Kanaralaşmak – 2
Arşiv Yazarlar

Kanaralaşmak – 2

(Zihin ve Yaşayış Dünyamızda Evrilme)

  1. İradenin Sindirilmesi:

Allah’ın (c.c.) insana ikram ettiği ve diğer mahlûkatta olmayan belki de en önemli haslet, iradedir. İnsan için irade, özet olarak tercih veya seçim yapabilecek yeti sahibi (ihtiyar) olma hali diyebiliriz. Zevklerimiz, alış-verişimiz, sevdalarımız, korkularımız, değer yargılarımız gibi… birçok unsurda kendini gösterir bu vasfımız! Ancak insandaki iradenin varlığı “iradesiz” ya da “zayıf iradeli” söylemlerinin yanı sıra, amiyane ifade ile “omurgasız”, “kimliksiz” gibi deyimlerin türemesine de engel olmamıştır! Malumdur ki eğer insan eli altındaki imkânları, akıl nimetine uygun kanalize etmediğinde avucundakilerin heder olduğuna şahitlik edecektir. Bir gerçek de insanın imkânlarının zayiatına otokontrolünün (iradesinin) dışındaki nedenlerin de olasılığını kabul etmemiz yerinde olacaktır. Ancak dış etmenlerin hesapları alt üst etme riskinin varlığı, cüzi de olsa insana ait iradenin ortaya koyması gereken muktedirliği ve mukavemeti görmezden gelip kabulleneceğimiz anlamı taşımamalıdır. Çünkü iradenin varlık hakikati, buna aykırıdır. Bu hakikatle insan varlığını koruduğu gibi zahiren sonuç ne olursa olsun var olma sürecinde engelleme ve çelmelere karşı, etmesi gereken direniş ve mücadeleyi vermesinin gerekliliğini de taşır.

Lüks bir araca sahip olup da operatörlüğünü bilmeden, araca uygun yol ve güvenlik şartlarına uymadan direksiyon başına geçmek; kendimizi, çevremizi felakete sürüklemek anlamı taşımaz mı? Vasıtanın perte çıkmasının kaçınılmazlığını ise ifade etmek yersiz olacaktır! Bu nedenle irade gibi lüks bir özelliği hercai (istikrarsız) karaktere teslim etmek, felaketle sonuçlanacaktır.

Sıradan bir aracın bir tasarlayanı, mamul edeni, kullanma-geliştirme prosedür ve prospektüsü varsa; insan iradesini de tasarlayan, bu lüks melekeyi programlayan ve kuluna ikram eden bir otoritenin ilmi yüceliği, sanatı, varlık hakikati de tartışılmayacak gerçekliktedir. Bu çerçevede iradenin aslına uygun geliştirilmesi ve insanın tercihlerinde nedamete götürmeyecek kararlar almasında da aktifleştirmesi yerinde olacaktır.

“İlim, amelin önderidir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)

Öncelikle iradenin varlık ve bilgisine dair hakikat; insanı, arka plandaki yüce sanatkâra (Allah’a -c.c.-) kadar uzanan bağlantılara sürükleyecek ve bu bağlantılar üzerinden insan tercihlerini mukavim bir dirayetle yapacaktır (Allahualem!). Bu bağlantıları tespitiyle; dış dünyanın etkileri karşısında, iradeyi (kararlarımızı) akla ve aklı da vahyin yönlendirmesine havale eden insan, Rabbani bir duruş sergileyerek hem güvenli ve dengeli bir alanda kalacak hem de varlık hakikatine uygun insan vasfına ulaşacaktır.

İnsanın dış dünyasından gelen manipülasyonlar (duyularına yönelik yönlendirmeler) korkularını ve şehvetini önü alınamaz hale getirebilir. Dış faktörler yakamoz ışıltısı etkinliğinde; karanlığın, dalga şırıltısının ve derinliğin tehlikelerine karşı illüzyon da oluşturabilir. İllüzyonun etkisi zihinde birçok sahte algıların oluşmasına, algılarda zamanla insanda hayali birtakım inançlar kurmaya da götürebilir. Dışarıdan bakan için sabit duruyormuş gibi görünen rıhtımdaki insan (!), ayın şavkıyla oluşan su yüzeyindeki parıltının tesiriyle, o statiklikten çıkana kadar kendi kurduğu dünyasında aktiftir, gözlemleyen için ise pasif!

