Osmanlı İmparatorluğu -bütün eksikliğine rağmen- dünyada bir muvazene/denge unsuru idi. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan farklı ırk ve dinlerden olan mazlumların umuduydu. Fransa kralının bile sığınağıydı Osmanlı! Bu durum, Batılı Haçlı güruhunun işine gelmiyordu. Çünkü bu güruh, kendisinden başka güç tanımıyor ve gücü yettiği oranda bütün yerleri/mazlum halkları egemenliği altına almak istiyordu. Sömürgeleştirdiği her ülkede yerel/mahali hiçbir değer bırakmıyor ve bütün zenginliklerini yağmalıyordu. Önündeki en büyük engel ise, bütün Müslümanların temsil edildiği Hilafeti elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu idi. İşte bu küresel emperyal güruhun asıl amacı, ne yapıp yapıp bu engeli ortadan kaldırılmak ya da parçalayarak güçsüzleştirmekti. Oysa Osmanlı, 1800’li yıllardan itibaren özellikle de ortalarından itibaren zayıfla(tıl)mış olmasına rağmen hala İslam dünyasında Hilafetin merkezi idi. Bu ise, küresel güçlerin Afrika’da, Asya’da ve dolayısıyla Ortadoğu’da kolonyalist amaçlarını gerçekleştirmede engel oluşturmaktaydı. Petrolün de bu bölgede bulunuşu küresel emperyal güçlerin iştahını daha da kabartmıştı. Dönemin İngiliz Başbakanı Winston Churchill, “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” sözünü boşuna söylememişti.
Dönemin emperyal güçleri hem dışarıdan hem de içeriden devşirdikleri uşak zihniyetli gruplar kanalıyla Osmanlı’ya nüfuz etmiş, içten içe kemirmeye başlamıştı. Osmanlıyı dışarıdan çökertemeyeceğini anlayan bu güçler, içeriden devşirdikleri gruplar kanalıyla ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu amaçlarına İttihat ve Terakki’nin yönetime gelmesi ile ulaşmışlardı. Nitekim İttihat ve Terakki’nin yönetime gelmesi ise, Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı olmuştu. Osmanlı, önce 1911’de Trablusgarp, 1912’de Balkan savaşları ile iki cepheden sıkıştırılmış, akabinde Osmanlı’nın Birinci Dünya savaşına girmesi sağlanmıştır. Bu savaşların da, Ortadoğu’ya bugünkü şeklini veren 1916’da gizli imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ve 1917’deki Balfour Deklarasyonunun amacı da Osmanlı’yı parçalayarak yerine uydu/butik ulus devletçikler kurmaktı. Bunda başarılı da olmuşlardır.
Nitekim Haçlı güruhu, 31 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı’yı parçalama amacına ulaşmıştır. Üstelik bu amacını da, M. Kemal’in ısrarla istediği ve Sultan Vahdeddin’e teklif ederek kabulünü sağladığı hükümet vasıtasıyla gerçekleştirmişti. Kemalistlerin bugün çokça eleştirdikleri Mondros mütarekesi ise, M. Kemal’in, Vahdeddin’e teklif ettiği hükümet tarafından imzalanmıştı. Bu Mütarekeyi imzalayan heyetin başında ise uzun süre kendisiyle birlikte hareket eden ve daha sonra başbakanlık da yapan Rauf Orbay idi! Zaten Filistin ve Suriye cephesi çökmüştü. Bu cephenin çökmesinin nedeni olarak da M. Kemal’in savaşmadan geri çekilmesi gösterilmiştir. Çünkü M. Kemal İngilizlerle savaşmak değil uzlaşılması gerektiğini düşünüyordu. Hatta cepheye gitmeden önce de, cephede iken de İngilizlerle savaşılmamasını ve anlaşma yapılarak savaştan çekilinmesi gerektiğini de sık sık dile getirmişti. Çünkü M. Kemal, İngilizleri dost görmekteydi.
