresif” bir dış politikaya hazır değildir. Aynı şekilde Akparti de hazır değildir. Başbakan Erdoğan’ın Mısır’a gittiğinde ‘laiklik’ tavsiyesinde bulunduğunu unutmamak gerekir. İç politikada nasıl “laikçi” unsurlara “Gizli gündemimiz yok” mesajı ya da teminatı vermek “zorunda kalıyorsanız”, açık bir İslamî söylemi asla kullanamıyorsanız, dış politikada da “dış güçler” sizden “gizli gündeminizin olmadığı” yönünde güvence isterler. “Müslüman olmanın avantajları”nı dış politikada kullanmanıza engel olmaya çalışırlar. İşte burada sizin için bir ikilem ortaya çıkar: Ya, müslüman olmanın “avantajlarını ve dezavantajlarını birlikte” göze alıp açık bir kimlikle ortaya çıkacaksınız, ya da, çifte standart uygulayıp pragmatik bir zihniyetle zaman ve zemine göre “müslümancılık”la “laiklik” arasında salınacaksınız. Bugün Türkiye’nin dış politikada uyguladığı yöntem ikincisidir ve iflas etmiş durumdadır.

Aksi de düşünülemezdi, çünkü bu, bir kimliksizliktir. Kimlik krizidir. Kendisi kimlik krizi yaşayan bir ülkenin dünyaya vereceği tutarlı bir mesajı olamaz.

Üçüncü boyutu iç siyaset oluşturuyor.. Türkiye siyasetinin diğer aktörleri olan CHP ile MHP’nin zihniyeti ve duruşu ortadadır. Solun ve MHP’nin, 28 Şubat Süreci’nde nasıl bir rol üstlendiklerini de biliyoruz. Akparti’nin “dış güçler” nezdinde “ehven” ya da “tercih edilebilir” bir hareket olması, 28 Şubat Süreci öncesinde olduğu gibi İslamcı bir siyasal hareketin güçlü bir alternatif olmasına ya da gelişme potansiyeli taşımasına bağlıdır. Bu durumda dış güçler, Akparti’yi söz konusu hareket karşısında bir emniyet sübabı olarak görebilirler. Ancak Türkiye’de, bizzat Akparti’nin kendisi, sözkonusu hareketin, yani MSP ve Refah çizgisinin zemin ve güç kaybetmesine neden olmuştur. Aynı şekilde, 28 Şubat Süreci de “Millî Görüşçüler”in eskiye göre ılımlılaşmasına, “düzene ya da resmî ideolojiye uyum sağlaması”na yol açmıştır. Dolayısıyla, iç siyasetin yapısı, uluslararası alanda Akparti’nin elini güçlendiren bir konumda olmaktan uzaktır.

Meselenin Akparti Hükümeti boyutuna gelince… Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması ihtimali ya da beklentisi, Akparti’nin geleceğini tamamen belirsiz hale getirmektedir. Akparti’de deyim yerindeyse bir “metal yorgunluğu”nun bulunduğu ortadadır. “Üç dönem” şartının getireceği yenilenmenin bir faydasının olmayacağı da kesindir. Çünkü, iktidar partisine yanaşan “yeni” isimlerin, balın üzerine üşüşen sinekler olması ihtimali yüksektir. Akparti’de bir yenilenme değil, “fırsatçıların bayramı” yaşanacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal yapısı, meselenin bir diğer boyutu… Devletin temel kodları ortadadır. Devletin dayandığı “değerler” olarak ortaya konulan düşünceler ve ilkeler, bugün uluslararası alanda izlenen politikaları taşıyabilecek nitelikte olmaktan uzaktır. Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında Türkiye’ye giydirilmiş olan “ideoloji ve zihniyet”, ancak bir “muz cumhuriyeti” olmasına imkân verebilir. Türkiye’nin bu “ideolojik ve fikrî kafes”ten kurtulması da, kısa ve orta vadede mümkün görünmemektedir. Herşeyden önce TSK, MİT ve mevcut partiler (CHP, MHP) buna hazır ve razı değildir. Gelecekte razı olacaklarını beklemek de, ham hayalcilik olur. Çünkü bu kurumlar ve yapılar, kişisel çıkarlarını ve gelecek hesaplarını statükonun devamında gören “düzenci” insan tipi üretmektedir. Nasıl Osmanlı’da Yeniçerilik bir türlü kendisini düzeltmeyi başaramamışsa, bu kurumların da geleneksel çizgilerinden daha iyi bir noktaya ulaşması mümkün görünmemektedir. Geriye gidebilirler, fakat daha iyi bir noktaya ulaşabilecekleri söylenemez. Evet, Türkiye’ye Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında giydirilen “ideolojik ve fikrî kafes”ten kurtulmaya sadece sözünü ettiğimiz kurumlar ve yapılar değil, Akparti’nin kendisi bile hazır değildir. Türk toplumu da hazır değildir ve hazır hale gelecek gibi de görünmemektedir.

Dolayısıyla, bu gerçekler ışığında, ütopik ve tutarsız dış politika arayışları içine girmekten kaçınmak yararlı olur(du).

İçerde “ideolojik” bakımdan kendini düzeltmeden ve tahkim etmeden “dünyayı fethe” çıkma hayalleri kurmanın sırası ve zamanı değildir.

Kendinizi değiştirmeden dünyayı değiştirme çabası içine girmeniz anlamsızdır. Kendinizi bile değiştirmeye gücünüz yetmezken, başkalarını nasıl değiştireceksiniz?!

Kendinizi değiştirme cesaretiniz yoksa, bunun bedelini ödemeye hazır değilseniz, başkalarını değiştirmeye kalkışmanız abes olur. İşte Türk dış politikasının Suriye’deki temel hatalarından birisi buydu. Davutoğlu, Esed ile 60 küsur defa görüştüğünü söylüyordu. Adamdan istenen, statükoya meydan okuması. Halbuki Türkiye’de Erdoğan, Millî Görüş gömleğini çıkarıp statükoya teslim olmak suretiyle iktidar olabilmiştir. Suriye’de Esed’den yapamayacağı ve sizin kendinizin Türkiye’de benzerini yapmayı aklınızdan bile geçirmediğiniz, geçiremediğiniz bir şeyi istemeniz, dış politikada boşa kürek çekmekten başka bir anlam taşımaz. Türkiye’nin Suriye’de yaptığı şey, Esed’in yavaş da olsa ilerleyen yumuşama sürecini desteklemek olsaydı, belki bugünkü olumsuz tablo ortaya çıkmayabilirdi.

Benzer bir hata Mısır’da yapıldı. Arap Baharı’nın ardından Türkiye, bölgeye yönelik “agresif” bir dış politika izledi, atağa kalkmaya uğraştı. Bu çerçevede Mısır’la ilişkiler geliştirildi, Akparti Kongresi’ne Mursi davet edildi. Zannedildi ki, Mısır’a yapılan laiklik çağrısı, ABD’nin ve Avrupa’nın gözünü boyar. Eğer Mısır’la ilişkiler konusunda ağırdan alınsaydı, hem onlara laiklik çağrısında bulunma işgüzarlığı ya da vebaline girilmemiş, hem de bir Türkiye-Mısır ortaklığından rahatsızlık duyan çevreler ürkütülmemiş olurdu.

Dünyevî faydalar için uhrevî ilkelerden vazgeçenlerin sonu zillet ve hüsrandır.

http://tebyin.wordpress.com/2013/12/

GRUBA KATIL