-Yusuf bin Yakup bin İshak bin İbrahim (as)-
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, ‘Ant olsun seni öldüreceğim!’ dedi. O da dedi ki ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder.’ Ant olsun, sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu, zalimlerin cezasıdır. Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Maide 27-30)
Âdem’in (as) ve ailesinin yaşadığı ilk dönemde; dünya nüfusu, iklim ve coğrafi koşulların bakirliği göz önüne alındığında zihinlerimizde şu soru canlanıveriyor: “Neden?” Cevap açık değil mi? “Neden?” sorusunu soran bünyenin komplike yapısına, arka plandaki müdahil yönlendirmeler ve insanın bu yönlendirmelerle akışa dâhil olmasından ibaret değil midir? Tarihin her evresinde, onun yaşam kalitesini içinden çıkılmaz hâle getiren ve anlamsızlaştıran; yapısına uyumlu yönlendirmeler eşliğinde yol, yöntem ve usulü terk ederek şahsi hevasına göre davranışlar sergilemekten başkaca bir şey değildir. Oysa tabiat, coğrafya, iklim, varlık ve yokluk vs. Allah’ın (cc) kendisine kulluk etmesi için ona verdiği nimetler, araçlar ve imtihanlardan ibarettir. (Zariyat-56)
Katil; miktarı az insanlığın, yeni yeni alışılmaya başlanan o günkü dünyasında, kardeşsiz kalarak nimetlerin en önemli parçasını kaybetmiştir. Fakat bu nimetin yok edilmesi, maziyi yok etmemiştir. İlahi kaideler refakatinde mazi, zalim ve katilin yakasını bırakmayarak düştüğü acziyeti ve içerisinde bulunduğu cehaleti kendisine söylettirmiştir. Bu itiraflarla katil, kendi aleyhine de şahitlik etmiştir. Katilin bu dünyası zindana çevrilerek ona nedamet üstüne nedamet yaşatmıştır. Kalbi, zihni, düş dünyası ve dolaştığı mekânlar mazinin hatırası ile zehir olmuştur. Zalim ve katil için asıl bonus (ödül, ikramiye) ona beka âleminde takdim edilecektir.
“Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?’ dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Maide-31)
Muttaki ve maktul için, hayatın asıl gayesi ve onu bu dünyadan ukbaya uzanan kutlu yolda iman nimetiyle şereflendiren, aziz Rabbini razı etmek olmuştur. Kendi gönül rızasıyla vazgeçerek verdiği (feragat ettiği), onu kuşatan dünyevi nimetler ve canı, şehit olmasını sağlamıştır.
Zorba ve zalim ise şeytanın ve nefsinin müşterek itkileriyle asla kendisinin olamayacak dünya ve dünyalıklar uğruna; kendinden, kardeşinden, kanlı mazinin etkisiyle ağız tatlığından ve ukbadan feragat ederek eli, kardeş kanına bulanmış bir katile dönüşmüştür.
İnsanlığın bu iki atasının ne tür itkiler (yönlendirmeler) eşliğinde, nelerden feragat ederek kat ettikleri mesafe ile onların ne olduklarını ve neye dönüştükleri, ibretlik bir manzara ile bize gösterilerek ‘ayağınızı denk alın’ denmek istenmiştir. Elbette ki ilahi hakikat, insanlığın üzerinden elini çekmeyerek onu, dosdoğru yönlendirmeye ve mutmain olacağı istikameti göstermeye devam etmektedir.