Rauf (Orbay) Bey de M. Kemal de Mütareke konusunda İngilizlere güvenmiş ve İngilizleri dost olarak görmüşlerdi. Bu nedenle Rauf Bey, Mütareke’nin sonucundan çok hoşnut ve gururlu olduğunu, ülkenin ve saltanatın geleceğinin imzalanan bırakışma/ateşkes sayesinde bütünüyle güvenceye alındığını, bunun, yenenle yenilen arasında değil, eşit iki taraf arasında imzalanmış bir metin niteliği taşıdığını söylüyordu. Rauf (Orbay) Bey, İstanbul’da gazetecilere yaptığı açıklamalarda, İngiliz dostluğuna ve de Mondros’ta Amiral Calthrope tarafından kendisine verilen “asker” sözüne güvenerek İtilaf devletlerinin mütarekenin uygulanmasında itidal ile hareket edip, milli izzet-i nefsimizi incitmekten çekinecekleri ümidindeydi . Hatta “Sizi temin ederim ki, tek bir düşman askeri bile İstanbul’a çıkmayacaktır” diyordu. Ancak Rauf Bey, Calthrope’un kayıt altına alınmayan sözleri yerine getirilmeyince “Namussuz İngilizler beni aldattılar. Söz verdilerdi, tutmadılar!” diyerek Amiral Calthrope hakkında “yalancı namussuz!” ifadesini kullanmıştır.
LOZAN, VESAYET BELGESİDİR!
Lozan’a bir günde gelinmemişti. Adım adım, planlı ve programlı hareket edilerek gelinmişti. En küçük bir fırsata bile çok anlam yüklenerek değerlendirilmiş ve gelecek için yeni bir basamak oluşturulmuştu. Acele edilmemişti ama yavaş da davranılmamıştı. Bu nedenle İngilizlerin attığı her adım, M. Kemal ve ekibi tarafından çok önemli görülmüş ve amaçlarını gerçekleştirmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Lozan’ı ve Lozan’ın bir zafer mi yoksa bir vesayet mi olduğu, M. Kemal’in ve ekibinin İngilizlerle ilişkileri anlaşılmadan, anlaşılması mümkün değildir. Aşağıda vereceğimiz maddeler, Lozan heyulasının kısmen de olsa anlaşılmasına katkı sunacağını ümid ederim. Bu maddelerden ilki Meclis-i Mebusan’ın işgalidir. Meclis-i Mebusanın işgal edilmesi, Ankara’da yeni bir meclisin kurulmasının önünü açmıştır. Aksi halde M. Kemal ve ekibi Ankara’da meclisi açmaları mümkün ol(a)mazdı. Sadece bu bile M. Kemal ve ekibi için olağanüstü derecede önemli bir katkı ve yardım değil midir?
M. Kemal’in tek adamlığa yürüyüşünde -Kemalistler inkâr de etse- İngilizlerin olağanüstü derecede yardım ve destekleri olmuştur. İngilizler görünüşte Sultan Vahdeddin’i M. Kemal’i engellemesi için baskı yaparken bir yandan da hem bu baskılardan hem de attığı değişik adımlarla M. Kemal’in önünü açmıştır. Bu adımları kısaca şöyle maddeleştirmek mümkündür:
1- Meclis-i Mebusan’ın işgali
Osmanlı’da 1919’da son seçimler yapılmış ve M. Kemal de Erzurum Milletvekili olarak seçilmiştir. M. Kemal, bu Meclis’in Anadolu’da toplanmasını istemiş ancak bu isteği kabul edilmemiş ve Meclis İstanbul’da toplanmıştır. M. Kemal, hastalığını bahane ederek Meclis toplantısına katılmamıştır. Ancak hastalığı bahanedir. Çünkü Nutukta, “Ben Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını kesin olarak bekliyordum” demiş, ama buna rağmen Meclis başkanı seçilmesi için de ısrarcı olmuştur. Meclis’in işgal edilerek dağıtılmaması halinde, Rauf Orbay’ın olay çıkarması düşünülmüştü. Ancak buna gerek kalmamış ve Meclis İngilizler tarafından işgal edilmiştir. İşin ilginç yanı, M. Kemal’in Meclis’in işgal edileceğini 11 Mart’ta öğrenmiş olması idi. M. Kemal ve ekibi bunu nasıl ve kimden öğrenmişti? Mim Mim Grubundan öğrenildiği söylenmişti. Zaten M. Kemal, böyle bir beklenti içerisinde idi. Peki, bu beklenti nasıl oluşmuştu? Bu bilinmiyor ya da biliniyor olsa da gündeme getirilmekten hala korkuluyor.
