Kudüs Seyehatinin Ardından
Gündem Yazarlar

Kudüs Seyehatinin Ardından

IMG_1740 (400 x 600)5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan gece Mirac Kandili idi. 1967 Arap-İsrail Savaşı da aynı tarihte başlamıştı. Yani altı gün savaşları denilen savaş.. O gece Mescid-i Aksa’daydım. Bir taraftan Kur’an’ın: “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah) münezzehtir. Ona ayetlerimizden bazılarını gösterelim diye. Şüphesiz ki O, işitendir görendir.”(İsra/1) Ayet-i Kerimesini düşünüyor ve Mescid-i Aksa’ya o duygu ve düşünce ile bakıyorum. Diğer yandan o mescide girerken İsrail askerlerinin kontrolünden geçerek girmenin verdiği hüznü bütün damarlarımda hissediyorum.

3 Haziran’da vardık Kudüs’e. Otelimiz Zeytin Dağı’nın tepesinde. Önümüzde Yahudi Mezarlığı, altı Cehennem deresi, üstü Mescid-i Aksa’nın duvarına komşu Müslüman Mezarlığı. Otelin önünden Mescid-i Aksa’ya bakıyorum ve içimde fırtınalar kopuyor. Davranışlarıma, hayallerime aklım mı, kalbim mi, yoksa her ikisi mi hükmediyor, bilemiyorum. Gözlerimin önünde bir gelin edasıyla süzülen Kubbetüssahra, onun hemen altında Mescid-i Aksa. Yönümü sağa çeviriyorum Cemal Paşa’nın Kudüs’ü Filistin’i yönettiği kale gibi bir yapı ve tabii ki Cemal Paşa, Kudüs, Zeytin Dağı derken aklıma birden, bir günde 41 kanaat önderi, âlim zatların Nablus’ta idam edilişi geliyor. Ortadoğu’nun, Filistin’in talihsizliğinin serencamını hatırlıyorum. Belki de yakın tarihi hiç bilmeseydim diye içimden homurtular yükseliyor. Tarih, yakın tarih, Zeytin Dağı, Kudüs, Mescid-i Aksa, Kubbetüssahra ve İsrail askerleri ve de işgal.. Haydi, çık işin içerisinden çıkabiliyorsan! Nerede bende o yürek!

Altı gün savaşını neredeyse 1967’de günü gününe o günün imkânları nispetinde takip ederek yaşayan birisiyim. Zira o tarihlerde Silahlı Kuvvetlerde, Hava Kuvvetlerinde görevliyim. 5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan gece savaş başladı. Başlayan savaş sanki Türkiye’nin savaşı idi, solcu, sağcı, Kemalist hemen hemen birçok Subay ve Astsubay hararetle savaş haberlerini takip ediyoruz. Kulağımız radyoda, ajans haberlerini bekliyoruz. Arapların başarı haberleri geldikçe hepimiz solcu, sağcı, Kemalist, evet hepimiz havalara zıplıyoruz, seviniyoruz. Ve ben içimden Hani bunlar solcu idi, Kemalist’ti, sağcı idi’ diye geçiriyorum. Ama ardından da Allah’a hamd ederek o günkü genç halimle: ‘Çok şükür demek ki din kardeşliğimiz her şeyden öndeymiş’ diye kanaat oluşuyor.

Ama ilerleyen saatlerde sevincimiz hüzne dönüşüyor. Zira İsrail ve Batı kaynaklı haberler geldikçe Arapların yenilgiye doğru gittikleri anlaşılıyor. Hele hele Mısır’ın Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının pistlerde ve hangarlarda İsrail Kuvvetleri tarafından imha edildiği haberleri büsbütün moralimizi bozuyor. 6 Haziran günü İsrail Gazze’yi kuşatıyor ve Ürdün cephesinden Gazze’ye girerek orayı işgal ediyor. Aynı gün Sovyetler ve ABD Güvenlik Konseyinden acilen ateşkes kararı çıkartıyorlar. Ama İsrail durmuyor, 7 Haziran’da Süveyş kanalının doğu kıyısını, Şarm El Şeyh’i, Batı Şeria’yı Doğu Kudüs’ü işgal ediyor. 9 Haziran’da Golan tepelerini işgal ediyor ve diğer günlerde ise Sina yarımadasında İsrail ve Mısır Zırhlı Birliklerinin savaşı devam ediyor. Sonuç: Sina, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Gazze İsrail tarafından işgal ediliyor ve 10 bin Mısırlı, 6 bin Ürdünlü, 700 İsrailli olmak üzere 17 bin insan bu savaşta hayatını kaybediyor.

