Modernitenin Akılcılığı Karşısında “İslam Ahlakı”nın İnşası
“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)
Modernitenin insanlığa dayattığı sahte tatmin dünyası neticesinde, toplumların son birkaç yüzyılda yaşadığı ahlaki çürüme ve yozlaşmanın, hepimiz farkındayızdır. Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de vurgulamış olduğu “nefsini, arzularını, ihtiraslarını ilah edinen kimse…” ibaresi, bugün maalesef tüm insanlığın ortak sorunu olmuş durumda. Kilisenin muharref kitap üzerinden oluşturduğu ortaçağ karanlığı, salt akılcılık üzerinden tüm dünyaya dayatılmaktadır. Kendinin dışındaki toplumlara tepeden bakan, kibirli ve kendisini her şeyin merkezine koyduğu bir dünya tasavvuruyla Batılı insan, hırs ve ihtiraslarının esiri olmuş, hiçbir etik ve ahlaki norm tanımayan, aklı merkeze alan şeytani düzeniyle bugün insanlığı felaketten felakete sürükleyen ve adeta Allah’a rağmen kâinatta ilahlık taslayan küresel bir tağuti sistemin temsilcisi konumundadır. Bilgi ve tekniğin akıl almaz ve sınır tanımaz bir şekilde gelişmiş olması, İnsan popülasyonunda seyreltme planlarını, kitle imha silahlarını, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahları da küresel şeytani güçlerin gündemlerine sokmuştur. Bugün bu şeytani güçler, müthiş bir ilahlaşma iddiasıyla insanların hayatları hakkında karar verici “hüküm sahibi” olarak kendilerini görmekteler.
Küreselleşen ve batı modernitesiyle kirlenen dünyada çeşitli salgınlar ve hastalıklar, toplumsal bunalımlar, katliam ve cinayetler, taciz-tecavüz vakalarının önlenemeyen artışı, toplumsal cinsiyet krizleri ve bunun yanında küresel iklim krizleri, doğal kaynakların hızla tükenmesi, toprağın, havanın ve suyun kirlenmesi vs. gibi sorunlara karşı da yine modernite kendi içinden yüzeysel önlemlerle sorunları halının altına süpürmekten başka bir şey de yapmamakta. Yıllardır ahlak ve edepten muaf tuttukları, bilimsel doktrinleriyle zehirledikleri zihinler, farkında olmadan bu “küresel çetenin” gönüllü köleleri olmuş durumdalar maalesef. Modern yaşam dayatmasının ortaya çıkardığı problemler, sorunlar hem beden sağlığımızı hem de akıl ve ruh sağlığımızı ciddi bir oranda etkilemektedir. Bugün sadece Türkiye’de antidepresan ilaç kullanımı, yıllık 60-70 milyon kutuya dayanmış yani insanların büyük çoğunluğu müthiş bir ruhsal çöküntü yaşıyor ve bu insanlar şehir hayatının gürültüsü altında sessiz yığınlar olarak bir köşede acı çekiyorlar. Bir de bedeninden ve görüntüsünden memnun olmayıp kozmetik ve moda endüstrisinin kölesi olmuş yığınlar var. “Sen özelsin”, “En güzeline layıksın”, “bakın falan ürünleri kullananlar ne kadar da mutlu” vs. gibi reklam cümleleriyle sahte tatminler, sahte umutlar ve boş hayaller pazarlayan tüketim çılgınlığının borazanları, insanlara iç seslerini dahi bastıracak kadar “mutsuzluk” aşılıyorlar. Mutluluğu, huzuru “meta”da arayan insanlar ise aradığını bulamayınca neticede avuntuyu kutu kutu antidepresanlarda arıyor.