M. Kemal’in Anadolu’da kabul görmesi için böyle bir işgale ihtiyacı vardı. Çünkü Anadolu’da bir meclisin açılabilmesi, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasına bağlıydı. Görünmez bir el M. Kemal’in bu isteğini yerine getirmiş ve Meclis-i Mebusan işgal edilmiş, bazı milletvekilleri de Malta’ya sürgün edilmiştir. Meclisin dağılması, M. Kemal’in eline altın bir fırsat vermişti; artık Ankara’da yeni bir meclisin oluşumuna itiraz olunmayacaktı. Çünkü ülkeyi ve dolayısıyla Milli Mücadeleyi organize edecek bir oluşuma ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç da Ankara Meclis açılması ile giderilecekti. Sabahattin Selek: 16 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan’ın işgali M. Kemal’e büyük ölçüde yardım etmişti.
Kemalistlerin şu soruya cevap vermeleri gerekiyor: İngilizler, Anadolu’da, M. Kemal öncülüğünde gelişen harekete karşı olsalardı, bu hareketin halk desteğiyle güçlenmesi için, böyle bir fırsat verirler miydi? Ya da kim verirdi ki?
2- Lozan Görüşmeleri için yapılan davet
Osmanlı Devleti’ni cismani bir yönden yıkılmasını sağlayan en önemli adım saltanatın kaldırılması idi. Bu önemli fırsat da yine İngilizlerin öncülüğündeki İtilaf devletler tarafından verilmişti. İşgalci güçler, İstanbul ve Ankara ayrımını keskinleştirecek, hatta aradaki bağı tamamıyla koparacak yeni bir adım atmışlardır. Bu adım, Mustafa Kemal’e uzun zamandır beklediği fırsatı vermişti. Bu adım hem İstanbul’un hem de Ankara’nın 17 Kasım 1922’de toplanacak Lozan Konferansına 27 Ekim 1922 tarihinde yaptıkları çağrı olmuştu. İstanbul hem Ankara’nın hem de İstanbul’un birlikte katılmasını istiyordu, aksi halde yanlış olur diyordu. Ankara hem bu çağrıya hem de Tevfik Paşanın teklifine sert tepki göstermiş ve bunu saltanatın kaldırılması için bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Ankara’da Meclis’te yoğun tartışmalar olmuş ve söz alan 16 konuşmacı Bab-ı Ali hükümetine veryansın etmişlerdir.
Meclis’in 30 Ekim’deki oturumunda Sultan Vahdeddin’e ağır hakaretler yapılmış hatta Lloyd George’dan daha aşağı olduğu söylenerek verilen önergede, “başta Vahdeddin olduğu halde besmele ile bunları bütün İslamlar’ın taşlamasını teklif ederim” deniyordu. Sultan Vahdeddin’i övgüde göklere çıkaran M. Kemal de ağır hakaretler yapmaya başlamıştır. M. Kemal, ‘kulları Mustafa Kemal ‘imzasıyla Padişaha 8 Temmuz 1919’da çektiği telgrafta “… Yüksek saltanat ve Hilafet makamıyla soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, bu hususta teminat veririm…” diye hilafet ve saltanatı koruyacağını ve bağlılığını devam ettireceğini belirtiyordu.
Artık bu sözler unutulmuş ve M. Kemal de, kürsüde başka türlü konuşuyordu:
“ (…) Maateessüf, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahdeddin… Vahdeddin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin layık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.”