“Bunun içindir ki İsrailoğullarına, ‘Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur.’ hükmünü yazdık (farz kıldık). Şüphesiz ki onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide-32)
İnsan Tekâmülüne Katkı Sağlayan Bazı Etmenler
Bir cevheri (öz), mücevher (kıymetli öz) kılan, geçirdiği ağır aşamalardır. İşin künhüne (içerik ve sürecine) vakıf olmayan, mücevherin ışıltısında kendini hayretle (şaşkın davranışlarla) kaybeder. Kim bilir içerisinde bulunduğu madene ulaşmada kaç kişinin ilmi, teri ve türlü mücadeleleri vardır. Bulunduğu madenden koparılarak darbelere, körük koruna, kimyasal reaksiyonlara maruz bırakılmış, yabancı materyallerden destile edilerek bir zanaatkârın ellerinde kesilmiş, yontulmuş, bükülmüş, törpülenmiş, tekrar tekrar ateşe tutulmuş, farklı farklı cevherlerle bezenerek zarif, ender ve göz alıcı bir mücevhere dönüşmüştür. Oysaki sıkışmış olduğu karanlıkta ne o, birilerinden ne de birileri, ondan haberdardır. Cevherin çektiği sıkıntıların nedeni, mücevher olma yolunda; ışığa ulaşma, arınma, tanıma-tanınma-tanımlanma, anlama-anlamlanma-anlamlandırma ve kıymetlenme sürecidir.
Bu minval üzere insanın; kan, kemik, et ve deriden (beşer) ibaret olmadığının bilinmesi ve en güzel biçimde (ahsen-i takvim) yaratıldığının ortaya çıkarılması gerekmektedir. İnsanın kendisini bulması ve anlamlandırması, dolayısıyla çevresine değer katmasının tekâmül süreci; bir cevherin, mücevher olma sürecinden daha ağır koşullar içerir. İnsan olmayı arzulayan biri için; iman, sabır, istikrar ve kavi duruş gerekir. İnsan olmak, ona dair tüm detaylara hâkim, onu yaratan, onun ihtiyaçlarını gideren eşsiz ve benzersiz zanaatkârın ellerinde yoğrularak şekil almak ister.
Bu çerçevede insanın kıymetini gün yüzüne çıkaracak, onu kendisiyle ve çevresiyle kaynaştıracak bilgilere ve usule ait birkaç ayrıntıyı paylaşmak yerinde olacaktır:
- Bünyesindeki zıtlıkların senkronizasyonu (ruh ve beden uyumu)
İnsan, iki nüveden oluşmuştur. Birincisi ceset, ikincisi ruhtur. Allah (cc), insanı kokuşmuş balçıktan yaratmış (Hicr-99), üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen, anılmaya değer bir varlık hâline gelememiştir. (İnsan-1) Ta ki Allah (cc) ona kendi ruhundan üfleyene kadar… (Secde-9) İnsan, yaratılışının gaybi ve esrarlı bu hakikatiyle varlık âlemine dahil olmuştur. Kendisi ve kendisine açılan alan ile de varlık âleminin dikkatlerini üzerine çekmiştir.
Her ne kadar ruhun mahiyetinin bilgisi, sahibinin katında ise de (İsra-85) ruhun çamura (cesede) sirayetiyle ilahi murat gereği, ilk insan aktif edilmiştir. Böylece insan, anılmanın ötesinde, varlığı ile sorgulanan ve yaratılışına dair doneler öne sürülerek hasım kesilen bir varlıktır artık. İnsanın aktif edilmesinin, gayb âleminde oluşturduğu travma ve sarsıntı bize, varlık âlemindeki sürece katkısını da verecektir.
Ruh, insanın düşünme gibi soyut yönlerini ortaya koyarken ceset (beden) ise somut olan açlık, giyinme ve dünyevi hazları olarak karşısına çıkacaktır. Ruhun ve bedenin birbirinden zıt yönlere hareketi, özüne yöneliş arzusundan ibarettir. Beden, kokuşmuşluğa (balçığa), dünyanın ışıltısına yönelirken ruh ise üflendiği ve onu üfleyen kaynağa dönmek ister.
Burada insanın bilmesi gereken, kendisinin ruh ve bedenden oluştuğu hakikatini yerli yerince kavramasının gerekliliğidir. İkinci hakikat ise bu iki unsurun özelliklerini köreltmeden onları barıştırmak, tüm farklılıkları ile birbirlerine kaynaştırarak onlara bir bütünün parçası olduklarını göstermektir. Bu sayede ceset ve ruhun uyumu; insan için, insan olmaya götürecek en önemli hamlelerden birisidir diyebiliriz.