O savaş başlarken bilahare öğrendiğimiz bilgilere göre Ürdün yaklaşık 54 savaş pilotunun 48’ini İngiltere’ye pilotaj eğitimine yolluyor. Suriye Zırhlı Birlikleri Irak sınırında tatbikata başlıyor. Mısır Genelkurmay’ı ve Kuvvet Komutanları, üst düzey askeri yetkililer Amerika’nın Kahire Büyükelçisinin verdiği resepsiyonda sabaha kadar kafayı çekiyorlar. Ve tabii ki hava meydanlarında, askeri üslerdeki 410 savaş uçağının imhasından bile haberleri yok…

İşte öyle bir savaştı altı gün savaşları. Önce Kral Faruk’a karşı yapılan darbe ve ardından ihvana darbe ve ardından da Arap dünyası için imal edilen ATAARAP NASIR! Doğru, Nasır Asuan Barajının yapımı, Süveyş’in millileştirilmesi ve daha birçok sol tandanslı makyaj işlemler yaptı. Arap Birliği’ni kurdu. ‘Kilit Adam’ rolünü iyi oynuyordu. Ama ne olduysa Altı gün savaşlarında Amerika Nasır’ın karizmasını çiziverdi. Zahir SSCB ile flört hayatını biraz ileriye götürdü. Elbette flört hayatının da bir sınırı olmalı. Sınırsız yaklaşımlar Nasır’ın siyaseten nikahlı olduğu Amerika’yı kızdırabilirdi ve nitekim kızdırdı da.. Aslında sömürge sonrası gelen örtülü sömürge ya da ‘Ulus Devlet’ aşamalarında böyle şeyler olur. Ne de olsa adamlar antrenman yapıyorlar. Bizde de yani Türkiye’de de tek parti döneminde benzer şeyler olmadı mı? Neyse ki ellerini çabuk tuttular, kerizler uyanmasın diye. Tek Parti’nin içerisinden dört kahraman çıkartarak İkinci Dünya Savaşı, Yalta sonrası konjonktürel bir makyaj tazelemesi yaptılar. Artık bu konuyu burada keselim.

Evet efendim! Allah nasip etti, bu yıl Miraç gecesini Mescid-i Aksa’da geçirdik. Doğrusu dört günümüz işgal altındaki Filistin’de geçti. Gazze hariç hemen her yerine gidebildik. Filistin’e, Kudüs’e gidebilmek için özellikle hava yoluyla bir tek şansınız var, İsrail’in Tel Aviv havaalanına ineceksiniz. Biz de öyle yaptık. Sağ olsun rehberlerimiz daha Ankara’dan kalkmadan İsrail polisinin havaalanında işlemleri uzun tuttuğunu, bazılarımızı alıkoyabileceğini, sorgulayabileceğini ve hatta sınır dışı edebileceğini hatırlattı. Dediği gibi de oldu. Şahsen ben, bu güne kadar birçok defa İsrail-Filistin, Kudüs üzerine makaleler yazmış, çeşitli konuşma ve konferanslar vermiş birisi olarak İsrail polisinin misafiri olabileceğimi tahmin ediyordum. Nitekim sıra bana gelinceye kadar üç arkadaşı misafir(!) odasına götürdüler. Sıra bana geldi, başı kipa’lı polis derin derin süzdü, bir gözü ekranda bir gözü bende, bir gözü de pasaportta. Bunların iki gözü bazen çoğalabiliyor ve: ‘Selamünaleyküm Süleyman’ hitabı ile karşı karşıya geldim. Ardından ismimden çok hoşnut olmalı ki elini uzattı bir daha ‘Süleyman’ dedi ve pasaportu verdi. Anlaşılan beni Salamon’la karıştırdı. Doğru, Türkiye’de Salamon da var Süleyman da. Vallahi o ne derse desin, siz de bilin ki ben Süleyman’ım..