Saltanatın kaldırıldığı gün M. Kemal’in yaptığı konuşma ancak bir İslam aliminin yapacağı tarzda bir konuşma idi!.. Ancak buna rağmen encümen “hilafetin saltanattan ayrılmayacağını, hilafetin kudrete dayandığını, kudretin de saltanatla beraber olduğunu” savunmaya başlamıştır. (…) İşte tam bu sırada Mustafa Kemal, “Mecliste ihtilal meclislerinde görülen bir sahne cereyan etmişti. Gazi Mustafa Kemal birden ileri yürüdü. Bir mektep sırasının üzerine çıktı ve gayet sert bir eda ile:
“- Bu bir emrivakidir (olup bittidir). Mevzubahis olan millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemahal, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir…”
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun Değiştirilmesi
M. Kemal, saltanatı kaldırmakla da yetinmemiş 29 Nisan 1920’de çıkarılan “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”nda “Yüce hilafet ve saltanat makamına (…) karşı isyanı muntazammın (içeren) sözlü ve fiili veya yazılı muhalefet ve fesat hareketlerinde bulunanlar hain-i vatan addolunarak idam edileceği belirtilmişti. Bu kanun maddesi, 11 Nisan 1923’te saltanatın kaldırılma kararına (1 Kasım 1922 tarihli karar) “sözle veya yazıyla veya fiilen muhalefet eden veya fesat ve yayında bulunan kimseler hain-i vatan addolunur” şeklinde değiştirilmiştir. İkinci grubun direnmesine rağmen, bu değişiklik gerçekleşmiştir.”
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan bu değişiklikten sonra artık birinci grup dışındaki siyasi grup ve örgütlerin faaliyetlerini sürdürme imkânı ortadan kaldırılmış ya da en azından vatan hainliğiyle suçlanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Bu değişiklikle birlikte artık hiç kimsenin saltanatı savunma, lehinde konuşma ya da yazı yazma cesareti kalmamıştır. Aksi hâlde “hain-i vatan addolunarak” idam edilme durumu söz konusu idi.
Bunlara ilave olarak Ali Şükrü Bey’in katl edilmesi, meclisi ve milletvekillerini tamamen susturmuş ve ülke adeta bir korku cumhuriyetine dönüştürülmüştü. Birinci Meclis’in bir darbe ile feshi de böyle bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Yeni Meclis tamamen M. Kemal’in iradesine göre şekillenmiş kendi deyimiyle ‘kız gibi bir Meclis’ oluşturulmuştu.
LOZAN, ZİHİNSEL İŞGALİN BELGESİDİR!
Lozan neydi? Lozan, İngilizlerin, Osmanlıyı, iktidar hırsından başka amaçları olmayan İttihad ve Terakki içinde yetişmiş bir avuç subay eliyle yıkmak için dayattıkları bir vesayet belgesidir. İngilizler, Osmanlıyı kendi elleriyle yıkmanın bedelinin ağır olacağını biliyorlardı. Çünkü hem ülke içinde hem de Hindistan gibi sömürgelerinde ayaklanmaların meydana geleceğini biliyordu.
Mondros Mütarekesi ile işgal edilen Osmanlı topraklarının bir kısmında manda rejimleri kurulmuştu. Bu ülkeler ya gönderilen valiler ya da devşirdikleri işbirlikçi hain kimseler kanalıyla yönetilmekte idi. Yani fiili işgal altında idiler. Emperyal amaçlar doğrultusunda kurulan Türkiye’de ise, fiili/fiziki işgal gerçekleşmemişti. Ama fiili işgalden daha zor ve daha kalıcı zihinsel işgal gerçekleşmişti. Emperyal güçlerle iş birliği halinde ülke, tepeden laikleştirilerek toplum İslam’dan ve İslami değerlerden uzaklaştırılmıştı. Bu tür bir işgal, fiili işgalden anlaşılması açısından daha zor bir işgaldi. Dış güçlerce gerçekleştirilen işgallere direnmek kolaydı, ama sizden görünenlere karşı direnmek çok zordu. Nitekim içinde yaşadığımız ülkede de böyle bir işgal gerçekleşmişti. 100 yıl önce emperyal amaçlar doğrultusunda kurulan bu ülkenin, aynı zihniyet tarafından hala yönetiliyor olmasının nedeni de bu değil midir?
