Genç Birikim Dergisi Genel Yayın yönetmeni Ali KAÇAR’ın, Özgür Üniversiteli Dergisinin “Gençlik ve Ahlakî Yozlaşma” Konulu Soruşturmasına Verdiği cevaplar:
1. Bilindiği üzere toplumumuzu derinden yaralayan özellikle dinamik bir kesim olan gençliği kıskacı altına alan bir ahlaki çöküntü söz konusu. Yaşanılan bu ahlaki çöküntüyü değerlendirir misiniz? Toplum olarak içinde bulunduğumuz ahlaki çöküntünün boyutlarına değinir misiniz?
C.1: Batıda, laisizm, sekülerizm, liberalizm gibi batıl ve insan fıtratına ters olan ideolojiler Batılı toplumların ahlaken çökmesine ve çözülmesine neden olmuştur. Türkiye’de, Cumhuriyet rejimi ile ivme kazanan batılılaşma çabaları, ne yazık ki Türkiye’yi de bu konuda Batılı toplumlara benzeterek çökmenin ve çözülmenin eşiğine getirmiştir. Bugün Türkiye’de, herkesin feveran ettiği ahlaki çöküntü ve dejenerasyonun nedeni bu batılılaşma çabalarıdır. Üzülerek belirtelim ki, bugün, içinde yaşadığımız toplum, gösterilen bu batılılaşma çabaları neticesinde tam anlamıyla bir ahlaki çöküntü ve dejenerasyon yaşamaktadır. Özellikle gençler arasında görülen bu dejenerasyon/yozlaşma ve ahlaki çöküntü toplumun geleceği açısından son derece büyük tehlike ve tehditler oluşturmaktadır. İnsanların bir zamanlar konuşmaya dahi utanarak çekindikleri bazı konuların, bugün, toplumda çok rahat bir şekilde konuşulur olması, hatta alenen işlenir hale gelmesi, toplumda da herhangi bir tepkinin oluşmaması bu tehlikeyi daha da vahim hale getirmektedir. Çünkü televizyon programlarında, gazetelerde, haber sitelerinde, sosyal medyada ve magazin dergilerinde, her tür ahlaksızlık pervasızca sergilenmekte, cinsellik, müstehcenlik, alkol kullanımı özenilen bir değer haline getirilmektedir. Bu kadarla da yetinilmeyerek ahlaki değerlerden yoksun kişilerin hayatları/yaşam tarzları imrenilecek tarzda sunulmakta ve bunların karanlık ve kokuşmuş yaşamları çekici gösterilmeye çalışılmaktadır. İşin daha da vahim yanı, bu gibi kimselerin ahlaksızlıkları, çürümüşlükleri/kokuşmuşlukları, çağdaşlık, modernlik ve bir cesaret örnekliği olarak topluma sunulmaktadır. Ne yazık ki bundan en çok gençler etkilenmektedir. Reklâm, sinema, edebiyat, mizah gibi kültürel araçlarda da hep aynı mesajlar verilmekte, kitlelerin dini, ahlaki değerleri yok sayılarak, sekülerizm, laisizm, ateizm, liberalizm vb. gibi sapkın ve batıl ideolojiler ile nikâhsız yaşama, flört, evlilik öncesi birliktelik özendirilmektedir.
