Toplumun İhyâsı Müslümanların Islahından Başlar
Arşiv Yazarlar

Toplumun İhyâsı Müslümanların Islahından Başlar

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbilâlemin, vessalatu vesselamu ala Rasûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmain. Emmâ ba’d.

Yazımı kaleme aldığım zaman zarfında İslâm’ın üçüncü kutsal kalesi olan mübarek Mescid-i Aksa toprakları üzerinde -kıyamete dek- lânetlenmiş yahûdilerin/siyonistlerin, ümmetin mahzun ama onurlu bir parçası olan Filistinli Müslümanlara alçakça yaptığı saldırılara maruz kaldığına şahit oluyoruz. Allah subhânehu ve teâla’ya karşı dahi hadsizlik/edebsizlikten hayâ etmeyen ve Peygamberleri aleyhimüsselâm bile öldürmek cürmünden geri durmayan bir kavmin, Filistinli Müslümanlara reva gördükleri zulme hayret etmemek gerek. Allah subhânehu ve teâla’dan vefat eden kardeşlerimize rahmet etmesini; şehit olarak katına almasını; hayatta kalanlara da güç, kuvvet, sabır, takat bahşetmesini niyaz ederim. Allah’ım! Lânetli olan bu azgın kavmi helâk eyle! Güçlerini başlarına geçir! Birliklerini dağıt! Âmin.

Günümüz İslâm coğrafyasına/ümmetine şöyle bir göz attığımızda önceki yıllara nazaran en buhranlı bir dönemde olduğunu dolayısıyla da İslâm’ın tüm şiârlarıyla -insanoğlu nezdinde- büyük bir değer kaybı yaşadığını görmek zor olmayacaktır. ‘Değişen dünya’ yanılgısıyla ne yazık ki ümmet büyük bir savrulma yaşamış ve yaşamaya da devam etmektedir. Böylelikle de gayri İslâmi havalara bürünerek Allah subhânehu ve teâla’nın koymuş olduğu hudutları aşmaktadır. Savruluyoruz… En kötüye doğru adım adım, fersah fersah savruluyoruz. Ümmetin bir ferdi olarak bu ahvâlden dolayı herkes gibi bizler de üzülüyoruz. Lakin vakıâmızda dillendirilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir durumumuz var.

İnsanlığın hastalıklarına bir reçete sunması gereken biz ümmetin, reçeteye kendisinin düçar olması ne kadar üzücü. Bizler, artık her oturumumuzda, on yirmi yıl önceki samimiyetlerimizden dem vurmakla meşgulüz. Nisâ Suresi, 136. Ayeti, (birkaç tefsirinden birine göre) bize hitap etmektedir: “Ey iman edenler! … iman edin.” Statik değil dinamik bir iman. Kur’an ve sünnet ışığında sürekli tazelenen ve yinelenen bir iman. İman, diri kalmaktır. Çakılıp kalmamaktır. Enerjik olmaktır.

Özlem duyduğumuz yıllar geride kaldı. Önümüzdeki müsabakalara bakmakla mükellefiz. Futbol maçları gibi iman-küfür mücadelesi. Bizler, formda olmazsak maçları her daim kaybedenler olacağız. Geçmiş, iyisiyle kötüsüyle geride kaldı. Aslında geçmişi çok fazla yâd etmek, mevcut halimizi itiraf etmemiz demektir. Bir nevi kendi kendimizi ele veriyoruz. Çok hayıflanmak, aslında “şimdi eskisi gibi değilim” demektir. Kalplerimiz değişiyor, amellerimiz geriliyor, önceliklerimiz ikinci plana atılır hale geliyor. Evet, hayıflandığımız dönemler; müthiş bir samimiyetin/adanmışlığın olduğu; İslâm davasının geçim derdinin çok çok önünde olduğu; şehit olma arzusunun uykuları kaçırdığı; İslâm coğrafyalarındaki cihâdi hareketlerin futbol maçları gibi takip edildiği hatta o dönemler belki de tek gündemimiz olduğu yıllardı. Ruh vardı, heyecan had safhadaydı, sevgi vardı, birbirimize özlemimiz vardı. Gerçekten de Allah subhânehu ve teâla’nın insanoğlu için şifâ kıldığı reçeteye en çok Müslümanlar muhtaç. Kalplerimiz, tedavisi kolay olmayan hastalıklara yakalanmış bir durumda. Asra yemin etmiş olan bir İlâh’a subhânehu ve teâla iman ediyoruz. Zaman, sadece kâfirler için değil, müslümanlar için de evriliyor. Âhirete imandan ne kadar uzaklaşırsak gaflet ölçümüz de aynı ölçüde artıyor. Nazarımızca biz Müslümanlar, evrile evrile en şerli dönemlerden birine gelmiş gibiyiz. Doğru reçetelere ne kadar da muhtacız! Allah’ım kalplerimizi sabit kıl.