- Zamana bağlı, zahiri başkalaşmanın dengelenmesi
İnsanın yaratılış aşaması, bir damla nutfe (su) ile başlar (Secde-8). Bu başlangıç onu, farkı evrelerle bir insana dönüştürecek, sıkça göz ardı edilen akıl da bu evrelere müdahil olacaktır. İnsanın dünya hayatına dair evreleri temel olarak şunlardır:
- Cenin evresi
- Temyiz evresi
- Buluğ evresi
- Rüşt evresi
Bu evrelerin içeriğine girmeden şunu diyebiliriz ki yukarıda bahsedilen, itiraz edilemez gerçeklik karşısında, insanın biyolojik ve akli temayülüne karşılık gelen evrelerin, kendi içerisinde gelişiminin en doğru şekilde yürütülmesi birinci adım olacaktır. İkinci adım ise evrelerin birbirine bağlanması ve geçiş temayüllerinin yekdiğerine kabul ettirilmesidir. Üçünü adımda ise insanın biyolojik ve akli yönünün, gerekli mütekâmil bir seviyeyle dengelenmesidir. İnsanın dünyevi nihayetine kadar da elde edilen bu muvazenenin, büyük bir özveri ve özenle muhafaza altında tutulması gerekir. Ancak tekâmüle katkı sağlayacak bu çaba, ihmal edilmeden ve sekteye uğratılmadan devam ettirilmesi gereken en önemli şartlar arasındadır.
- Fıtratın İlahi Programa (İslam’a) Entegrasyonu
İnsan, dünya hayatının; zaman, coğrafya, iklim ya da kültürel koşullarına ayak uydurabilmek için birtakım yöntemler geliştirmiş ve içerisindeki cevheri de görünür kılmıştır. Renklerin, materyallerin kombinasyonu ile estetik yönünü ortaya çıkarırken hassas oran ve terkiplerle başta ecza, boya olmak üzere birçok alanda etkili çalışmalar yapmıştır. Ürettiği araç, gereç veya biyolojik koşulları daha kreatif kullanmak için modifikasyon yöntemleri de geliştirmiştir. İnsanın keşfettiği her yöntem, hayatına olumlu veya olumsuz yansımıştır. Onun keşfettikleriyle kurduğu kontak ve koordinasyon, hayatının hemen hemen tüm alanlarını kuşatacak, yeni yeni işletim sistemlerini de beraberinde getirmiştir. Tarihin birçok sahnesinde görüleceği üzere, saplantılı yönelişlerin (ihtirasların) getirdiği kurgu ve bağlar, onu özünden kopararak maliyeti ağır alanlara da sevk etmiştir.
Oysa insan için en uygun, olmazsa olmaz kontak ve entegrasyon kurulmadan ona ve hayatına yapılan, yapılacak olan her operasyon, onun felaketiyle sonuçlanmıştır, sonuçlanacaktır. Ancak fıtratının (özünün), din (İslam) ile entegrasyonunu (bağlanıp bütünleştirilmesi) sağlayan programın aktifleştirilmesi, ona insan olma yolunda en önemli desteği sağlayacaktır.
“Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlaki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara-27)
- Aldığı Yük ve Sorumluluğu Hatırlamasının Gerekliliği
İnsan, ilahi takdir gereği bir gaye üzerine yaratılmıştır. (Zariyat-56) Bu gaye ile hedeflenen, göklerin ve dağların içtinap ettikleri emaneti, insanın sırtlanmasıdır. (Ahzap-72) İlahi irade tarafından kevni âlem ve içerisindeki yaratılmışların nicel ve nitel konumlarına kıyasla işgal ettiği katre kadar alan itibariyle insanın üstün vasıflarla donanımına da dikkat çekilir. (İsra-70) Ancak insanın gayb âleminde verdiği söz ve üstün vasıflarla yaratılmış olması, onun kurtuluşunu sağlamak için yeterli olmayacaktır. Çünkü insanın verdiği söze istinaden yüklendiği hilafet sorumluluğu ile (Enam-165) kulluğu teste tabi tutulacaktır.