Misafir edilen arkadaşlarımızdan bazıları bir süre sonra sorgulamanın ardından serbest bırakıldılar. Bir arkadaş sınır dışı edildi, diğerlerinin akıbetini bilmiyorum. Havaalanı, Tel Aviv derken kendimi II. Abdulhamid Han’ın yaptırdığı (1896) Yafa’daki Saat Kulesinin önünde buldum. Hemen bir hakkı teslim etmem gerekiyor; gerek Tel Aviv ve gerekse başta Batı Kudüs olmak üzere Yahudilerin yaşadığı, İsrail’in fiilen var olduğu yerler gerçekten görülmeye değer ve şehircilik açısından fevkalade güzel. II. Mahmud’un yaptırdığı bir külliyede sabah kahvaltısı ve ardından HAYFA’ya hareket ettik. Hayfa’da dikkatimi çeken en önemli şey BAHAİ’lerin merkezi ve bahçesi. Doğrusu o merkezin de, bahçenin de bir benzerini bu güne kadar görmedim. Ve bir not: Sahi Müslümanlara kan kusturan, babasının kucağındaki 11 yaşında olan Ahmed ed-Durra’yı acımasızca katleden, daha birkaç hafta önce Doğu Kudüs’ün Beythanin ve Silvan mahallelerinde Müslüman Filistinlilerin evlerini başına yıkan Yahudi yönetiminin BAHAİ aşkı nereden geliyor? Bilmem hatırlar mısınız? İran’ın devrik lideri Şah da sürgüne giderken yerine bir Bahai olan Şahpur Bahtiyar’ı bırakıp gitmişti. İslam’dan hoşlanmayanlar genelde Müslüman’ın yozlaşmışını, Allah’a ortak koşarak iman edenini severler. İslam dışı güçlerin ister adı Hans, ister George, ister Abraham olsun, hemen hepsi de adı Nasır, Ahmed, Mehmed, Kemal ne olursa olsun bunların muvahhid olanlarını sevmezler. O yüzden geçenlerde yıllar önce aldığım notları karıştırırken yazdığım bir not benim de dikkatimi çekti. Diyorum ki o notta: ‘Ben düşmanımın nefretinden değil, muhabbetinden korkarım.’ Bu sözüm doğru değil mi, Allah için söyleyin!

Ve gezi devam ediyor, Aksa’dayız. Cezzar Ahmed Paşa Camiinde ve öğle namazı kısa bir gezi ve ardından hasretimizi gidermek ve seyahat gerekçemiz olan Mescid-i Aksa’ya yani Doğu Kudüs’e hareket. İkindi namazını bir yerlerde kıldık, tam güneş batmasına yakın bir zamanda Mescid-i Aksa’dayız. Akşam namazını eda ediyoruz, yatsıya kadar mescide ve etrafında dolaşıyor, tanımaya çalışıyoruz ve yatsı namazı için hemen karşıda olan Kubbetüssahra’ya geçiyoruz. Hani bizim genelde Mescid-i Aksa sandığımız, köşeli ve yaldızlı yapıya. Çünkü orası Kubbetüssahra’dır. Kubbetüssahra’da göze çarpan en önemli şey muallâk taşı denilen taş ve onun altındaki boşluk. Şüphesiz Allah resulünün (a.s) izinin olduğu her yer güzel, her yer ihtirama değer. Ancak insanlarımızdaki bilinçsizlik, onları farkında olmadan ilahi iradeye rağmen davranışlara sevk edebiliyor. Mesela muallâk taşının üzerinde kapalı, bir elin girebileceği kadar açıklığı bulunan bir yer var, orada bulunan taş ve üzerindeki iz Hz. Peygamber’in üzerine bastığı taş ve iz de onun ayak izi. Herkes sırada ellerini delikten içeriye sokuyorlar, çıkartıyorlar. Ben de yaptım aynı şeyi. Yalnız elimi delikten içeri sokarken etraftakilere de duyurarak: ‘Bu hareketimizden ne Allah (c.c) ne de Rasulü (a.s) razı olmaz’ demeyi de ihmal etmedim!