Dünyamızın görünüşü kirlendi. Bir is havası var. Kara bulutlar çökmüş de helâk olmayı bekleyen bir hava hâkim. Yağmur için bereket umduğumuz o bulutlar, korkutuyor. Her an gelebilecek bir çığlık sesi, bir anda üzerimize yağabilecek ateşten taşlar, kalpleri ürpertiyor. İçimizde var olan o anlık korkular. İşlenen günahların vermiş olduğu gerginlikle sanki yeryüzü bir anda yukarı doğru kaldırılıp da ters yüz edilmiş bir şekilde yere çakılacakmış gibi hislerle yaşıyoruz. Ya da tam tersi olarak kendimizden çok çok emin ve güven duygusu içerisinde bir ruh halimiz var. Zaten insanoğlu hep bu duygu ve beklenti içerisindeyken azaba yakalanmıştır.

Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki artık rahmetten çok gazaba yakın görünüyor. “Yakalayın o suçluları, azgınları, mücrimleri.” nidasına daha uygun bir toplum. Bünyesinde her türlü pisliği, günahı toplamış bir toplum. Arafa bile yakın olamayan bir toplum. Evet, içerisinde yaşadığımız toplumdan bahsediyorum, kâfirlerin hayvanlar gibi yaşadığı bir toplumdan değil! “Aynıyla Lut kavmi olmasanız da, Lut’un kavmi hiç de değil uzağınızda.”

Müslümanlar olarak toplumu ıslah edebilecek yönümüz dumura uğradı. Kalplerimizin tedavi olması gerekiyor ki karşımızdakine bir şeyler verebilelim. İfrat-tefrit arasında gidip geldikçe bir mücadelemiz de olmayacaktır. Gafil halkımız kadar bizim de tergib-terhib’e ihtiyacımız var. Ama muhtaç değilmiş gibi yaşıyoruz. Kendimizi tamamlanmış olarak tanımlıyoruz. Yanılıyoruz ve böylelikle de aldanıyoruz. Çözümler sunabilen değil de sorunlar yumağı olan bir görüntüye sahibiz.

Müslümanların sosyal hayat içerisinde yozlaşmalarından en barizi, televizyondur. Çok karşıydık, iblis muamelesi yapardık. Şeytan taşlamaya gidemeyenler hıncını ondan alırdı sanki. MaazAllah, evlere şeytan da sokulur muydu hiç! Öyleydi bir zamanlar ama şimdi ünite olamayan evler eksik görülüyor. Televizyonun olmadığı evler, şimdi artık sadeliğin ölçütü görülür oldu. Evlerimizin düzeni televizyona göre dizayn edilir oldu. Sokakta yürüdüğümüzde başımızı yerden kaldırmayız belki ama bu şeytana bakınca neler görüyoruz neler! Hayâ nedir, göz haramı nedir, aklımıza bile gelmez. Öyle bir şeytandır bu meret. Mesela günü televizyon izlemeden bitirince içimizde bir eksiklik oluşabiliyor. Hani aslında zikri Kur’an okumadan bitirilen gün gibi bir eksiklik hissi. Allah için okuduğumuz kitapları okuyamadan, bir sohbet dinleyemeden, hadis okumaları yapamadan, zikir yapamadan geçirilen gün gibi. Bir müslümanın eksiklikleri budur, başka olamaz. Haftalık programlarını televizyona göre ayarlayan Müslümanlar da yok değildir, diye düşünüyorum. Kesinlikle vardır. Hüsn-ü zan besleyemiyorum maalesef.