İşte Halifelik bu zihniyet tarafından kaldırılmıştır! İslam, bireysel ve toplumsal hayattan bunlar eliyle uzaklaştırılmıştır. Ülkeye, bunlar eliyle İslam dışı bir sistem zorla/baskıyla ve darağaçların gölgesinde monte edilmiştir. Tek adam tapıcılığı, tek adamın ilahlaştırılması, İslam ve en masum İslami semboller bile bunlar eliyle sadece toplumsal hayattan değil bireysel hayattan da uzaklaştırılmıştır. Hitler, Mussolini türü faşist tek adam ve tek parti diktatörlüğü ülkenin başına bunlar tarafından musallat edilmiştir.
Lozan, Özgürlüğün değil Vesayetin Belgesidir. Çünkü;
1- Lozan görüşmelerinin 13 Kasım’da başlayacağı bildirilmesine rağmen 20 Kasım’a ertelenmiştir. Ancak görüşmelerin ertelendiği Türkiye’ye bildirilmemiştir. Görüşmelere 13 Kasım’da giden heyetin sorumlusu İsmet İnönü bu durum karşısında şöyle serzenişte bulunmuştur:
“… İsviçre’ye gelir gelmez karşımıza çıkan ilk mesele İsviçre’yi tamamıyla boş bulmamızdır. Müttefiklerden hiç kimse hiçbir heyet İsviçre’ye gelmemişti. Yalnız biz gitmiş bulunuyorduk. Bunun sebebi İsviçre’de ve İngiltere’de yeni seçimlere gidilmiş olmasıdır. (…) Ben İstanbul’da General Harrington ile görüşmüştüm. O bana bu konuda bir şey söylememişti. Gerek İstanbul’da gerek İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yolda veya herhangi bir yerde bana konferansın bize söylendiği gibi ayın 13’ünde toplanmayacağını, bir hafta ertelendiğini bildirmemişti. Ne acı, toplantı tarihi erteleniyor ama Türk heyetine haber vermek tenezzülünde bile bulunulmuyor. Düşmanı ülkeden kovarak denize döktük söylemiyle övünenlerin, yalanları yatsıya kadar bile sürmemişti. Çünkü zafer kazandığı, düşmanı denize döktüğü iddia edilenler adam yerine bile konmuyor! Ne acı değil mi?
2- Lozan görüşmelerinde Fransızca, İngilizce ve İtalyanca resmi dil olarak kabul edilmiş ama Türkçe dahil diğer diller ise yasaklanmıştı. Ankara hükümeti, devlet olmak için icazet isteyen bir konumda olduğu için bu konuda da bir şey söyleyememiş ve kuzu kuzu müstevlilerin diliyle oturumu izlemişlerdir. Lozan’da zafer kazandık diyenlere kendi dilleriyle bile konuşmalarına fırsat verilmemiştir. Sadece bu ayıp bile, acziyetin, mağlubiyetin tescili için yeterlidir.
3- Lozan’a giden heyet, bir devlet adına değil henüz meşruiyeti kabul görmemiş Ankara hükümeti adına gitmiştir. Heyetin ve heyeti gönderen Ankara’nın -aslında M. Kemal’in- asıl amacı kendilerinin devlet olarak kabul edilmelerini sağlamaktı. Meşru olmayan, henüz devlet statüsü kazanmamış, devletsiz bir hükümetin zafer kazanması mümkün müydü? Elbette değildi! Bırakın zafer kazanmasını, Türkiye Cumhuriyeti kurma iznini veya icazetini alabilmek için önlerine getirilen bütün tavizleri vermek zorundaydı. Nitekim verdiler de!.. Üstelik meşru devlet dururken, işgalcilerden eli kanlı katillerden devlet olarak tanınma istek ve arzusu başlı başına bir acziyet değil midir? Yani mağlup ettiğinizi, denize dökmekle övündüğünüz düşmandan meşruiyet izni alma telaşı bir garabet değil midir? O günden bugüne hala Lozan, “tapu senedimizdir” demek sözü doğru ise, düşmanı ülkeden kovduk, denize döktük sözü anlamsızlaşmaz mı? Çünkü kovduğunu, denize döktüğünü söylediği düşmandan ‘tapu senedini’ isteme acziyetini Kemalistler kendilerine nasıl yakıştırıyorlar, anlamak mümkün değildir.