Ertesi gün Mervan Mescidi, Burak Mescidi, Hz. Davud’un, Selman-ı Farisi’nin, Rabiatül Adeviyye’nin makamlarını ziyaret ettik. Hâsılı Beytüllahim, El-Halil, Helhul Kasabası, Eriha, Lut Gölü vs. hepsini gezdik. Doğuş Kilisesi, Ağlama Duvarı’nın yanı sıra; Hz. İsa’nın doğduğu mağara, Hz. Meryem’in çocuğunu doğurduktan sonra inzivaya çekildiği yer, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. Yunus’un, Hz. İshak’ın, Hz. Yakub’un, Hz. Sare, Hz. Refika validelerin kabirleri, hemen hepsini ziyaret ettik. Beni bu ziyaretlerde en çok düşündürenlerden birisi de şu oldu: Yahudi’ler Hz. Süleyman’a verdikleri önemin, itibarın asgarisini bile Hz. Musa’ya vermiyorlar. Mescid-i Aksa’nın Süleyman mabedinin üzerine yapıldığı iddiası ile uzun zamandan beri Mescid-i Aksa’nın altını oymaya çalıştıkları bilinmekte. Amaç Süleyman mabedini yeniden inşa etmek. Tamam; Hz. Davud’a yani Süleyman’ın babasına Süleyman’a gösterdikleri ilgiyi göstermemelerinin nedeni belli. Zira onlara göre Hz. Süleyman Peygamber, babası Davud Kral. Peki! Hz. Musa’ya niçin önem vermiyorlar. Zira Hz. Musa’nın kabri fevkalade sade ve tamamen Filistinlilerin kontrolünde olan bir külliye. Artı eskiye ait olan ne varsa onlar da Osmanlı’ya ait. Zaten Filistin’in hemen her yerinde Osmanlı var. Mescid-i Aksa’nın duvarları Kanuni zamanında Mimar Sinan tarafından yapılmış, Mescid-i Aksa’ya giden aslanlı kapı güzergâhındaki geniş ve uzun duvar TİKA tarafından yapılmış. İsrailli yöneticilerin ve fanatik Yahudilerin Tayyib Erdoğan’dan nefret etmelerinin nedeni de belli zaten, çünkü Erdoğan onlara göre Yeni Osmanlı.. Gezi Parkı olaylarına da sevinmeleri, alkış tutmaları bu yüzden. Onlar istemeseler de bizler yani Müslümanlar kendi değerlerimize sahip çıkarsak elbette Allah da bize yardım edecektir. Gezi Parkı olayları nedeniyle başta İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman vb.nin sevinçleri sanal olur, ya da o sevinçleri kursaklarında bırakmak bizim elimizde. Ve bizler öncelikle sorumluluklarımızın bilincine varır isek, yani Allah’tan razı olursak hiç şüpheniz olmasın Allah da bizden razı olacaktır.

Miraç gecesi nedeniyle Kudüs’e gelen Türkiyeli sayısının 1500 olduğu ifade edildi. 5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan gece Mescid-i Aksa’dayız. Dedim ya Kudüs’ün işgal günü ile Miraç gecesi aynı güne denk geldi. Mescid-i Aksa’nın imamı bir nezaket örneği ve belki de bir vefa numunesi olarak cübbeyi Türkiyeli imama takdim etti. Yatsı namazını Türkiyeli imam kıldırdı. Ardından tesbih namazını yine Türkiyeli imam kıldırdı. Zaten Hacı Bayram Camii imamı Yunus Hoca, başta Mescid-i Aksa olmak üzere El Halil de, Hz. Ömer mescidinde, Hz. Musa’nın kabrinin olduğu mescidde hep o günün anlam ve önemini belirten İsra, Meryem, Taha, Yunus, İbrahim surelerini okudu. Tesbih namazının ardından Mescidin bir yanında sohbet ve ilahiler faslı başladı. Fakat mescidin kapısında Filistinli görevli bizleri uyarıyor, artık geceyi, etkinliği bitirmemizi istiyor. Zira Mescid-i Aksa’nın tüm giriş kapıları İsrail askerleri ve polislerince kontrol altında. Dolayısıyla Filistinli görevli İsrailli görevlilerin baskısı nedeniyle bizi uyarıyor. Uzatmayalım biz geceyi orada bitirdik. Sabah namazına kadar otele döndük. Sabah yine Mescid-i Aksa’dayız. Doğrusu dört günlük Kudüs gezimiz dolu dolu geçti. Ve bir not: Mescid-i Aksa’da Senegalli, Malezyalı birçok Müslüman’a rastladım amma bir tek İranlı Müslüman’a rastlamadım.

Bu gezi esnasında ya da ziyaret esnasında dikkatimizi çeken başka hususlar da vardı tabi. Başta geziye katılan hanımlara ilişkin tespitlerim. Öncelikle bizim grup 150 kişiden oluşuyordu ve yarıya yakını bayandı. Her yaştan olan bayanların özellikle genç ve öğrenci olanları sade kıyafetleri tercih ederken, diğerleri ekserisi adeta mukaddes yerleri ziyaretten çok sanki defileye gelmiş gibiydiler. Sabah ayrı, öğlen ayrı, akşam ayrı kıyafetlerle sanki podyuma çıkacak gibiydiler. Ne oluyor Allah aşkına, sizde hiç mi şuur yok? Siz Mescid-i Aksa’ya Allah rızası için mi geldiniz yoksa defile için mi?