İrademiz, korku ve şehvetlerimiz üzerinden gerek bireysel gerekse toplumsal olarak yönlendirilebilirler. İrademiz istemimiz dışında yönlendiriliyorsa, biz irademizi yönlendirene hizmet ediyoruz, demektir. Ve biz, tabiatımıza uygun yapının dışında sürükleniyor, bu akışın dışına çıkmak için gayret sarf etmiyor isek, arka planda bizi sürükleyen bu akışın planlayıcısı beşer aklı gibi biz de bu akıştan sorumluyuzdur. Çünkü bu akışın beslenmesinde bir katkı payımız vardır. Katkı oranı kadar da bir hesabı olacaktır…

Algıların yönlendirilmesi ile iradenin blokajı, derece ve sonuçları;

  1. Muannidin (inatçı zorbanın) iradesi:

Firavunun muannit karakteri, onu Allah’a (c.c.) meydan okuyacak kadar istikbara sevk ettiği gibi bu asiliği ile yaratıcısına karşı iradesini müstehzice hamle yapmaya da götürdü. Bu hamlesi de baş mimarından kule yapmasını istemek olmuştur. Çünkü Firavun, tebaanın nezdinde (gözetiminde) Musa’nın (a.s.) işaret ettiği yüceliği ancak kalabalıkların zihinlerini manipüle ederek aşabilirdi. Tacını ve tahtını yerle yeksan edecek, çocuğun doğumunun haberini alan aynı Firavun, o gün doğan erkek çocukların (İlahi takdir gereği biri hariç diğerlerinin) katledilmesi yönünde iradesini kullanmıştır. Aynı Firavun, İsrail oğullarının algıları ile oynayarak onları mankurtlaştırmıştır.

Azap gelip sekerat halinde gayb perdesi aralandığında “Musa’nın Rabbine iman ettim” diyerek iradesi yön değiştirmiş, lakin Firavun için fayda etmemiştir. Cesedi, sonraki nesiller için ibretlik bırakılmıştır (Yûnus, 90.91.92.93).

  1. Hakikatin teslim aldığı irade:

Bazı meslek erbabı vardır ki mesleklerinde çok ileridirler. Firavunun sihirbazları gibi! Ancak bu yetkinlik için; Allah’ın (c.c.) yasakladığı, insanların algılarında yanılsamalara neden olan ve Firavunun istikbarını besleyen sihir ya da illüzyon teknikleri diyebiliriz. Firavunun civarındaki sihirbazların sayısal çokluğu, aynı meslekte fakat farklı branşlarda ve birbirleri ile ciddi koordinasyon içerisinde oluşları, halkın algı ayarlarının deformasyonu için ciddi bir dimağ (bilinç/zihin) operasyonunu (işlemini) yerine getirir. Sihirbazların icra ettikleri bu mesleki seviyeleri hakkındaki korkunç manzaranın gözler önüne serilmesi ile yeterli kanaate sahip olunacaktır.

Ancak mesleklerinin erbabı sihirbazlar, Musa’nın (a.s.) sergilediği karşısında yenilmekle kalmamış, Musa’nın (a.s.) gösterdiği hakikatin sahibine, iradelerini teslim etmişlerdir. Bu meylin arka planında sihirbazların sindirilemeyen, bünyelerinde muhafaza ettikleri ve bakir kalan sapla-samanı ayırt edecek kabiliyetleridir. Görüyorlar ki Musa’nın (a.s.) getirdiği, sihir değil ancak büyük bir mucizedir. Asla baş edemeyecekleri bu hakikat karşısında derhal secdeye kapanmışlardır:

“Sonunda sihirbazlar: ‘Biz, Musa ve Harun’un Rabbine inandık’ deyip secdeye kapandılar” (Tâ-Hâ, 70).

Ceberrut Firavunun aşağılayıcı tehditleri dahi sihirbazların imanlarından geri adım attırmadığı gibi, onlara darağacının yolunu göstermiş ve şehadete yürütmüştür!