4- Ankara’nın asıl amacı devlet olarak tanınmaktı; toprak kaybedilmiş, adalar gitmiş, boğazlar tamamen işgalcilerin kontrolünde kalmış hiç umurlarında değildi. Ama devlet olarak kabul edilmenin de bir bedeli vardı. M. Kemal ve heyeti bu bedeli ödemeye hazırdı. Nitekim Murahhas üyelerden Dr. Rıza Nur, Lozan’a gitmeden önce M. Kemal, kendisini ve İnönü’yü bir kenara çekerek, eğer Trakya isterlerse ısrar etmeyin, hatta icabederse İstanbul’dan da vazgeçin ve sulhu yapın, Musul için hiç uğraşmayın, dediğini aktarmaktadır.
5- Rıza Nur’un bu sözlerini İnönü’nün işgalci ülkeler ne istedilerse verdik sözleri de teyid ediyor. İnönü şöyle diyor:
“Başka milletleri memnun etmek için savunma araçlarından vazgeçen Türkiye’yi tarihin nasıl yargılayacağını bilmiyorum. Askerden tecrit adı altında kabul ettiğimiz fedakârlıkların, hakiki dokunulmazlığımızı ağır surette baltaladığını görüyorum. Ümit ederim ki bu beyanat, Türk heyetinin yeni bir fedakârlığı olarak kabul edilecektir. İtilaf devletleri ne istiyor? (…) İşte biz onları tamamen kabul ediyoruz.” (8 Aralık 1922)
İsmet Paşa bütün fedakârlıkları yaptığını sınır, azınlıklar, adli kapitülasyonlar, hatta Duyun-u Umumiye ve borçlar konusunu bile İtilaf devletleri lehine çözümlediklerini, sorunları “bizim zararımıza ve rakiplerimizin lehine” (aynen bu kelimelerle) çözümlediklerini açıkça beyan ediyor.
İsmet Paşa’nın “her şeyi kabul ettim” sözleri de hezimetin acı bir itirafı niteliğinde.
Buna rağmen memnun edememişti.
İnönü, 4 Şubat’ta İngiliz heyeti haber vermeden terk edince de ağlamaklı gözlerle gazetecilere şöyle demişti:
“Ben bütün konferans esnasında bu ağır mesuliyetin yükü altında çalıştım. (…) Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı…’, ‘Şu kararı almalıydınız!’ diyebilirse onlara yapmaya razı olurum. Ben fedakârlığı son haddine vardırdım.
Toprak meselelerinin hepsi halledildi. Bu meselelerde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık.
Ekalliyetler meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik.
Boğazların serbestliğini kabul ettik.
Adli kapitülasyonlar meselesinde anlaştık. (…) Nihayet bu meselede de her aklı başında insanın kâfi addedeceği bir hal tarzını kabul ettik.
İktisadi meselelerde âdil, meşru olan her şeyi kabul ettik. Biz namuslu borçlularız. Düyun-u Umumiye İdaresi’nin faaliyetinin devamına razı olduk. İktisadi ve mali meselelerden çoğunu müttefiklerin lehine hallettik. Bu meselelerden birkaçı kalıyor. Bunları kabul etmedim…”
6- Topraklarımızı işgal eden, binlerce insanımızı katleden, kadınlarımızı, kızlarımızı kirleten, bebeklerimizi öldüren, şehirlerimizi yağmalayıp yakan Yunanlara tek kuruş tazminat ödetemeyerek bir başka hezimete imza atan “birileri” utanmadan acaba hangi zaferden bahsedebiliyorlar?
7- İşin ilginç yanı Türkiye C. Başkanı Erdoğan’daki tavır değişikliğidir. Dün söylediğinin bugün tam tersini söylemek, hatta güzellemelerde bulunmak!.. Doğrusu anlamak mümkün değildir. Demek ki iktidar hırsı insanı bu hale getirebiliyor. C. Başkanı Erdoğan 2016’da Lozan’la ilgili şöyle demişti:
“Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada” ifadelerini kullanan Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
“İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hala Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz…”
Ancak aynı Erdoğan 2023’de ise bu söylediklerinin tam tersini söylemiştir. Erdoğan şöyle demiştir:
“Bugün, tarihimizin dönüm noktalarından birini teşkil eden Lozan Barış Antlaşması’nın 100’üncü yıl dönümüdür.