Çocuklarımızın beyinleri de oyun oldu. Bu da çok önemli nesli evrilmelerden olarak başlıca problemlerden. Yani onları da oyunlara kurban verdik. Beyin ölümü gerçekleşmiş, katilleri oyun olan bir neslimiz var. Hâlbuki bizim çocuklarımız ‘Z’ denilen saçma-sapan, ne idüğü belirsiz kuşağın içerisinde değerlendirilmeye alınamazdı. Onlara ‘Z’ bizimkilere de hiçbir zaman tanımı değişmeyen Müslüman kuşağı denmeliydi. Ama bir fark kalmadı. Bizim neslimiz, oyunlara mahkum olan değil de terapi olarak kullananlar olmalıydı. Zar zor kıldıkları namazlarından sonra selamı dört gözle bekleyen ve selamdan sonra da direkt olarak telefona zıplayanlar olmamalıydı. Bizim çocuklarımız, Asım nesli beklerken Nazım nesline benzer olmamalıydı.

Askılı elbiselerin, kızlarımızın iffetine halel getireceğini bilen şuurlu annelere ihtiyacımız var bizim. Bizim annelerimiz, iffet timsali Meryemler yetiştirme gayretinde olanlardır. “Çocuktur, bir şey olmaz” deyip mini etek giydiren anneler, pek ümmetimiz kadınlarına benzemiyor. Bu ümmetin anneleri, toplumun ihyâsının kadınlardan geçtiği bilincinde olanlardır! “Dünyanın yarısı kadınlardan oluşur; diğer yarısını da kadınlar yetiştirir.” Bu ümmetin kadınları, hakikatin farkında, misyonu olan, vizyon sahibi şahsiyetlerdir!

Bizi biz yapan ahlâk idi. Onun bile hakkını veremiyoruz. Var olan ahlâkı bile tamamlayamaz hale geldik. Bu noktada da Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i temsil edemez olduk. Zafiyetlerimizle beraber toplumumuza bizler değil ahlâk düşmanları yön verir oldu. Somut bir İslâm öğretilerinden ziyade artık soyut bir kalıba büründük. Bir yaşam biçimi olan ahlâk dinine iman ettik lakin realitede varlığımızı kaybettik. Bataklığa saplanmış bir topluma el uzatan olacağımız yerde onlarla beraber daha da batar hale geldik. İsrailoğullarının toplum içerisinde kınanmaktan korkarak eriyik hale gelip sus pus olmuş, suya sabuna dokunmayan âlimlerinden olmaktan Allah’a sığınırız!

Kalplerin ihyâsının şifası bellidir; diriliş muştusu kitabımız Kur’an-ı Kerim. Virdlerimizi aksatmayacağız. Çünkü Allah subhânehu ve teâla ‘kalplerdeki hastalıklara şifa’ olarak indirmiştir (Yûnus Suresi, 57. ayet). İkinci şifa kaynağımız da elbette Sünnet-i Seniyye olacaktır. Ne kadar çok kuvvetli bir bağ, o kadar nur demektir. Hucurat Suresi, 1. ayette geldiği üzere kesin emirle Allah ve Rasulünün önüne geçmekten nehyedilme söz konusudur. Bir de yüz çevirmenin ne demek olacağını tefekkür edelim. Allah’ı rutin olarak zikretmeyen bir dil ve kalpten yoksunluk söz konusu olduğunda kalpler katılaşır. Çünkü münafıklar bile Allah subhânehu ve teâla’yı çok az zikrederken (Nisâ Suresi, 142); biz Müslümanların daha çok zikretmesi emredilmiştir (Ahzâb, 41). Namazlarda huşûya bilhassa önem verilmelidir. Namazlarında huşûya gayret etmeyen bir topluluk, ihyâ olamaz. Mâlâyâniden kurtulamamış bir kalp, sadece bereketten mahrum kalır. Duaların kabul olunduğu anları kovalayacağız. Hilm ile vakarı aynı anda karakterize etmeliyiz. Her an her saniye nefsimizden ve şeytanın şerrinden Allah subhânehu ve teâla’ya sığınacağız.

Müslümanların her daim nasihatleşmesi, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi gerekiyor. Birbirlerinin açığını arayan değil de kapatmaya çalışan kardeşler olabilmeliyiz. Dalgayla değil ciddiyetle karşılık vermeliyiz. Birbirimizi aşağılamayla değil duayla mükâfatlandırmalıyız. وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖينَ “Ama (alanlar için) öğüt vermeye devam et, zira öğüt inananlara fayda verir” (Zâriyât Suresi, 55. ayet).

Velhamdülillâhi Rabbil âlemin. Selam ve dua ile…

Sercan AKBAYRAK

GRUBA KATIL