Bu çerçevede değişmez ilahi bir düstur üzere varlıklarını idame ettiren gökler ve yerin çekindikleri sorumluluğu; insan, alarak zalim ve cahil yönünü de deşifre etmiştir. (Ahzap-72) İnsanın kendince ortaya koyduğu pratik (uygulanabilir eylem); verdiği söze karşılık gelen, aldığı emanetin sorumluluğunu yerine getirememesi ile nisyan (unutma) özelliğini de ortaya çıkarmıştır. İlahi iradeye verilen sözün yerine getirilmemesi, zulümdür çünkü yerine konulması gereken, yerine konulmamıştır. Zülüm eylemini ancak hakkı bilmeyen veya hakka karşı olan cahiller icra edebilirler.
Lakin kulunu, kulundan daha iyi bilen, merhametlilerin en merhametlisi, onun üstün vasıflarını bildiği gibi eksik yönlerini de bilir, ona göre onu yönlendirir ve ona sorumluluk yükler. (Bakara-286) İnsanın yüklendiği kulluğu (halifeliği); unutkanlığına, hatalarına, eksikliklerine, cehaletine rağmen kendi bünyesinde ve yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini tesis etmesi, ancak irade ve çabasını yitirmeden azimet göstermesiyle ifa edebileceği yegâne vazifesidir.
5 Rehber ve Örnek Edinmenin Elzemliği:
İnsanın içine düştüğü dünya; onun dışa, içe ve zamana açılan kapılarından sızarak onu özünden koparma girişiminde bulunur. Dünyanın sevimliği de onun özünde var olan yönlendirmelerle gerçekleşir. İnsanı özünden uzaklaştıracak özelliğin, yine kendi özünde olması, tenakuz gibi görünebilir. Gönderildiği diyar, onun geçici fakat akıbetini belirleyecek tek görev alanıdır. Kalıcı olmayacağı bu yerde, görevini hakkıyla ifa etmesi için ona bu meyil verilmiştir. Bir ırgat bilir ki tarlayı sırtlanıp götüremez. Lakin enerjisini dengeler, toprağa ve iklime göre tohum kullanır, ürünün ekimi ve hasadı arasında gerekli takibi yapar ve azim gösterirse yüzü gülecektir. Şuurlu her ırgat, topraktan hareketle gayretine odaklanır ve bu inanç, onu bereketli semereye kavuşturur. İnsan da dünyaya gönderilme hikmetini, bu ırgatın ortaya koyduğu düşünce, inanç ve gayret üzerine oturtarak yürütmelidir. Zira her mümin bilir ki kazıklar çakan firavunlar dahi dünyadan zerre miktar bir şey götürememişlerdir. (Fecr-10)
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” Hz. Muhammed (sav)
İnsan; yanılır, hatalar eder, unutur, zulmeder ve cahilce işler yapar. Onun bir yönünün örgüsü de bu tür zaaflarla doludur. Kimi zaman hatalarını bildiği hâlde, nefsini haklı çıkarmak için direnir. Kendisini kaybettiği dönemlerde verdiği ahdi ve Hayy’dan (diriden) geldiğini, geri dönüşün Hu’ya (ona) olacağını, biri ya da birilerinin ona hatırlatması gerekir. Onu silkeleyerek uykusundan uyandıracak kişi de ancak kendisi gibi bir Âdemoğlu olmalıdır ki mazereti kalmasın.
“Kendi elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersen de ona uyup müminlerden olsaydık.’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik, bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik).” (Kasas-47)
Ebette şirazesinden çıkan insanın, sadece kendisine benzerliğiyle sınırlı, bir kişi tarafından uyarılması akla da aykırıdır. Ancak mazisi, şahsiyeti, ecdadı, içerisinde yetişip büyüdüğü toplum tarafından sorgulanamayacak ölçekte ayan beyan olan, güvenilir bir kişinin uyarıları dikkate alınabilir. Üstün özelliklere sahip arı duru rehberler, kendilerine verilen ilahi belgelerle şaşkın ve sapkın toplumlara kılavuzluk etmişlerdir. Bu güzide rehberlerin seslenişi, ancak bir takım insani özellikleri bakir kalan kişilerin akıl ve teveccühleriyle yankı bulmuştur.
“(Ki o) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir.” (Mümin-40)
“Ant olsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzap-21)
(Devam edecek…)
Yasin TEKİN