Bugün modern yaşam, insanlara mutluluk veremiyor. Çünkü bu kafa yapısına göre mutluluğun kaynağını; maddi çıkarlar, açgözlülük ve doymak bilmezlik oluşturmakta. Neticede ise kendisine “ihtiyaç” olarak telakki ettiği “şey”lerden yoksun oluşu, insanı mutsuz yapmaya yetiyor. Tüketim araçları da (TV, sosyal medya vs.) zaten insanoğlunu bu düşüncelere yönlendirmekte ve dışarıda hep ışıltılı, zengin hayatlar varmış gibi gösterip kişiyi içinde bulunduğu durumdan ötürü tatminsizlik girdabına sokmaktadır. Sosyal medyada hep “ben en mutluyum” havası verme yarışına girip mahrem olması gereken anlarını bile o mecranın ahalisiyle paylaşmakta beis görmeyenlere bir bakınız. Bu insanların, aslında hem kendi ruhlarında hem de evlerinde aileleriyle veya dışarıda arkadaşlarıyla (modern insanın arkadaşı kalmışsa tabi) oldukça huzursuz ve mutsuz olduklarını görürsünüz. Çünkü bu kısır döngü, hep insanlarda aynı şekilde işleyecek, birbirlerine ve hep kendinden “iyi durumda” olarak gördüklerine öykünecekler ki, böylece bir toplu iğnenin bile “moda”sını icat edip küresel endüstrilere sürekli yenileri eklenecek. “Moda”ya, “israfa” temelden bir başkaldırı olan, Allah’ın, Müslüman erkek ve kadına ikramı “tesettür”ün bile nasıl da bu tüketim hastalığına kurban edildiğini görüyorsunuz değil mi? “Temizlik imandandır” hakikatine gönülden iman etmiş olan bir milleti “Kirlenmek güzeldir” mottosuyla nasıl da özünden, köklerinden kopardıklarını görelim artık. Bir zamanlar, ilkelerimiz ve prensiplerimiz, İslami hassasiyetlerimiz vardı ve bu değerlerden taviz vermeyi aklımızın ucundan dahi geçirmezdik, öyle ki bu, bir “Hak ve Batıl mücadelesi” diyorduk ve Rabbimizin günleri iki kesim arasında çevirip durduğunu da biliyorduk. Ama Allah, kâfir toplulukla karşılaşıldığında, mücadeleden ökçelerinin üzerinde kaçanları cehennemle tehdit ediyorken (Enfal, 15), bizim bu mücadeleden geri duruşumuzun haklı bir gerekçesi olabilir mi? Bizim, “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031) hadisine kulak tıkamamız mümkün müydü? Ne oldu da bu “Hak ve Batıl” mücadelesinde üzerimize düşeni, “demokratik” teamüllerle yerine getirdiğimizi zanneder olduk? Sahi “Düşmanın silahıyla silahlanın” derken Allah (Azze ve Celle), bunu mu kastediyordu? Hâşâ ve kella! Şeytan bizi nasıl da aldatıyor ve kurduğu düzen karşısında bizleri eli kolu bağlı, dilsiz yığınlar haline çeviriyor, görüyorsunuz değil mi? “Yoluna başımız feda” dediğimiz Rasulullah’a hakaretler ediliyor, Müslümanlar olarak harimimiz çiğneniyor, ırzlarımıza dokunuluyor, kardeşlerimiz katlediliyor ve biz, birilerinin “kınama” yayınlamasıyla tatmin oluyoruz, öyle mi? Veyl olsun eğer böyleyse! Velhasıl, bu karanlık çağın hesabını verebilir miyiz Rabbimize bilmiyorum; karaya vuran bebekler, açlıktan ve soğuktan birbirlerine sarılmış vaziyette çadırda ölü bulunan anne baba ve çocukların hesabını verebilir miyiz? Hiç emin değilim!
Biz her ne kadar cepheyi süslü laflarla, göstermelik dindarlıkla meydanlarda boy gösterenlere terk ettiysek de Batı medeniyeti, insanlığa külliyen hâkimiyet kurma emellerini hiç terk etmedi ve bu hâkimiyet projesini adım adım gözümüzün içine baka baka uygulamaya koymakta. Aslında hâlihazırda silah, top, tüfekten ziyade “söz”ün gücünü öyle kullanıyorlar ki yıllardır “özgürlük” ve “refah” adına işgal etmedikleri yer kalmadı ve milyonlarca insanı ya katlettiler ya da yurtlarından ettiler. Bugün de güya insanlığın sağlığı için seferber olmuş durumdalar (!). Çok enteresandır ki Yahudi olmayanları köle yaptıkları bir dünya hayal edenler, bugün nasılsa birden iyilik meleği rollerine büründüler ve “herkesin sağlığını” düşünür oldular (?). Yine geliyorlar işgal etmeye, zihinlerimizi, ruhlarımızı, bedenlerimizi, mahremimizi… Hiç vazgeçmeyecekler ta ki teslim alıncaya dek. Bizim de insanlığa söyleyecek sözümüz var oysaki! Ancak bizim sözümüz, amellerimizin resmidir. Biz, ahlak temelli amellerimizle fethederiz gönülleri. Sözümüz, bu yüzden güçlüdür; bu yüzden kâfirin yüreğine korku salar. Batı, sözle kandırır, zulüm medeniyetini hep algı ve yalanlarla inşa eder. Bu yüzden “siyaset” dedikleri bu çok yüzlü propaganda ile toplumları hep esir almayı başarmışlardır. Ama bizde, ilmiyle amil olmayan âlimler, “kitap yüklü merkep” konumundadır. “Yapmayacağınız şeyleri niçin söyleyip duruyorsunuz?” İlahî buyruğuyla iman edenler olarak hayatımızı, İlahî destekli ahlakla beslediğimiz amellerimizle şekillendiririz. Her anımızda “Rabbimiz ne der?” hassasiyeti ve –havf ve reca- çizgisinde hareket ederiz.