İnsanın mesleği, şahsiyeti, bulunduğu konum ve ortamı, itibarı, (…) ne olursa olsun insan olmanın farkındalığını, hassasiyetlerini yitirmediğinde insan; hakikatle karşılaştığı an artık onun için biricik şey hariç, her şey anlamını yitirecektir. O biricik hakikat de “Ol” emriyle olduran güçtür (En’âm, 73).

“Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra vakti gelince öldüren ve kıyamet günü yeniden diriltecek olan Allah’tır. Düşünün bakalım! Allah’a koştuğunuz ortaklar içinde bunlardan herhangi birini yapabilecek var mı? Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve çok yücedir” (Rûm, 40).

  1. Mankurtun iradesi:

Uzun yıllar Firavunun hükmü altında köle hayatı yaşayan İsrail oğullarının iradeleri o kadar sindirilmişti ki; Hz. Musa’nın (a.s.) gösterdiği mucizelere şahit olmaları, Tur üzerlerine kaldırılıp onlardan ahit alınması, Kızıl Deniz’i geçip hürriyetlerine kavuşmaları, gökten pişmiş bıldırcın ve helva inmesi, (…) dahi ekseriyeti üzerinde kölelik döneminden kalan buzağıya tapınma, istifleme, yalan, hile-i şeriyye gibi birçok konuda karakterlerinin düzelmesini sağlayamamıştı.

Mankurtlaştırılmış, köle iradeli bu nesil Tih Çölü’nde kırk yıl dolaştırılmıştır. Çünkü Musa’yı (a.s.) anlayacak ve Musa’nın (a.s.) getirdiklerine hakkıyla iman edecek yeni bir nesil gelsin! İbretliktir ki önceki nesil kendinden sonra gelen nesle kölelik dönemlerinden kalan ahlaklarını ve birikimlerini tevarüs ettirmişlerdir. Bir diğer ibretlik ise yeni jenerasyon tarafından Musa’nın (a.s.) getirdikleri ve atalarından devraldıkları mirası hakkıyla mukayese yapmadıklarını da anlayabiliyoruz. Öyle ki iki kardeşin (Musa ve Harun’un a.s.) sabırlı, itinalı, istikrarlı, özverili, (…) bir şekilde hayatlarını vakfettikleri bu büyük amelin ve emeğin karşısında özellikle “ben Müslümanlardanım” diyenlerin ahvalini çok iyi tartmaları ve gözden geçirmeleri gerekmektedir! Kim bilebilir belki de yeniden iman etmek gerekir (Nisa, 136).

  1. İkrah halindekinin iradesi:

Mustazaf bir Müslümanın canına, malına ve sevdiklerine karşı sergilenen zorbalık ve tehditler karşısında sözleriyle inandığı değerlerden vazgeçmiş görünmesi ve kalbinde imanını muhafaza etme halidir (Âl-i İmrân, 28). Hz. Ammâr b. Yâsir’in (r.a) hayatına dair kesit, örnek gösterilebilir. Bu eylem, İslam kaynaklarında “ruhsat” olarak geçmektedir.

  1. Âlimin iradesi:

Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tam ve kararlıkla ikame eden, itina gösteren, izzetli bir eylem ve ifade sergileyerek her daim sağlam iradesi ile içerisinde bulunduğu topluma örneklik teşkil eden İslam âlimlerinin sağlam duruşları ile peşlerindeki ahaliye göstermiş oldukları nitelikli karakterdir. Ebû Hanîfe (r.a.), İmam Hanbel ve asrımızın şehidi Şeyh Ahmed Yasin (r.a.) örneği gösterilebilir (Allah -c.c.- cümlesine rahmet etsin).

“Âlimler, peygamber varisleridir” (Hz. Muhammed a.s.v.). “Âlimin ölümü İslam’da açılan bir gediktir” (Hz. Muhammed a.s.v.).

İslam âlimlerinin göstermiş olduğu izzetli ve iradeli bu duruş, İslam kaynaklarında “azimet” olarak geçmektedir (İslam kaynakları “azimet” ve “ruhsat” konusuna teferruatlı yer vermiştir ayrıca bakılabilir).

