Yusuf Bin Yakub Bin İshak Bin İbrahim (as)
Bir nesne, mevzu ya da vakanın bıraktığı izlerin, mutmain olacak kadar anlaşılamamasının temel nedeni, arka plan analizinin ihmal edilmesidir diyebiliriz. Kendi standardı içerisinde takip edilecek analiz bizi, sadece arka planda cereyan eden; bilgi, karar ve eylem mekanizmalarını elinde tutan merciye ulaştırmayacaktır. Aynı zamanda bu mercinin bir plan, program dâhilinde belirlediği hedefe yönelik gerçekleştireceği, tatminkâr veri ile zuhur edecek unsurun hayata dokunuşundaki katkısı, içeriği, yönlendirebilir ya da yönlendirilebilir vasfına da ulaştıracaktır. Her ne kadar zahmet içeren bir çaba olsa da hayati önem arz eden hususlarda, bu meşakkate girmek, değerli ve elzemdir. Kısaca genel bir tema -ana yönelim- şablonu üzerinden arka plan çalışmasına dair şu tespitleri sıralayabiliriz:
a-Zahirdeki görüntünün etimolojik yönü
b-Zahirdeki var oluşun arka planı
c-Bütün ve parça ilişkisi
d-Parçaların varlık kaynakları ve bu kaynaklara eğilimlerinin tespiti
e-Parçaları uygun koşullarda; şekli, işlerliği, anlamı olan yekpare hâle getirmek ve oluşan bu bütünü yeni bir kavramla ifadelendirmek
Kabaca şöyle örneklendirebiliriz: Bir alana getirilen yapı malzemesi, alet, makine ve teknik personelin bir arada duruş görseli hiçbir zaman “bina” tanımlamasını gerekli kılmadığı gibi, akla da uygun düşürmeyecektir. Çünkü bu görselin her bir parça tanımlaması ve arka planı kendine özgüdür. Ancak bu görsele ait parçalar, en uygun sistematikle bir yapı oluşturulabilir. Bahsedilen sistem vasıtasıyla parçalar ve parçaların özelikleri birbirleriyle uygun ölçü ve koşullarda harmanlanırsa ancak ilgili proses sonucunda arzu edilen şekle ulaşılabilir. Artık bu şekil parçalarla değil, yeni bir kavramla ifade edilecek fakat zuhur eden şekle de parçaların işlerliği ve niteliği anlam katacaktır.
Buraya kadar arka plan değerlendirmesi üzerine özet ve örnekle verilmeye çalışılan genel yaklaşım tarzı ile bundan sonra Hz. Yusuf (as) olmaya götüren; ilahi takdiri, bu takdirin gereği insan olarak yaratılma ve yeryüzünün bozulan, onarılmaya muhtaç yönleri için, seçilmişliğin zamanlama periyodu ve lokasyonuna dair arka plan değerlendirmesi olacaktır.
Peygamberlere dair herhangi bir ifade, anekdot ya da kıssa, insanın var oluşunu, varlık âlemine teşrifini, her türlü soyut ve somut yönlerinin tekâmülünü, varlığının gayb ve zahir âleminde oluşturduğu yankıyı, tepkiyi ve terkibini akla getirir. Bu öze bakışla kodlarımızda var olan fakat üzeri zaman içeresinde, dünya çuluyla örtülerek hakikat ile bizi besleyen mukaddes bağ karartılarak görünmez hâle getirilir. Seçkin elçiler eliyle ağır örtü aralanır ve hatırlanan, hatırlatılan hakikatin şavkı huzme huzme (ışık demetleri hâlinde) içeri sızar. İçerisinin perişanlığı, tozu, pisliği, yozlaşmışlığı ve ağır kokusu âdeta temayüz eder. Bu vesile, insanın içerisinde bulunduğu koşulların ve şahsiyetinin -her ne kadar ona zahiri yönünü gösterse de bu sadece aysbergin su üzerindeki tecessümüyle görünür hale geldiği kadardır.