Türkiye’de AKP iktidarı, 2002 yılından bu yana tek başına yönetimde bulunmaktadır. Politika olarak batılılaşma ile birlikte muhafazakâr demokratlığı benimsemiş ve buna göre politika ürettiğini iddia etmektedir. Kendisine yönelen ithamlara ise özgürlükçü ve batı yanlısı olduğunu, kişisel hayata ve yaşam tarzına müdahale etmediğini/etmeyeceğini de her defasında deklare etmektedir. Gerçekten de aile kurumunun temelini dinamitleyecek tarzda müstehcen yayın yapan yazılı ve görsel medyaya, alenen kadın ticareti yapılan mekânlara, -göstermelik bir iki operasyon hariç- uyuşturucu baronlarına, nikâhsız birlikte yaşamayı alenileştiren, modernlik, çağdaşlık olarak özendiren çevrelere alabildiğine özgürlük tanınmıştır. Hatta laiklerin beğenisini kazanma uğruna, kimi sanatçı müsveddelerine etek dolusu paralar karşılığında Belediyelerce konserler verdirilmek suretiyle, toplumdaki ahlaki çöküntü daha da derinleştirilmiştir. Müslümanlara gelince, aynı ölçüde davranılmamakta, hatta kimisine ‘el Kaide’, kimisine ‘radikal İslamcı’ diye baskınlar yapılarak zindanlara atılmaktadır. Hatta 28 Şubat postmodern darbe dolayısıyla gasp edilen haklar, azgın azınlık laiklerin hışmını çekmemek için bir adım öne, iki adım geri mantığıyla ha bugün ha yarın, parça parça verilir gibi yapılmaktadır. AKP iktidarı, 11 yıldır dile getirdiği özgürlükçü iddialarına rağmen, Müslümanların tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanarak Müslümanların yaşam alanlarını daraltan, onları ötekileştiren, en temel, en masum haklarını bile gasp eden 1920’li yıllardan kalma çağdışı, despotik kanunlara bile dokunamamıştır. Müslümanlara tanındığı iddia edilen özgürlük ise, bizatihi Müslümanlara, Müslüman oldukları için verilmiş özgürlükler değildir. Ayrıca Müslümanların istifade etmeye çalıştıkları bu özgürlüklerin bir kısmı, iktidar değişiminde kolaylıkla sona erdirilecek türden özgürlüklerdir. Bir iktidar değişiminde eski haline dönme ihtimali çok kolay olan başörtü serbestliği bile yıllar sonra yarım yamalak ‘demokratik bir hak’ olarak sağlanabilmiştir. Bir iktidarın demokratik bir hak olarak getirdiğini, bir başka iktidar ise, yine demokratik bir hak olarak kaldırma hakkını rahatlıkla kendisinde görebilir. Oysa Müslümanlar için başörtüsü, demokratik bir hak değil, tıpkı namaz gibi, oruç gibi inançtan kaynaklanan en temel haklardandır. Kısacası başörtüsü imani ve akidevi sorumluluğu gerektiren bir haktır. Dolayısıyla bu hak, birilerinin verdim demesiyle alınmaz, birilerinin de aldım demesi ile verilecek ya da vazgeçilecek türden bir hak değildir.
İşin trajikomik yanı ise, Müslümanlar için getirildiği ve ne kadar İslami olduğu tartışılan haklar bile ‘Türkiye muhafazakârlaşıyor’ ya da ‘mahalle baskısı’ gibi iddiaların gündeme getirilmesine neden olmasıdır. Oysa Türkiye muhafazakârlaşmıyor, aksine bu saldırılarla ılımlı İslam anlayışının kitlelere kabulü sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu saldırıların asıl amacı da budur. Ayrıca Türkiye’de on yıllardır mahalle baskısı ile Müslümanlara, Türkiye’yi zindan edenler, bugün mahalle baskısından şikayetçi olmaktadırlar. 28 Şubat’ta okul önlerinde küçücük kızları bileklerine kelepçeler takılarak yerlerde süründürenleri, ikna odaları oluşturanları, mahallelerde bile başörtülü Müslümanlara saldıran insanlıktan nasibini almamış olanları henüz unutmadık. Türkiye’deki azgın azınlığın hali, biraz da, hem dayak atan, hem de dayak yiyorum diyerek ortalığı velveleye veren adamın haline benziyor. Bu velveleler ve iddialar, Türkiye’de, gittikçe toplumu içten içe çürüten, yozlaştıran fuhuş, uyuşturucu, cinayet, gasp ve tecavüz gibi gün geçtikçe daha da artan olayların üzerini örtmek amaçlı olduğunu şimdilerde geriye dönüp baktığımızda daha iyi anlıyoruz.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durumdan en çok etkilenen, toplumun temel çekirdeğini oluşturan aile kurumu olmuştur. Çünkü toplumdaki ahlaki çöküntü ve dejenerasyonun neticesinde ailedeki çözülme ve parçalanma, özellikle son yıllarda daha çok artmıştır. Türkiye’de son yıllarda boşanmaların Müslümanlar arasında da artmasının nedeni son yıllarda uygulanan politikalar neticesinde meydana gelen ahlaki çöküntü ve yozlaşmadır. Bu ise, kızıyla erkeğiyle, en çok çocukları ve gençleri etkilemektedir. Toplumun geleceği olan gençlerin pimi çekilmiş bomba haline gelmelerinin nedeni de budur. Gezi Parkı olaylarına, ODTÜ olaylarına, bu gözle bakıldığında, ahlaki çöküntünün aile, özellikle de gençler üzerindeki etkileri daha kolay anlaşılacaktır. Televizyonlardaki müstehcen yayınlar, gazetelerin magazin sayfaları, TV dizilerindeki aile profilleri, kimi ailelerde ensest ilişkilerini tahrik etmekte, bu ise Türkiye’deki aile yapısını dinamitlemektedir. Türkiye bu konuda, Avrupa ülkeleri ile yarışmakta, hatta onları geride bırakacak tarzda tefessüh etmiştir.