Bugün genel itibariyle “İnsanın özü, aklîliktir ve hayvanlardan aklı sayesinde ayrılır” şeklindeki yaygın kanaat, insanları; dünyevi hırs ve tutkularının esiri olan akıllarına köle yapmıştır. Fakat Müslümanlar olarak ıskaladığımız önemli bir husus var ki aslında, insan fıtratının özü aklîlik değil, “Ahlak”tır; çünkü hayvanlarda da akıl vardır. Akıllılık da dâhil olmak üzere tüm insanî niteliklerin özü ahlaklılığa dayanır ve yaratılış olarak insanı hayvandan ayıran olgu, aslında “ahlak”tır. Böylece insanlık için iki durum söz konusudur. Birincisi, insanın hayvanlarla aynı paydada buluştuğu ahlaktan yoksun olan aklîlik; ikincisi de insanı hayvandan ayıran, İlahî bir güçle desteklenmiş olan ahlakın rehberlik ettiği aklîlik.
Modernist akıl, böyle bir tanımı reddeder doğal olarak. Çünkü İlahî destekle insanın özünü oluşturan ahlaki tasavvurun insanlık tarafında makes bulması durumunda, inşa etmeye çalıştıkları despotik dünyanın temel taşlarını kökten yıkacak bir potansiyelin de doğacağının farkındalar. Onun için seküler ve modernist Batılı akıl, iman ve ahlak kavramını yıkıp yerine iğfal edilmiş aklı koyarak, İlahî irade yerine insani iradeyi dikkate alarak, kâinatı sömüren, yok eden egemenlik hayallerini gerçekleştirmek arzusundadır. Bunun için de yeryüzündeki tüm insanlığı kendi şeytani amaçlarına hizmet etmek zorunda olan gönüllü köleler haline dönüştürerek, dünyayı müthiş bir takip ve izleme ağıyla donattığı bir panoptikon[1] hapishanesine dönüştürmek için teknolojik her gelişme, insanlara altın tepside sunulmakta. Böylelikle firavunist ilahlık iddiasını güçlendirecek bir zemin oluşturmaya ve şeytanın egemenliğini ilan etmeye hazırlanmaktadır. Mahremiyetin artık bir “norm” olarak görülmediği, herkesin her şeyini ilan etme, faş etme yarışına kapıldığı, insanca yaşama ahlakının elimizden alınmaya çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Kendi çocuklarımızın dahi Kur’an ve Sünnetin eğitim müfredatına göre değil, panoptikon hapishanesinin köleleştirme projesine göre yetiştirilme ve ileride ebeveynine “düşman” bireyler olarak karşımıza dikilme ihtimaliyle yüz yüze olduğumuz bir dönem, bu dönem. Ve maalesef daha önce bahsettiğimiz gibi, Müslümanlar olarak bu sinsi saldırının farkında bile değiliz ya da karşı koyacak gücümüz yok ve Allah Rasulü’nün tarifiyle “selin önündeki çerçöp” durumundayız. Aynı hadiste Rasulullah’ın bahsettiği “vehn” hastalığı, tüm bedenimizi sarmış ve adeta hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve dünyalıklara bağlanmış, ölüm korkusuyla her türlü sıtmaya razı edilmiş haldeyiz. Yarım yamalak kabul ettiğimiz dinimizi bile işgal edilmiş aklımızla yorumlama, “Allah ve Rasulü öyle demiş ama bence…” ile başlayan cümlelerle gaflet örgüsü içinde çırpınıp durmaktayız. “Kendinizi ve ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşin azabından koruyun.” (Tahrim, 