Elbette ki hakikat ve hakikati elinde tutan en büyük otorite, insanın içerisinde anandığı (tepindiği, toza bulandığı) bu rezaletten kurtarmak ve çekip çıkarmak için, farklı zaman dilimleri ve coğrafyalara, elinde hakikat aynası taşıyan çilekeş elçiler görevlendirmiştir. Dolayısıyla tek başına ve anadan üryan geldiği bu dünyaya, tercihlerinin sonuçlarını bireysel ve sırtlanmış olarak kaçınılmaz nihayetin kucağına ya hazinlerin eşliğinde ya da mücadelelerle ve bir dejavu yaşarmışçasına anadan üryan, ibretlik bir tekrarla veda edecektir. Bir sonraki aşama ise dünya mahsulünün karşılığının verileceği ve istikrar bulacağı ebediyet hayatıdır. (Kıyame, 10-12)
“Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 15)
Çünkü insan, en güzel biçimde yaratılmış olsa da insanın içerisine düştüğü derekeden (aşağı kat/katlardan) tek başına yüzeye çıkabilmesi, karanlıktan aydınlığa kavuşması, perişanlıktan izzete ulaşabilmesi mümkün değildir. Ancak izzeti hak edebilmesinin başlangıcı, tüm önyargılardan uzaklaşarak aynada kendisini ve içerisinde bulunduğu ortamı irdelemesiyle olacaktır. Diğer aşama ise aynayı tutan izzetli şahsiyete tabi olmaktır. (Münafikun, 8)
Fakat hakikatin karşılığı, her insanda aynı yankıyı uyandırmaz. Kimileri üç maymun karakteri ile hareket ederler. İdrak merkezi kalplerine açılan duyu portallarını kapatarak hakikatin, kalplerine intikaline müsaade etmezler. Altlarında kaldıkları, dünya çulunun gediklerinden sızan ve cehaleti kavuran hakikat nurunun, tabir yerinde ise her fotonu (-cuğu) bu maymunlar tarafından ısrarla engellenir ve zifiri karanlık, onlar için artık bir yaşam biçimine dönüşmüş olur. Bu başkalaşmanın maliyeti ise özlerinden tamamen feragat olacaktır.
“(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (Bakara, 18)
Özden saparak makas değişikline gitmek; yeni bir başlangıç, yeni bir anlayış, yeni bir hayat ve yeni bir nihayet olacaktır. Bu istikrarlı istikametin getirisi, muhakkak muannit bir karakterin zuhur etmesini sağlayacaktır. Ortaya çıkan karaktere dair duyu portal varlığı, artık işe yaramayacaktır. Çünkü bu duyu portalları, o karakterlerin kendi içerlerinde inşa ettikleri dünyalara açıktır. Hakikatin farkına varanlar için; karanlıkların mimarı olmak, karanlığı tercih etmek, karanlığa davet ve davette ısrarcı olmanın getireceği azap, sadece Sirac-ı Münir’in tüm yönleriyle engellendiği karanlık bir fanus hayatı olmayacaktır.
Ayrıca maymunlaşmanın en önemli vasıfları arasında sayabileceğimiz bir davranış şekli de hakikate ait nasihatlerden firar eylemidir. (Müddessir, 49-51) Hakikatten neşet etmiş bu ayetlerle üç maymunun öğüt karşısında sergiledikleri manzaranın aslan gören; kaba, vahşi ve canhıraş kişneyerek -korku dolu bir bağrışla- sürüler hâlinde kaçan yaban eşekleri ile karakterize edilmesi, manidardır. Muhakkak bu ebedî ıstıraba davet girişimidir. Neticede mutlak güç, bu üç maymunun inatlarının karşılığı olarak, kalplerinin kepenklerini ağır kilitlerle kapatarak idrak kabiliyetlerini yerle yeksan etmiştir.
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azap onlaradır.” (Bakara, 7)
Muannit ahvallerinin neticesinde, hak ve hakikate üç maymun taktiğiyle muamele edenlerin, kalpleri üzerine mühür vurularak cezalandırılan varlıkları, ancak mührün sahibi tarafından bertaraf edilebilir. Peygamberlerin himmetleri ya da şefaatleri dahi bu mührü kaldırmak için kifayet etmeyecektir.