Bu çürümüşlüğün devletin gözde kurumlarına da sirayet etmiş olması, olayın vahametini daha da arttırmaktadır. Nitekim gazeteci Musa Kesler’in, konuyla ilgili 14-17 Şubat 2013 tarihli Milliyet gazetesinde verdiği haber olayın geldiği boyutu göstermektedir:
“Kamuoyunda ‘askeri casusluk’ davası olarak bilinen ‘fuhuş, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek’ suçlamasına ilişkin 345 sanıklı davanın dosyasında soruşturma savcısının devletin en tepesine kadar yazdığı ‘zührevi uyarı’ yazıları ortaya çıktı. Dava dosyasına giren yazışmalara göre Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin, soruşturma kapsamında tutuklanan ve ‘bulaşıcı zührevi hastalık’ teşhisi konulan eskort kızlarla irtibatlı olduğu tespit edildi. Savcı Zafer Kılınç, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na yazı yazarak, ‘Personeliniz bulaşıcı zührevi hastalık taşıyan eskortlarla irtibatlı, gereğini yapın’ dedi.
Bu konuda savcılığın isimlerini de bildirdiği personelle ilgili herhangi işlem yapılmış mı yapılmamış mı, bu belli değildir. Belki bundan daha da önemlisi bu kurumlarda çalışan kimi personelin eskort kızlarla girdikleri fuhuş ilişkisidir.
Ne yazık ki son yıllarda fuhuş, uyuşturucu kullanımı, gasp, cinayet, yolsuzluk geçmiş dönemlere göre çok daha artmış ve içten içe toplumu çürütmeye başlamıştır. Nitekim CHP Milletvekili Ali Özgündüz, Adalet Bakanlığı’na 2002-2011 döneminde fuhuş, cinsel saldırı, müstehcenlik ve teşhircilik, alenen cinsel ilişkiye girmek suçlarından dava ve sanık sayısını sormuştur. Adalet Bakanı Sadullah Ergin verdiği cevapta fuhuşun, müstehcenliğin, cinsel istismarın 2002-2010 yılları arasında ortalama yüzde 150 ile yüzde 200’lük bir artış olduğunu söylemiştir. Bu açıklama bile toplumdaki ahlaki çöküntünün ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir.
S. 2: Sizce bu ahlaki çöküntünün altında yatan temel sebepler nelerdir? Ahlaki çöküntüyü hedef edinenlerin ne tarz araçlar kullandığını söyleyebiliriz?
C. 2: Türkiye toplumu, cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte tek tipçi ve jakobenist bir anlayışla batılılaşma adına yeniden oluşturulmaya çalışılmıştır. Buna engel olarak görülen İslami anlayış ve yaşam tarzı ise, sadece toplumsal hayatta silinmeye, yok edilmeye çalışılmamış, aynı zamanda bireysel hayatta da yok edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle İslam adına ne varsa, yok edilmeye, bu başarılamadığı takdirde dışlanmaya, ötekileştirilmeye gayret gösterilmiştir. Başlangıçta belirli alan ve mekânlarda dar bir çerçevede uygulanmaya çalışılan bu politika, ilerleyen yıllarda her alanda ve toplumun bütün katmanlarında uygulanmaya başlanılmıştır. Maalesef bu konuda baskıyla, metazori yöntemlerle bir hayli mesafe de katedilmiştir. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından söylendiği iddia edilen şu söz bu konuda uygulanan sinsi ve uzun vadeli politikaların nasıl başarılı olduğunu göstermektedir. Hasan Ali Yücel şöyle demişti 1940’lı yıllarda; “bizler insanları zorla Kur’an’dan uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Ama buna rağmen başarılı olamıyoruz. 30-40 sene sonra öyle bir nesil yetiştirmeliyiz ki, kendiliğinden Kur’an’ı elinin tersiyle itebilmelidir.” H. Ali Yücel, 1938-1946 yılları arasında bakanlık yaptığına göre, 1970’li yıllarda yetişen ve İslam’a karşı olumsuz bir tavır ortaya koyan sol gençlik bu politikaların gereği olarak yetiş(tiril)en gençliktir.