6) İlahî emrinden ne kadar da uzağız? Batının ahlakı hiçe sayan yaşam tarzını ibadetlerimize bile uyarladık; artık seküler Müslümanlar olarak camide başka, dışarıda başka maskeler takıyoruz. Dinimiz, hayat tarzımızdır; yaşamımızda hangi ilkeleri dikkate alıyorsak bizim dinimiz odur. O halde hayat tarzlarımızı gözden geçirelim; hangi dine iman ediyoruz? “Dinsiz ahlak olmaz, ahlaksız din olmaz!” diye haykırıp bu hayâsızların insanlığa giydirmeye çalıştığı deli gömleğini ne zaman yırtıp atmayı düşünüyoruz? İblis’in vesvesesine o kadar kaptırdık ki kendimizi, yaklaşılmaması gereken ne kadar ağaç varsa doya doya meyvesinden yedik ve İlahî cennetin kokusunu dahi hayal etmeye cesaretimiz kalmadı, öyle kirlendik ki…
Kendine “Müslüman” diyenlerin azımsanamayacak bir kesiminin, Allah’ın şeriatıyla değil Batı’nın sömürgeci normlarıyla yönetilmeyi arzu ettiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Neden? Çünkü şeriat denilince hakikat değil, Batı’nın kafalarına soktuğu yalanlar canlanmakta zihinlerinde. Düşünün! Kur’an’dan ve Rasulullah’ın sünnetinden o kadar uzağız ki neye inanacağımızı bile onlar belirliyor. Hakkı anlatan âlimlerimizi, söylediği hakikatler batılı aklımıza uymadığı için kendi ellerimizle linç ediyor ve onlara olmadık hakaretlere yeltenebiliyoruz.
Kahrolarak dile getirmekteyiz ki Rabbimizin, iman edenleri sürekli olarak uyardığı firavunist dünya görüşü, bugün iliklerimize kadar işlemiş durumda. İnsanoğlu, her yerde, her işinde sanki kâinatın gerçek sahibi ve gerçek otoritesiyle kavgalıymışçasına, O’nun koyduğu İlahî yasalarla savaşmakta ve meleklerin “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın?” (Bakara, 30) şeklindeki kaygısını destekler bir dünya (nesil) hayal etmekteler. Hâlbuki sömürgeci batı dünyasının asırlardır hayâsızca sürdürdüğü saldırılarının altında yaşam mücadelesi veren Müslümanlar, Allah’ın mezkûr ayetteki “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım” İlahî sözüne muhataptılar.
Rabbine şeksiz şüphesiz teslim olmuş bir “ruh”un en güzel elbisesi olan “ahlak”ı, dar kafamızda, dar anlayışımızla dapdar bir çerçeveye hapsedip, hayatın geri kalanında “Mü’min” gömleğini çıkarıp yolumuza devam ettik adeta. Modern yaşamın sunduğu sahte emeller bizi öylesine esir aldı ki geriye dönüp baktığımızda “Rabbimizin huzuruna neyle varacağız?” sorusuna cevap bulmakta hayli zorlanır olduk. Çocuklarımıza sahabe isimleri koyardık ki; onlar gibi yiğit, onlar gibi dinlerine sadık, onlar gibi övülmeye layık bir hayat yaşasınlar diye. Şimdi, güya “çok iyi Müslümanız ya?” sahabeyi bile eleştirme cüretini kendimizde bulur olduk. Nefsimizi, dünyanın merkezine kondurmayı öğretti bu modern hayat bize, kulaklarımızı Allah’ın ayetlerine kapadık, bir gün toprak olacağımızı ve yeniden diriltileceğimizi bize unutturmak için “televizyonun sesini daha da aç” diye telkin ettiler, itaat ettik.