Diğer bir konu gerçekten insanımız olayları, tarihi ve en önemlisi de dini ve dini ritüelleri yeterince bilmiyor. Bir örnek vereyim. Kıyamet kilisesindeyiz. Bir mezarın üzerine insanlar ellerini sürüyor ve sonra ellerine yüzlerine sürüyor. Yanımda duran kapalı bir kızımıza soruyorum: Bu mezar kimin, bunlar ne yapıyorlar? Kızımız cevaben; ‘Burası Hz. İsa peygamberimizin mezarı’ dedi. Devamla ‘Aslında burada değil o, diridir ve Allah’ın katındadır. Kıyametten önce inecektir.’ Dedi. Ben de kendisine Kur’an’dan örnekler verdim; Her canlı ölümü tadacaktır. Canlıların ve peygamberlerin en ulusu olan Hz. Muhammed’in ölümü tattığı bir dünyada Hz. İsa’nın da ölümü tatması muhakkaktır. Zira Kur’an’ın hükmü açık ve nettir. Ayrıca Hz. Peygamber’in vefatı nedeniyle Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir arasında geçen diyalogdan bahsettim. Tüm bunlara rağmen kızımız müntesibi olduğu meşrebin kitaplarından bahisle: ‘ama ben …. kitaplarda böyle bir şeye rastlamadım.’ deyiverdi. O anda aklıma İmam Şafii ile İmam Malik hadisesi geldi. Mâlum İmam Şafii İmam Malik’ten 9 yıl ders aldı. Öğrenciliği esnasında İmam Malik’in bir takım yanlışlarını ya da isabetli bulmadığı görüşlerini not etti. Hocasına hürmeten bunları neşretmedi. Vakta ki İmam Malik vefat etti. Bir gün bir sohbet esnasında bir konu üzerine konuşulurken, İmam Şafii Hazretleri: ‘Resulullah dedi ki’ diye söze başlıyor, muhatabı ise; ‘İmam Malik dedi ki’ diye mukabele ediyor. Bunun üzerine İmam Şafii sararıyor, titriyor ve ardından şu sözleri söylüyor: ‘Allah ve Resulünden geleni başımızın tacı, gözümüzün nuru kabul etmez isek, hangi gök bizi gölgelendirir, hangi yer bizi üzerinde barındırır.’ diyor ve daha önceki notlarından oluşan ‘Reddiye-i İmam Malik’ risalesini neşrediyor.

Bir Müslüman’ın düşünce ve davranışlarını öncelikle Kur’an ve Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti belirler. Kur’an’a ve sünnete dayanmayan düşünce ve davranış dinden sayılmaz/sayılamaz. Müslüman’ın, diğer insanlara karşı en önemli görevi o kişinin/kişilerin akıllarını vahiy ile buluşturmak ya da akılları ile vahyin arasına giren engelleri kaldırmaktır. Maalesef bu gün öyle bir haldeyiz ki Müslüman kimliğimizle aklımız ve vahiy arasına bir yığın engeller koyuyoruz. Bunlar bazen eşimiz, aşımız, işimiz oluyor. Bazen efendilerimiz, şeyhlerimiz, sevdiklerimiz ve onların görüşleri, eserleri oluyor. Müslüman, düşünce ve davranışlarını kesinlikle bunlardan temizlemelidir. Aksi halde tağut dışarıda değil, içimizdedir.

Sonuç olarak şunu belirteyim ki; Hz. Peygamber’in (a.s) ifade buyurduğu üç mescidden birisi olan Mescid-i Aksa ve onun etrafındaki mübarek yerleri gezmek, tefekkür etmek, Hz. Meryem ve onun hayatını düşünmek, Kur’an kıssaları doğrultusunda o civarda bulunan peygamberlerin, nebilerin hayatlarını, mesajlarını yeniden düşünmek için belki de daha sıklıkla Kudüs gezileri yapmalıyız. Ve hatta şayet mümkünse imkân sahibi kardeşlerimiz birazcık umre’ye ara versinler, Kudüs seyahatini öncelesinler. Zira benim Müslüman kimliğim ile Kudüs’te olmam İslam ve Müslüman düşmanlarına korku ve hüzün; İslam ve Müslüman dostlarına sevinç ve ümit veriyor. Kudüs seyahatimin bende bıraktığı en önemli kanaat bu…(26.06.2013)

NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisi 170.Sayısında (Temmuz-2013) Yayımlanmıştır.

GRUBA KATIL