Türkiye’de uygulanan totaliter ‘egemen rejim’ odaklı bu politikaların neticesinde meydana gelen toplumsal değişme, gençlerdeki yozlaşmayı daha da arttırmıştır. Buna kentleşmenin, sanayileşmenin ve iç göçün artması, gecekondulaşmanın getirdiği problemler de ilave olunca, toplumsal anlamda içinden çıkılmaz hale gelinmiştir. Bugün Türkiye’de meydana gelen aile facialarının, artan boşanmaların, parçalanmış ailelerin çözümsüz birer sosyal bir problem haline gelmesinin nedeni uygulanan bu politikalardır. Bu problemler, daha önce alışkın olmadığımız yeni bireysel ve toplumsal birçok sosyal problemi de beraberinde meydana getirmiştir. Artan bu sosyal problemlerden en çok etkilenenler ise, ne yazık ki çocuklar ve gençler olmuştur. Çünkü çocukların şekillenmesi, kişilik ve kimlik kazanması aileden aldıkları eğitimle başlar. Bu nedenle en iyi okul aile, en iyi öğretmen ise anne ve baba olmalıdır. Parçalanan, çözülen bir ailenin ise, çocuklarına bu eğitimi vermesi mümkün değildir. Aileden sonra çocuğu eğitecek ve geleceğe hazırlayacak kurum ise, okuldur. Ancak mevcut egemen rejimin, uyguladığı eğitim politikaları neticesinde okullar, amaçsız, hedefsiz, başına buyruk, yaratılış gayesinden habersiz, kısacası bunalımlı bir gençlik yetiştirir hale gelmiştir.
Gençliğin bu şekle gelmesine, Türkiye’nin bir bölgesinde 30-40 yıldır devam eden kirli iç savaşın etkisi de ilave olunca, önüne geleni yakan yıkan, bütün değerlere düşman, şiddet yanlısı, alkol ve uyuşturucu bağımlısı, Gezi Parkı’nda-ODTÜ’de olaylara katılan gözü dönmüş, istihbarat örgütlerinin maşası bir gençliği ortaya çıkarmıştır. Gençliğin bu hale gelmesinin en önemli nedenlerinden birisi de, yaratılış gayesinden habersiz ve hiçbir ölçü ve değer tanınmamasıdır. Yazılı ve görsel medyanın “hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun”, “atın ölümü arpadan olsun”, “gençliğini yaşayacaksın”, “anı yaşa” telkinleri de buna ilave olunca gençler yarınını düşünemez hale gelmektedir. Düşünmeyen, üretmeyen beyinler, bencil ve sapkın bir hayat, güçlünün güçsüzü ezdiği bir yaşam, suçlar, cinayetler, kısa sürede biten evlilikler, parçalanan aileler ve sokağa terk edilen çocuklar… Kısacası çöküntüye uğramış, geleceğe dair umudu tükenmiş bir toplum. Bu durum ise, gençliği daha da pervasızlaştırarak kontrol edemez hale getirmektedir.
Gençliğin yetişmesinde, kimlik ve kişilik kazanmasında aile ve okul devre dışı kalınca, devreye sokaklar, internet kafeleri, terör örgütleri ve Türkiye toplumunu iç çatışmalara sürüklemek isteyen istihbarat örgütleri girmektedir. Gençliğin böyle bir tuzağa düşmesinde kullanılan en kolay ve en kestirme yol ise alkol, sigara, uyuşturucu ve madde bağımlılığı, içki, uyuşturucu kullanımı ve kız-erkek ilişkileridir. Dinî duyarlılık kazandırılmayan gençler, içki, kumar, uyuşturucu fuhuş, hırsızlık, kapkaç gibi kötü alışkanlıklar edinmekte herhangi bir beis görmezler.
Unutulmamalıdır ki, ahlaksızlığın yaygınlaşması, tüm toplumu içine alan bir çürümeye neden olmaktadır. Bu çürüme, er ya da geç bunda katkısı olmayanlar da dahil herkese zarar verebilecek konuma gelecektir.
S.3: Toplumumuzu, özelikle gençlerimizi bu ahlaki çöküntüden kurtarmanın yolları nelerdir? Çözüm önerilerinizi söyler misiniz?