“Artık (habibim) o sağırlara sen mi duyuracaksın? Yahut o körlere, o apaçık bir sapıklık içinde bulunan kimselere (sen mi) hidâyet edeceksin?” (Zuhruf, 40)
İnsan için kalbin bu denli değerli oluşu, yalnızca varlığı ile değil; onu besleyen, ona veri aktaran kapıların ve o kapıların kalbe akış sağladığı kaynağın niteliğinin kıymetini de ortaya çıkarır. Nasıl ki bir saat, zembereği içine doğru gerilmek suretiyle depolanan enerjisini bir sistematik üzerinden dişlilere aktarıyor ve zaman yönetimi için sahip olduğu kişiye veri aktararak o kişi de bu verilere göre hayatının akışına yön veriyorsa kalp de teşbihen öyledir. Odaklanılması gereken husus şudur: Zembereği kuran kolun sahibi, hoyrat (zarafetten yoksun, kaba) ve yoz (özünden uzaklaşmış) ise kesinlikle umursamaz bir haletiruhiye ile saati harici ve riskli şartlara karşı uygun prosedür (gerekli talimat) koşullarından uzak ve bakımsız bırakacaktır. Muhakkak ki bu acımasız koşullar, zembereğin hassas yapısına sirayet ederek mekanizmanın birbirlerine uyumlu iletim aritmetiğine ağır darbe vuracaktır. Nihayet saat, işlevsiz hâle gelecektir. Akıbeti gereği saat ya bir köşeye atılacak ya da ehil bir ustanın avuçlarına teslim edilmesi gerekli görülecektir.
“Biliniz ki vücutta bir et parçası vardır ki o, iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte o et parçası, kalptir.” Hz. Muhammed (sav)
Kalp, tabiatı gereği sürekli hareket halindedir. Bir o yana bir bu yana, yerinde duramayan bir serçe gibi titrek, ürkek ve tedirgin bir vaziyette; itminan bulacağı, huzurla yuvasını kuracağı, sakinleşeceği, besleneceği ve güvende kalacağı, kendi dokusuna uyumlu bir yer arar durur. Ancak o yeri bulduğu an telaş, kargaşa bitecektir. İşte o zaman koşuşturma ve arayışın yerini, itminan ve huzur alacaktır.
“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)
SESLER VE GÖRÜNTÜLER EŞLİĞİNDE DAVET
Zaman zaman kalbimize birtakım sesler düşer ve bizi yönlendirmekle kalmaz, harekete geçirmeye de çalışır. Karakter ve bilgi, niteliğimizi besleyen kaynağa göre de irademiz aktive edilerek bir duruş sergiler. Özetle bu seslerin menşei; kimi Rahmanidir (ilham/Enfal, 29), kimi şeytanidir (vesvese/İbrahim, 22), kimi nefsanidir (şehvet/Kaf, 16; Furkan, 43). Ölümümüzün bir versiyonu olan uyku (Zümer, 42) halimizde gördüğümüz rüyalar da böyledir. Rüyalarımızda da hâlden hâle girer, gaybın gizemi içerisinde sürükleniriz. Bir de öyle bir itki vardır ki zahirdedir. Görünür, seslenir, sizinle temas kurar, davet eder, onun verdiklerini tadarsınız ve size sözler verir, hedefler belirler. O sizi kendi adına ya da sahibine davet edendir. Bu davet kimi zaman albenisiyle dünyadan, kimi zaman tehditleriyle çağın tağutlarından, kimi zaman da nebevi davetin çağrısı olarak karşımıza çıkar.
Evet bu, insanın içeriden ve dışarıdan çok yönlü kuşatılmışlığının göstergesidir. Ancak insanoğlunun tabiatındaki vasıfların hakikati, ilahi hikmet gereği bu itkilerin/yönlendirmelerin varlığını da hakikat kılar.
“Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur.” (Şems, 7-9)
Diğer bir yandan bu itkilerin varlığını kabul etmek ise tek başına kâfi değildir. Çünkü insan, özü itibari ile kendi varlığını stabil (mukavim, dengeli) tutacak bir yönlendirmeye de ihtiyaç duyar. Yukarıda ifade edildiği üzere o, bu dünyaya yalnız ve çıplak gelmiştir, buraların yabancısıdır. Kısa süreliğine teşrif ve misafir edildiği gurbette (yad elde), güvende ikamet edebilmesi, hayatı ve hayatına aksedecek sonuçları da dahil, verimli kılabilmesi, ancak mekânı, şahsını ve sebepler dairesindeki konumuyla tanışma ve yüzleşmesiyle elde edecektir. Bir bakıma bu tanışıklık ve yüzleşme ile elde edilen temas, harikalara açılan kapıdan içeri girmek suretiyle kâinat kitabını okuma yolculuğuna çıkmaktır.