  1. Zihin ve Yaşayış Dünyamızın Evrilmesinde İç Faktörler:
  2. Gaflet/Unutkanlık:

“Gönülden yalvararak, korku ile ve yüksek olmayan bir sesle, sabah ve akşam Rabbini zikret. Sakın gafillerden olma” (A’râf, 205).

Artık birtakım gaybi bilgilerin, asrımızda gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla müşahitliğimizle bilgi, yakine dönüşerek gayb olmaktan da çıkıyor. Belki de hiç olmadığı kadar geri dönülmesi imkânsız virajdayız ve bu dönemece maalesef çok hızlı girdik. Kitlesel ölümler, depremler, hercümerç ahval, iklim koşullarının ani değişimleri ve bunun küresel çapta insanlığın konforunu ciddi ciddi etkiliyor olması mevzunun cabası, (…) Bu reaksiyon şu soruyu sormamızı gerekli kılmıştır “ne oluyor(uz)?”

İnsanlık, birçok hakikati terk etti, kıymetleri sıradanlaştırdı, onu her daim dinamikleştiren ve diri tutan unsurları pasifleştirdi. İnsanlık, hakikatin, onun hayatı için elzem olduğuna dair idrak kabiliyetini yitirdi. Bu pespaye anlayışın sürüklediği güç (!), onu ihmallerinin kurbanı olarak, rüya âlemine götüren yolun kucağında, yanılsamalar sarmalında, nihayet hevasına teslim etmiştir. İnsanlığın bu tuvalde resmettiği manzaranın adı ancak “Gafilliğin Emeği” olurdu! İnsanlık son manzarası “Gafilliğin Emeği” ile içler acısı bir hal almıştır.

Son tahlilde insanlığın yozlaşmasına aşama aşama katkı sağlayan birtakım etmenlerin var olduğu her sağlıklı ve salim akıl sahibinin ittifak edeceği bir hale gelmiştir. Fıtratına uygun istikrarlı, müdavimi ve müntesibi olacağı İslam inancından yüz çevirmesi, onun hayatına dair huzur, denge, esenlik ve güven, (…) içeren tüm unsurlarını alt üst etmesine sebep olmuştur.

Gafletinin getirdiği noktada insan, kendi gerçekliğine dahi burun kıvırmasının önüne geçememiştir. Hani “nereden nereye” denir ya! İşte tam da öyle diyebileceğimiz ahvalle kendine burun kıvıran insan, oysaki kokuşmuş bir balçıktan yaratıldı (Hicr, 26). Üzerinden epey bir zamanın geçmesine rağmen anılmaya değer bir varlık değildi (İnsan, 1). Ciddi ciddi evrelerden geçerek Allah’ın ona ruhundan üflemesi ile ilk insan halini aldı (Secde, 7-8-9). Çamurdu, bir damla nutfe, kimi zaman bir çiğnem et (zigot/embriyo), kimi zaman ise ona organlar ve kemikler yerleştirilerek bir elbise gibi et giydirildi. Ayaklandı, yürüdü, koştu, eşi ve çocukları oldu. Geçirmiş olduğu ve bizi acze düşüren sayamadığımız, bilmediğimiz merhalelerine rağmen insan, gafilliğinin inşa ettiği kibriyle sindirim sisteminde ve mesanesinde her daim taşıdığı fosseptiği unuttu! Başta insan, yaratıldığını unuttu! Yaratıldığını unutan neleri unutmaz ki! Ve nasıl yaratıldığını, bu hale gelene kadar ne tür aşamalardan geçtiğini unuttu! Bu unutkanlık, onu azdırdı! Ve bu azgınlık, onu Rabbine karşı nankör ve kibirli hale getirdi!