Dedik ya iman ve ahlak elbisesini çıkaralı beri ne ibadetlerimizden lezzet alır olduk ne de yaşadığımız hayattan. İbadetlerin şeklinde öyle boğulduk ki manasına aşinalığımız bile kalmadı. Sahi biz, neden namaz kılıyorduk? İbadetlerde ruh kalmazsa, o ibadet amacına ulaşır mıydı? Ne buyurmuştu Rabbimiz? “Kitap’tan sana vahyolunanı oku, namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkor” (Ankebut, 45) Eğer bizde bir etki oluşturmuyorsa ibadetlerimiz, ne için varlar? Namaz, oruç, zekât, kurban, hac değil sadece; Allah’ı razı etmek adına yapılan her amel; bir niyet, bir amaç ve bir ahlaka bağlıdır. Ve insanın her bir amelinin, her bir davranışının ahlaki bir karşılığı vardır, olmalıdır. Her ne kadar ahlaktan soyutlanmış bir hayat ise bize sunulan, aksine biz Müslümanlar olarak yeryüzünde güzel ahlakın temsilcisi ve sürdürücüsü olmamız gerekirken, adlarımızın önüne bunca ahlaksız ve hayâsız sıfatları yakıştıranlara, yine yaşantımızla tokat gibi bir cevap veremiyorsak, o zaman hakikaten “ahlak” algımızda problem var demektir. Hâlbuki öyle yüce bir inancımız var ki, dün olduğu gibi bugün ve yarın da insanlığın dertlerine ilaç olmuş, olacak… Öyle bir inancımız var ki, insanlığı, düştüğü karanlıktan çıkarıp “eşref-i mahlûkat” zirvelerine yeniden çıkaracak… Öyle bir inancımız var ki, hissizlikten taşa dönmüş olan insanlığı, merhamet pınarlarına doyasıya kandıracak… İşte bu inancın bugün de yeryüzünde neşet etmesi için yeniden iman, yeniden arınma, yeniden “Bismillah” diyebilmek önemlidir.
Ezcümle, önce, yaratıcımıza olan imanımızı, bağlılığımızı tazelememiz gerekir ki O’nun kudret ve azametine olan güvenimiz de tazelensin. Allah, kâinatın yaratıcısıdır, yerde ve gökte, hayatımızın her alanında, her anında yegâne hüküm sahibidir. Egemenlik hakkı tümüyle O’nundur, yasa ve kanun koymada sadece Allah’ın hakimiyeti söz konusudur. İnsanı, eşref-i mahlûkat (yaratılanların en şereflisi) olarak yaratmış ve aziz dininin inşası, imarı için yeryüzüne göndermiştir. Allah, insanı İslam fıtratı üzere yaratmıştır ki, bu da demek oluyor ki insan, doğuştan güzel ahlak sahibidir. Çünkü fıtratın özü, ahlaktır. Ancak Allah Resulü’nün de beyanı üzere insanda bu meleke, her türlü etmene bağlı olarak bozulabilir veya korunup güzelleşebilir de. Eğer Müslüman olduğumuzu iddia ediyorsak -ki elhamdulillah öyleyiz-, biz de her amelimizin ruhuna güzel ahlakı giydirmemiz gerekmektedir. Böylece İslâm, hayatın her alanında canlansın ve damarlardaki kan gibi insanlığa can suyu olsun. Allah Rasulü, “Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştu ya, işte biz de tüm insani değerlerden yoksun bırakılmak istenen bu çağa, “Biz, güzel ahlakı tamamlayan Rahmet Peygamberinin ümmetindeniz” diyebilmeliyiz.
Gözümüz, gönlümüz hep açık olsun; Müslüman, feraset sahibidir. Allah’tan (Azze ve Celle) başka bize, kimse neye inanacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı dikta edemez. Hayli karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım ama emin olun ki durum, anlatmaya çalıştığımdan daha vahim. Müslümanlar olarak, yeniden bir insanlık tasavvuru ortaya koymamız ve bu küresel şeytani çetenin elinden kâinatı kurtarmamız gerekmektedir, hem de acilen. Aksi takdirde ileride gerçekleştirmeyi planladıkları şey, bugün gördüklerimizden çok daha vahşi, çok daha acımasızca! Ancak bizi sağlam tutacak olan inancımız ve sebatımızdır. Allah, “Tek”tir ve her şeye Kadirdir: “Hasbunallahi ve niğmel vekil”.
Hepiniz Allah’a emanet olun. Selam, Hakk’a tabi olanların üzerine olsun…
Furkan KESER
[1] Panoptikon, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı.
Panoptikon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahkûm bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.
Bentham, Panoptikon’u “bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli” olarak ifade etmiştir.