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zariyat, 20-21)
Hiçbir muhayyilenin tasavvuruyla anlaşılamayacak kâinat kitabı, ancak karanlık saplantılardan ari, ibret ve hayretle temaşa edilerek okuması gerçekleştirildiği takdirde (Alak 1-3) insanoğlunu; tüm vasıflarıyla kusursuz, eksiksiz mükemmel hesaplarla (sünnetullah) ve bu hesapların sahibi ile tanıştıracaktır. Bu tanışıklık, muhabbeti; muhabbet, teslimiyeti sağlayacaktır. Bu teslimiyet ile de insanoğlu, derinlerinde arayıp durduğu varlığının anlam gayesine ulaşacaktır (Enam, 162).
Kökenleri farklı kaynakların itkileriyle muhasara altına alınmak, beraberinde birtakım tesirleri de getireceği kaçınılmazdır. Lakin ihmal edilmemesi gereken ve belki de en önemli konulardan biri diyebileceğimiz, ifşa (deşifre) mevzusudur. Her ne kadar küçük görülse de cehaletin hamaset yönüyle tartmadan, ölçmeden, ehliyle irtibat kurmadan, davetin kaynağını netleştirmeden ses ve görüntüleri gündem etmek, paylaşıma koymak, peşinden gitmek, hayatın akışı içerisinde aktive etmek şüphesiz ki insanı zahirin, cehaletin ve aceleciliğin heyecanıyla o gizemi, ait olduğu yerden çıkararak deşifre etmesine neden olacağıdır. Bu eylemiyle insan, kevni âlemde kelebek etkisi başlatarak kırılmaya neden olabilir. Allah Resulü (sav) bunu gerek iyi gerekse kötü istikamette “çığır açmak” olarak nitelendirmiştir.
O hâlde insan için “olmak”; iradesini teslim ettiği, itkileriyle bir mecraya sürükleyen, iyi ve kötü tanımlamasını ona bir şekilde ifade eden, vaatler veren, hedefler koyan, sesler, görüntü ve hazların eşliğinde insanı, dilediği yöne doğru harekete zorlayan ve üzerinde tasarrufta bulunan otoriteden geçmektedir diyebiliriz. Çünkü olmak, bir hâlden farklı bir hâle geçme ise iki münferit hâli noktasal anlamda bir doğrunun başlangıç ve nihayeti olarak değerlendirmeye aldığımız takdirde bu doğrunun başlangıç ve nihayeti arasındaki her noktasal nicelik, tabiatı gereği bulunduğu konum itibari ile “olmak” kavramını niteliksel bir tanımlamaya maruz bırakacaktır. İşte insanın serüveni, “olmak” yolunda olumlu ya da olumsuz, onun tekâmül/evreler tanımlamasını beraberinde getirecek ve tanımlamanın yekûnu; yeni, kalıcı ve hulasa bir kavramla ifade edilecektir.
TRAJİK BİR HİKÂYE, FEDAKÂRLIK VE OLMAK İLİŞKİSİ
İnsanoğlu bir adam, Hz. Âdem (as) ve bir anadan doğmuş. (Nisa, 1; Mümin, 67) Âdem (as) topraktan (İsra, 61), eşi ise Âdem’in (as) nefsinden (Araf, 189) yaratılmış büyük bir sülaledir. Bu kitleye beni Âdem (Âdemoğlu) de denmektedir.