İnsanın sıradan bir varlık olmadığını söylemiştik. Bu düşünceye her insanın niteliklerine göre; görev, sorumluluk ve çalışma alanının olmasının kaçınılmazlığını da ekleyebiliriz. Velhasıl, insanın; Rabbine verdiği ahdi (A’râf, 172), dağların dahi yüklenmekten kaçındığı görev ve sorumluluklarla yüklendiği (Ahzâb, 72), kendisine ikram edilen ilimle hududullaha uygun yeryüzünü imar ve inşa edeceği (Hûd, 61), İslam’ın bir yaşam tarzı olarak gerekli iman, amel, dava, davet, yöntem ve çalışmalarıyla Allah’ın yeryüzünde kendisine tevdi edilen hilafet vazifesi ile vazifelendirildiğini (En’âm, 165) insanlık olarak ne kadarımız hatırlıyor ya da biliyoruz. Fakat insanın bu durumunu Rabbani tarif ayan ve beyan ediyor:

“(…) Doğrusu o; çok zalim, çok cahildir” (Ahzâb, 72).

En saf düşünceyle ifade edilmesi gereken bir diğer konu da şudur: Müslümanların araç ve amaç ilişkisinde de kurdukları şaşkın irtibatın sadece kendilerine değil, insanlığın bugününe, yarınına da zarar verdiği gerçeğidir. Mülk peşinde koşmanın faydasızlığı, çünkü mülkün sahibinin ancak Allah (c.c.) olduğu, makam mevki yerine Allah’tan (c.c.) ilim talep etmenin gerekliliği, cemaatin-cemaatleşmenin arızi bir durum olduğu; bağlı bulunduğu cemaati övmenin, cemaatine davetin yanlışlığı ve asıl olanın bir inanç (İslam) etrafında Müslümanları birleyecek ümmetçiliğin hakiki hedef olduğu, (…) olmasının gerekliliği maalesef ters yüz edilmiş durumdadır.

Rasulullah (a.s.v.) parmaklarını birbirine geçirerek, tarihe kaydedilen “Müminler, bir binanın tuğlaları gibidirler” öğüdüyle Müslümanlara olmazsa olmaz kıstaslarından birini daha emanet etmiştir.

İnsanın gafletini besleyen en önemli zaaflarından bir diğeri de onun zapt edilemez özgüven hali içerisinde olmasıdır. Geçmişi değersizleştiren, gelecekte kesinlikle olacak olanlara karşı hazırlık yapmayan ve bir telaş içerisinde olmayan, bu zihniyete dair birtakım tespitlerin oluşması şaşılacak bir şey olmasa gerek. Bu insan için her ne yaparsa yapsın itimat ettiği, kendisini tüm risklere karşı koruyacak kollayacak sığındığı bir güç vardır ya da özgüveni basbayağı şişmanlamıştır diyebiliriz! Neticede ki bu hal, cahilin cesaret gösterdiği haldir.

Evet, insan unutabilir ve unutkanlık ise onun geçmişine dair gösterdiğidir. Yarınını, yani geleceğinde olabilecekleri bilmesi de mümkün değildir. Buraya kadar insan için her şey normaldir ve makuldür. Lakin insanın aklını başına alması için geçmişte vuku bulmuş ya da gelecekte kesin olacaklar ve olabilecekler bir şekilde ona enstantane kareler halinde hatırlatılır. Onun enstantaneleri fark edebilmesi için fazla zahmete girmesine gerek yoktur. Yapacağı, sadece kibirli burnunu birazcık yere yakın tutacak ve az biraz da sensörlerini açarak sağına soluna bakacak, bu kadar!

Yaşadığımız ana ve mekâna bizim aktardıklarımız kadar, anın ve mekânın da bize aktardıkları vardır. Gözümüzün önünde birçok hadise cereyan eder. Bu hadiseler birbirinden farklı, çok boyutlu olsa da tek bir yerde düğümlenir, bizzat insanın kendisinde! İnsanın müşahede ettiği doğum gibi ölüm de onun için şimdiye aittir. Ancak doğum, hatırlamadığı geçmişini; ölüm ise hatırlamak istemediği ve kesinliğinden şüphesi olunmayan akıbetini hatırlatır ona! Özetle bazı şeylerin nasıl olduğu ya da nasıl olacağından ziyade, insan için şüphesiz gerçekliğin kabulü daha önemli bir adımdır. Doğum ve ölüm önemli veriler olmakla beraber, insana ait sadece iki hayati misaldir.