Aziz milletimizin tam bağımsızlık iradesi, Lozan Barış Antlaşması’nın müzakere ve imza sürecinde de kendini çok güçlü bir şekilde göstermiştir.
Tüm yokluk ve imkânsızlıklara rağmen İstiklal Harbimizi zafere ulaştıran bu irade, bugün de bize rehberlik etmekte, yolumuzu aydınlatmakta, zorluklar karşısında mücadele azmi vermektedir.”
C. Başkanı Erdoğan’ın hangi açıklamasına inanılacak? Son yıllarda AKP iktidarı kanalıyla Kemalizm’e yöneliş, son açıklamanın daha doğru olduğudur. Çünkü Kemalizm, Erdoğan ve iktidarı sayesinde yeniden canlanmış ve kitleler tarafından benimser hale getirilmiştir. Anıtkabir’e kitleler halinde gelen başörtülülerin öncülüğünü AKP kadın kolları ya da temsilciliklerinin yapması da bunu göstermektedir. Kemalizm, ne M. Kemal’in ne İnönü’nün ne de diğerlerinin dönemlerinde kitlelere bu kadar mal olmamış ve kendisini İslam’a nisbet edenler tarafından kabul görmüştü. Herhalde M. Kemal, mezardan kalksa kendisinin bile baskıyla, dayatma ile yapamadığını, Erdoğan ve ekibinin sevdirerek yapmasından dolayı tebrik eder. Ama unutmayalım ki “Kişi sevdiği ile haşrolunacaktır, kişi kimi severse kıyamette onunla beraber olacaktır.”
12 ADA VE EGE ADALARI LOZAN’DA VERİLDİ
İşte baskı ve korku ile topluma dayatılan bir yalan da 12 adanın (ya da Ege adalarının ) Lozan görüşmelerinde verilmediğidir. Yani Kemalistlerin iddiasına göre, bu adalar, M. Kemal’in onayladığı 1923 Lozan’ında değil de 1912’de imzalanan Lozan’da kaybedilmiştir. Ama bilindiği üzere 1912’de Osmanlı yönetimine, M. Kemal’in de üyesi bulunduğu İttihat ve Terakki egemendi. Kemalistler, M. Kemal’in aleyhine olabilecek olayları gizleyerek, söyledikleri yalanlarını da aba altından sopa göstererek topluma dayatmaktadırlar. Aslında bu, tam bir cambazlık örneğidir. Evet, 1912’de İsviçre’nin Lozan kasabasında bir antlaşma imzalanmıştır; ama bu antlaşmanın adı Lozan değil, Uşi (Ouchy Treaty) Antlaşması’dır. Bu antlaşmada adalar verilmemiş, alınmıştır.
Uşi Antlaşması ve 12 Ada
İtalya, Trablusgarb ve Bingazi’yi işgal etmek için 29 Eylül 1911’de saldırıya geçmiştir. Ancak Libya’da beklemedikleri oranda bir direnişle karşılaşmışlardır. İtalya, Osmanlı’nın bu direnişini kırmak için 1912 yılının şubat ve mart aylarında, Beyrut, Trablusşam, İskenderun, Mersin ve Silifke’ye saldırıya geçmiş, bununla da yetinmeyerek 18 Nisan 1912’de Çanakkale Boğazı ağzını bombalamış, 23 Nisan–17 Mayıs 1912 tarihleri arasında da Menteşe Adalarını işgal etmiştir. Amaç, Osmanlı’yı zorda bırakarak Libya’dan çekilmesini sağlamaktı. Osmanlı ile İtalya arasında savaş devam ederken Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ’ın da Osmanlı Devleti’ne karşı kendi aralarında bir ittifak kurarak Balkan savaşlarını başlatmış olmaları, İtalyanların işini kolaylaştırmıştır.