Müslüman için her bir insan, bütünün yani insanlığın bir parçasıdır. Müslümanın tekâmül noktalarını belirleyen temel referanslar Müslüman’a böyle der. O hâlde öyle ya da böyle, şurada ya da burada, cadde ve sokaklarda, alışveriş esnasında karşılaşılan, herhangi bir taşıtta yan yana seyahat edilen, birbiriyle münakaşa edebilen, hemcinsinin kanını dökebilen vs. insanlığın tarihsel arka planını da katarak diyebiliriz ki bu kalabalık nüfus, epeyce büyük bir biyolojik ailedir. Nüfusu kalabalık bu ailenin, ürkütücü yanları olduğu kadar, hazin tarafları da vardır. Maalesef ki insanoğlu yeryüzünde, aile olmanın ilk vasfını kazanmaya başladığı andan itibaren, aile dokusuna uymayan itkilerin/yönlendirmelerin ardı sıra seğirterek birbirine yabancı, ilgisiz ve hasım, minik adacıklar hâlinde “olmak” için mücadeleye devam etmiştir/etmektedir.
Bu, insanoğlunun yeryüzünde oluşturmaya başladığı ilk ailenin çocuklarından birinin kalbine sirayet eden haset illetinin, bütün vücudu hastalandırmasıyla ve öz kardeşini katletmesine kadar götüren sürecin, nedametle nihayete eren hikayesidir. İnsanlık tarihinin elim ilk hadisesi yaşanmış ve kayıtlarda yerini almıştır. Kardeşlerden biri katil, diğeri ise maktul olmuştur. Tarihî bu vaka, kalbi sağlıklı ve duru gönüllerde bıraktığı kırılma ve hazin tesirle sınırlı kalmamıştır. Masum bir kanın dökülmesinin fecaati, hastalıklı ve dünyevi ihtirasla kalbi kararmış bir katilin eliyle kıyamete kadar açık kalacak “zulümle insan öldürme” kapısının sonuna kadar aralanmış olmasıdır.
Bu süreç maktulün hususiyetlerini ve ona verilen nimetleri, katilin içselleştirip sindirememesi ile başlamıştır. Oysaki her insanın az veya çok, farklı farklı nimetlerle, ilahi hikmet gereği sınava tabi tutuluyor olmasının ciddiyet ve gerçekliğinin göz ardı edilmesinin sonuçları, nice hastalıklara davetiye çıkarmıştır (Bakara, 155). Hastalıklar ise nice olumsuz kapıları aralamasıyla insanlık için önü alınamaz sorunları, domino etkisi yaparak üst üste yığmış ve açmaz hâline getirmiştir. Allah (cc), her yarattığı kulununa nimet verirken külli iradesi ile tasarrufta bulunmuştur. (Zuhruf, 32) Dolayısıyla insanlığı müşkül duruma koyacak yeni kapıların açılmaması için, haset illetinin tedavisi önem arz etmektedir.
Allah (c.c.) kendi rızası için, hikâyede geçen kullarına; arınmaları ve kendi iç dünyaları ile yüzleşmeye vesile olacak kurban takdiminde bulunmalarını isteyerek şanına layık büyük bir rahmet kapısı daha aralamış ve onlara bir imkân daha sunmuştur. Kardeşlerden biri (maktul) gelen bu talebi en semiz kurban ile karşılamış, ibadeti de kabul olmuştur. Lakin bir diğeri (katil olan) ise en cılız en hastalıklısını kurban sunmuş ve yapmış olduğu bu ibadet kabul edilmeyerek boş yere kürek çekmiştir. Bu testle de ibadeti reddedilenin ikinci hastalığı hasislik (cimrilik) ortaya çıkmıştır (Ankebût-2/Bakara-214).
Kardeşine (maktule) lütfedilen ilahi ikram, diğerinin (katilin) üçüncü hastalığı, cinnet hâlini yüzeye taşımıştır. Bu hâl, cinnet içerisinde olanı (katili), tehditler eşliğinde kontrolden çıkararak kardeşinin (maktulün) kanını dökmekle neticelendirmiştir. Oysaki muttaki olan (maktul), şehadetinden evvel, zalim ve cani kardeşe (katile) hakikati, kontrolünü kaybetmeden, bir bir, sırasıyla ve nihayeti “ah” olan usulle yüzüne haykırarak şehadete vakur bir şekilde yürümüştür.
“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, ‘Ant olsun seni öldüreceğim.’ dedi. O da dedi ki ‘Allah, ancak takva sahiplerinden kabul eder.’ Ant olsun, sen beni öldürmek için, elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için, sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu, zalimlerin cezasıdır. Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Maide 27-30)
Yasin Tekin