C.3: Gençlerin kişilik ve kimliklerinin oluşumunda en temel faktör aile, okul ve çevredir. Buna, 2000’li yıllardan itibaren dördüncü bir unsur olarak TV, bilgisayar ve internet gibi görsel, twitter, Youtube ve facebook gibi sosyal medyayı da ilave edebiliriz. Gerek görsel, gerekse sosyal medya, dikkatli, ihtiyaca göre kontrollü kullanıldığında faydalı, kullanılmadığı takdirde ise bulaşıcı bir hastalık gibi sadece kullanana değil, ailesine de, çevresine de zarar verir hale gelecektir. Bu tür medyayı kullananları ve özellikle de gençleri bundan vazgeçirmek hiç de kolay değildir. Gençleri bundan bütünüyle vazgeçirmek mümkün olmadığına göre kontrollü kullanmaları konusunda gençlerin nasıl eğitilmeleri gerektiği konusunda projeler üretilmeli, programlar yapılmalıdır. Ama her halükarda bu eğitim öncelikle ailede başlamalıdır ve okulla da mutlaka devam etmelidir. Çünkü gençlerin kişiliklerinin oluşmasında aile ve okulun çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Bu nedenle kişiliklerin olgunlaşmasında aile ve okulun etkin bir şekilde devreye girmesi gerekmektedir.
Gençlerin yetişmesinde etkin olan ailenin çökertilmesi için uzun yıllardan beri içerideki ve dışarıdaki İslam düşmanı çevreler yoğun bir faaliyet göstermişlerdir. Çünkü bir toplumu çökertmenin, onu egemenliği altına alarak bir pazar haline getirmenin en kolay ve en kestirme yolu aileyi istedikleri şekilde dönüştürmekten geçtiğini çok iyi bilmektedirler. Bunu bilen bu çevreler de kendi amaçlarını gerçekleştirmek için aileden işe başlamışlardır. Nitekim Türkiye’de bu konuda bir hayli mesafe de kat edilmiştir. Bu, Türkiye toplumunun geçmiş yıllara göre ahlaki bakımdan gittikçe daha çok yozlaşmasından anlaşılmaktadır. İçki, cinsel taciz ve uyuşturucu kullanmanın ilkokullara kadar inmesinin nedeni de bu ahlaki bozulmadan kaynaklanmaktadır. Çocuğun en temel –ahlaki- bilgiyi alacağı yer yani aile çözüldüğü için, aile fonksiyonunu yerine getir(e)memektedir. Maalesef okullarda da, egemen rejimin çağdışı kalmış, tek tipçi ve baskıcı ideolojisi verilmeye çalışıldığından, çocuklar amaçsız, hedefsiz, birer serseri mayın haline gelmekte ya da getirilmektedirler. Dolayısıyla bugün, ne aile, ne de okul, çocukları eğit(e)mediği için sokaklar, çocukları, sokağa egemen olanların istekleri ve sapkın anlayışları doğrultusunda eğitmektedir. Bugün, ilkokul yaşlarındaki çocuklarda bile uyuşturucu bağımlısı ve cinsel taciz oranı her geçen gün daha da çok artmakta ise, bu, okulun da, eğitim sisteminin de tefessüh ettiğini göstermektedir. Bu nedenle okullar çocuklarımızı, gençlerimizi eğitmemiş, tam tersine kötü alışkanlıkları kazandıran bir mekân haline gelmiştir. Bu nedenle hiçbir Müslüman, çocuğunu bu okulların ve eğitim sisteminin insafına terk edemez, etmemelidir. Çünkü ‘kendinizi ve ehlinizi yakıtı insan ve taş olan ateşten koruyun’ (Tahrim, 66/6) ayeti, babaya bir sorumluluk getirmekte ve bir mükellefiyet yüklemektedir.
Bu nedenle, İslâm’ın bir toplumda gerçekleşmesini gözettiği beş temel hedefi bulunmaktadır. Bu hedefler gerçekleşinceye kadar İslam, müntesiplerine meşru/İslami ölçüler çerçevesinde her türlü mücadele vermeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü bu hedefler gerçekleşmeden toplumun kendi içerisinde ahlakı, adaleti ve sosyal dayanışmayı sağlaması ve fitneyi önlemesi de mümkün olmaz. İslami ahlakı, adalet ve sosyal dayanışmayı kendi içerisinde sağlayamayan bir toplumun ise, kendi insanını –dünyevi/uhrevi- mutlu etmesi söz konusu olmayacaktır. Bugün olduğu gibi, huzurlu ve mutlu olmayan bir toplumda ise gasp, cinayet, yolsuzluk, haksızlık ve şiddet eksik olmayacaktır. Bu ise, toplumun kendi içerisinde gün be gün çürümesine, iç kargaşalıklara, sosyal bunalıma ve huzursuzluğa sürüklenmesine neden olacaktır.