Osmanlı, iki cephede savaşamayacağını anlayınca Balkan Savaşı’ndan 10 gün sonra 18 Ekim 1912 yılında İtalya ile Uşi Antlaşmasını imzalamıştır. Uşi Antlaşması’nın 2. maddesi, Rodos ve 12 Ada ile ilgili hükümleri düzenlemiştir. Bu maddeye göre:
Andlaşmanın imzasını takiben Osmanlı Hükümeti, Trablusgarp ve Bingazi’deki, İtalya Hükümeti de Adalar Denizi’nde işgal ettiği adalardaki kendi subay ve askerlerini çekmeyi taahhüd etmiştir.
Ancak, Yunanistan’ın bu adaları işgal etme ihtimaline karşı adaların İtalya işgalinde kalması için Uşi Antlaşmasına gizli bir madde konmuştur. Charles Wellay’nin de belirttiği gibi andlaşmanın bu gizli maddesi, bu adaların Osmanlı Devleti tarafından talep edildiği zaman iade edileceğini hüküm altına almaktaydı.
Ancak Birinci Dünya Savaşı’nda, İtalya, Osmanlı’ya savaş açmış ve Uşi Antlaşması’nın geçerliliğinin kalmadığını ve yükümlülükleri feshettiğini 22 Ağustos 1915’te ilan etmiştir. Osmanlı Devleti ise, uluslararası hukuka göre bunun mümkün olmadığını, dolayısıyla İtalya’nın bu ilanını kabul etmediği gibi bu adaları İtalya’ya vermeyeceğini belirtmiştir. Ama bu durum yani adaların İtalyanlara verilmesi, Osmanlı tarafından asla kabul edilmemiş ve adalar üzerindeki haklarından da feragat etmemiştir.
Kemalistler, Yunanistan’la adalar konusunda gerginlik yaşadığı her dönemde nakarat halinde “Ege Adaları ve 12 Ada’nın, 1923’de imzalanan Lozan’da kaybedilmediğini” söylemektedir.
Anadolu’da Millî Mücadele devam ederken oralar işgal altındaydı. Ama işgalcilerin bu işgalleri, Osmanlı tarafından kabul edilmemişti. Millî Mücadelenin asıl amacı da işgal altında olan toprakları (adalar dâhil) kurtarmak değil miydi? Hani düşman denize dökülmüştü; yoksa bu da mı yalandı? Nasıl oluyor da denize dökülen düşman, Türkiye’nin burnunun dibindeki adaları alabiliyor? Bunda bir tuhaflık yok mu?
Bu adalar, 1912’de işgal edilmiş olsa da bu adalardan resmen feragat, 1923’te TBMM’de yapılan itirazlara, Başbakan Rauf Orbay’ın karşı çıkmasına rağmen Meclis ve Rauf Orbay “bypass” edilerek, M. Kemal’in talimatı doğrultusunda Lozan’da gerçekleşmiştir. Murat Bardakçı “12 Adayı “Lozan’da verdiğimiz” söylenir. Doğrudur, Lozan’da verdik ama 24 Temmuz 1923’teki Lozan Anlaşması ile değil, İtalya ile 1912’de imzalamak zorunda kaldığımız “ilk” Lozan Anlaşması ile…” diyerek M. Kemal’i ve ekibini temize çıkarmaya çalışmıştır. Ama nafile!.. Çünkü Prof. Dr. Mustafa Budak “12 adalar, I. Lozan’da değil, II. Lozan’da (24 Temmuz 1923)’ hukuken çözümlendi. Yani, İtalyanlar, 12 adayı 1923 tarihli Lozan barış antlaşması ile hukuken almış oldular” demek suretiyle Murat Bardakçı’nın iddiasının doğru olmadığını ortaya koymuştur.
Lozan görüşmeleri, TBMM’deki tartışmalar incelendiği zaman Türkiye’ye çok yakın adaların M. Kemal ve ekibi tarafından nasıl elden çıkarıldığı açıkça görülecektir.
Kısacası; Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla İtalya’nın Uşi’yi feshettiğini ve adalardaki hakkından vazgeçmeyeceğini söylemesine rağmen, 12 Ada, hukuken Osmanlı’ya aitti. 1923 Lozan görüşmelerinde, Ege adaları, hukuken de fiilen de bir kısmı İtalya’ya, bir kısmı da Yunanistan’a verilmiştir.