Hercai (istikrarsız) karakterli, sergüzeşt (serüven, macera peşinde) bir hayata sahip ve üstüne üstlük özgüvenli bir insan, şeytanın fısıltıları ile renklerin cümbüşüne, şehvetinin coşkusuna, gençliğinin enerjisine, (…) aldanarak sahte cennetlerde yaşamaktadır. İnsanın öyle muhtaç anları vardır ki; dili vardır konuşamaz, azaları vardır kullanamaz; acıkır, susar, üşür, hastalanır, (…) kımıldayamaz ve kimsesizdir! Kur’an-ı Kerim, insanın içinde bulunduğu bu acziyet anlarını müthiş bir şekilde aktarmakla beraber, ancak bazı müstesna kulların bu haller içerisinde güvende olacağını da resmetmektedir.

“Doğduğu gün, öleceği gün ve yeniden hayata döndürüleceği gün ona selâm olsun” (Meryem, 15).

İnsanın gafilliğinin perdelediği en önemli hakikatlerden diğeri de mükerrem bir varlık oluşudur. Çünkü kendisine sayılamayacak kıymette nimetler bahşedilmiştir. Hayat, zaman, gençlik, sağlık, zenginlik, (…) gibi. Fakat o (insan), kendisine verilen bu uçsuz bucaksız nimetleri çar çur ederek bir tüketim mekanizması haline dönüşmüştür:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin; İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalık gelmeden önce sağlığın, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşguliyet gelmeden önce boş vakitlerin ve ölüm gelmeden önce hayatın” (Hz. Muhammed a.s.v.).

  1. Normsuzluk/Disiplinsizlik (Gelişigüzel yaşam):

Disiplin için; insan hayatına emirler, yasaklar ya da muhayyer alanlar bırakarak düzenleme getiren kurallar bütünüdür, diyebiliriz. Bu kuralların menşei; dini, beşeri, ahlaki ya da örf kökenli olabilir. Yazılı metinler olarak dini veya beşeri yasalarla, sözlü metinler olarak ise toplumsal birikimlerin neticesinde ortaya çıkan ahlak ya da örf kuralları olarak karşımıza çıkar.

İnsan, kendisine verilenlerin gereği olarak medeni bir varlıktır. Konuşur, araştırır, keşfeder, yazar, anlatır, birikimlerini aktarır, (…) sosyalleşir, yaşam alanları, devletler kurar, çevresini ıslah eder, hemcinsini tahakkümü altına aldığı gibi birtakım canlıları da kontrolü altına alabilir:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır” (Câsiye, 13).

İnsan hayatı birçok kulvarlardan oluşur. Her bir kulvarın kendi sistematiği içerisinde disiplinize edilmesi gerekir. Bu nedenle, üstün vasıflara sahip ve yeryüzünün kendisine musahhar (hizmetine sunulduğu) kılındığı, medeni, mükerrem varlık olan insanın kendi haline bırakılması asla düşünülmeyecek bir şeydir (Kıyâmet, 36). Bu nedenle onu zarif ve latif yaratan, arzı onun tabiatına uygun yaşam alanı olarak ayağının altına seren el-Aziz (c.c.) sanatkâr, insanı disiplin altında tutacak işaretler de göndermiştir (Mâide, 92).

“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş, ancak O’nadır” (Mülk, 15).

Uskuru parçalanmış, dümeni kırık bir gemiyi; pusula ve harita ilminden bihaber, yıldızları tanımayan, deniz akıntılarını bilmeyen birisinin kaptan koltuğuna oturmasıyla birlikte, geminin başıboş bir şekilde azgın dalgalara, sert fırtınalara teslimiyle alabora veya kayalara çarparak tarumar olması nasıl kaçınılmazsa insanın ve insanı oluşturan toplumların İslam hayat sistemiyle tanzim ve terbiye edilmediği sürece kaos ve anarşi içerisine düşmesi kaçınılmazdır (Enbiyâ, 22). (Devam edecek…)

Yasin TEKİN

18 Temmuz 2023/Çarşamba

30 Zilhicce 1444

GRUBA KATIL