İslam’ın öngördüğü beş temel hedef ise, dini, aklı, nefsi, nesli ve malı korumaktan oluşmaktadır. Bu beş hedefin önemli unsurlarından biri aklın korunması ve ilahi ölçüler çerçevesinde kullanılmasıdır. Çünkü Allah’u Teâlâ ancak akıl sahiplerini dinden sorumlu tutmaktadır. Dolayısıyla aklı olmayanın dini de yoktur. Yani dinden mükellef tutulmayacaktır. Bundan dolayıdır ki Allah’u Teâlâ birçok ayetin sonunda ‘akletmiyor musunuz’ (Al-i İmran, 3/65; Bakara, 2/76; Enbiya, 21/10 vb.) diye akledenlere hitap etmektedir. Aklı ifsad eden, akla zarar veren şeylerin başında ise alkol ve uyuşturucu kullanma gelmektedir. Alkollü içki ve uyuşturucu kullanma oranı son yıllarda bir hayli artmıştır. Çünkü bu da, tam anlamıyla bir sektöre dönüşmüştür. Nitekim okul önlerinde ya da yakın çevrelerinde o küçücük bedenleri zehirlemek ve onların sırtında rant sağlamak için yoğun çaba sarf edilmektedir. Genellikle torbacı denenler ya da kullanıcılar yakalanmakta, onların arkasındaki asıl sivil ve resmi baronlara ise dokunul(a)mamaktadır.
Nesli ve aile yapısını bozan en önemli faktörlerden biri de fuhuş, cinsellik, ensest ilişki vb sapkın ve gayri ahlaki davranışlardır. Çünkü bu sapkınlıklar, aile ve dolayısıyla da toplum ahlâkını çökertmekte, psikolojik bir takım sosyal dengesizliklere sebep olmakta ve başta zührevi olmak üzere çeşitli bulaşıcı hastalıklara da neden olmaktadır. Gençliği dejenere etmek isteyenlerin, en fazla başvurdukları ve bu maksatla etkileyerek onları kendilerine bağımlı hale getirdikleri alan, fuhuştur.
Gençleri bu tür ahlaki çöküntüden kurtarmanın yolu aileyi muhkem hale getirmektir. Bu da, ancak ailenin İslami temeller üzerine kurulmasıyla gerçekleşebilir. Çünkü anne ve baba en iyi eğitici ve örnek, aile ise en etkili okuldur. Çocuklarımızı ailemizde, İslami ahlak ve terbiye üzerine yetiştir(e)mediğimiz takdirde, gelecekteki yaşantıları bugün şikâyetçi olduğumuz gençlerin yaşantılarından farklı olmayacaktır. Allah’tan korkan bir gencin, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi yapması asla mümkün olmaz. O halde çocuklarımıza vereceğimiz ilk şey, ekonomik anlamda rahat yaşayacağı bir hayat ya da truva atı gibi koşturarak makam ve mevki sahibi olsun diye okuldan dershaneye, dershaneden okula göndermek olmamalıdır. Önceliğimiz evlerimizi birer Dar’ul-Erkam gibi bir eğitim yuvasına dönüştürmek olmalıdır. Ama önce ebeveynler olarak anne ve babalar buna hazır olmalıdırlar. Çünkü her aile çocuklarıyla ilgili olarak iki şeyle karşı karşıya bulunmaktadır. 1. Çocukları dünyevi anlamda başarılı olmalarını sağlayarak iyi üniversiteler kazanmalarını ve iyi makam ve mevkiye gelmelerini sağlamak. Bu nedenle de çocuğun küçük yaşlarda mutlaka alması gereken İslami eğitimi daha sonraki yıllara ertelemek 2. Bu tür bir eğitimi, çocuğa, verilecek İslami eğitimle dengeli şekilde verilmesini ağlamak. Yani çocuğun mutlaka İslami ahlakla ahlaklanmasına öncelik verilmelidir. Ancak çocuk, küçük yaşlardan itibaren bu şekilde eğitildiği takdirde okulun da, sokağın da vereceği zararlardan kurtulmuş olur. Aksi halde çocuğu sokak yetiştirmiş olur ki, bu, sadece çocuğa değil, çocuğun İslami terbiye almasından birinci derecede sorumlu olan anne ve babayı da hem dünyevi, hem de uhrevi anlamda sıkıntıya sokacaktır. Öyleyse, anne ve baba olarak ilk işimiz, evlerimizi çocuğumuzu eğitecek ilkokul, ilk eğitim yuvası haline dönüştürmek olmalıdır.