21. Yüzyılda Orta Doğu’da İki Dönüm Noktası
Arşiv Genel Yazarlar

21. Yüzyılda Orta Doğu’da İki Dönüm Noktası

21. yüzyılda, yaşadığımız bölgede iki önemli olay gerçekleşmiştir. Bu olaylardan biri 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı, diğeri ise 8 Aralık’ta Nusayri diktatörlüğünün devrilmesidir. Her iki olayla ilgili farklı değerlendirmeler yapılsa da gelecekte tarihçilerin, 21. yüzyılı konuşurlarken bu olayları baz alarak değerlendirmelerde bulunacakları muhakkaktır. Her iki olay, özellikle de 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, 21. yüzyılda insanlık adına bir çığır açmış, milat oluşturmuştur. Bu olayları önemli kılan, bir avuç inanmış insanın, insanlık tarihinin en vahşi yaratıklarının ölüm kusan silahlarına karşı, nasıl kahramanca direnebildiğini bizlere göstermiş olmasıdır. Dünya, bu vesileyle insanlık tarihinde benzerine çok az rastlanan, destansı bir kahramanlığa şahit olmuştur. Yine Aksa Tufanı ve inanmış, inancı için ölümü göze almış bu insanlar; yeryüzünün en vahşi yaratıkları olan ve ABD’nin başını çektiği küresel emperyal ve siyonist güçlerin baş edilemez, yenilemez bir güç olmadığını da göstermiştir.
7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı, böylece yenilmez, baş edilemez denilen siyonist İsrail’e bir ilki yaşatmıştır. Çünkü bu tarihe kadar her defasında siyonist İsrail saldırmış, Filistinliler ise bu saldırılar karşısında sadece kendilerini savunmaya çalışmışlardır. Siyonistlerin her saldırısından sonra ise Filistinliler onlarca şehit vermiş ve bulundukları yerler yaşanmaz hâle getirilmiştir. Hiçbir insani ölçü gözetilmeden ve uluslararası kurallar çiğnenerek gerçekleştirilen bu saldırılar, genellikle sadece kınanmış ancak hiçbir yaptırım uygulanmamıştır. Bu nedenle siyonistler, her saldırıdan sonra işgal alanlarını daha da genişletmişlerdir. Filistin topraklarında, 1948’den beri bu tür insanlık dışı saldırılara hemen hemen her yıl, bazen birden fazla kez şahit olunmuştur.
İşte Filistinliler, Hamas, İzzeddin El-Kassam Tugayları ilk olarak 7 Ekim’de kendileri saldırıya geçmişlerdir. Uzun yıllar yaptıkları hazırlıkların sonunda kendilerine, özellikle de Mescid-i Aksa’ya yönelik siyonist saldırıları dünya kamuoyuna duyurmak için harekete geçmişlerdir. Aksa Tufanı, kolay verilen bir karar neticesinde gerçekleşmiş değildi. Filistinliler, özellikle de Gazze, gün geçtikçe kan kaybetmekteydi. Çünkü siyonist katiller istedikleri zaman Gazzelilerin yaşam alanlarına saldırılar gerçekleştirerek mahremiyetlerini kirletmekteydiler. Bu da Gazzelilerin yavaş yavaş ölümüne neden olmaktaydı. Oysa kahramanca çarpışarak ölmek, siyonist katillerin saldırılarında ölmekten çok daha erdemliydi. İşte Hamas, Kassam Tugayları bunu yapmaya çalışmıştır.
Siyonist Vahşet, Soykırımı Aşmıştır
Elbette 8-9 Ekim 2023’ten bu yana, tarihte benzeri görülmemiş bir vahşet işlenmektedir. Bu vahşeti gerçekleştiren taraf, sadece siyonist İsrail değildir. Bu vahşetin arkasında, başta ABD olmak üzere bütün Batı dünyası ve iş birlikçi bölge yöneticileri bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ülkeler ve yöneticileri, siyonist katiller kadar hatta daha fazla suçludurlar ve elleri kanlıdır. Bu vahşete hatta ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı bombalardan çok daha fazla bomba atılmasına rağmen, Gazze’nin direnci kırılamamıştır. Evet, aileler yok edilmiş, yeni doğmuş bebekler, kadınlar, yaşlılar, hastaneler, ambulanslar, okullar, camiler bombalanmış, kısacası Gazze yerle bir edilmiştir. Barınacak bir yer kalmamış, sığınılacak güvenli yerler bile bombalanmıştır. Her gün, her gece üzerlerine ölüm kusan bombalar yağmasına rağmen Gazzeliler, Allah’a dayanmışlar ve sadece ona tevekkül ederek “Yerlerimizi, yurtlarımızı asla terk etmeyeceğiz.” demeye devam etmişlerdir. Çünkü onlar şehadeti, siyonist ve emperyal güçlerin sunacakları bütün dünyalıklara tercih etmişlerdir. Siyonist işgal altında yaşamaktansa savaşmayı, direnmeyi düğün, bayram olarak değerlendirmişlerdir.
Evet, son 2 senedir tarihte benzerine hiçbir dönem rastlanmayacak bir vahşet işlenmektedir. Bu vahşet, sadece bombalarla, kimyasal silahlarla gerçekleştirilmemektedir. Bombalardan daha acı olan, Gazzelilerin açlıkla teslim alınmaya çalışılmasıdır. Oysa tarihin hiçbir döneminde, insanların aç bırakılarak teslim alınmaya çalışıldığı görülmemiştir. Siyonist katiller güruhu, başta ABD olmak üzere Batılı ülke yönetimlerinin ve daha üzücü olan ise halkı Müslüman olan ülke yönetimlerinin yardımıyla ilk defa gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Gazze’de devam eden bu vahşetin karşısında sesi en çok çıkan, Türkiye gibi gözükmektedir. Bu, özellikle hükümet yanlısı yazılı ve görsel iletişim organları tarafından da sabah akşam yoğun bir şekilde gündeme getirilmektedir. Ancak Türkiye’nin, bu kadar sert konuşması ve gerçekleştirdiği bunca diplomatik görüşmeler ne siyonist katillerin katliamını ne de siyonistlere destek veren başta ABD olmak üzere küresel emperyal güçleri durdurabilmiştir. Gazze için kendileriyle defalarca toplantı yapılan Arap ülke yönetimleri bile harekete geçirilememiştir. Türkiye yönetimi, bu sert konuşmalarına rağmen, siyonist İsrail’e yönelik -7 ay sonra ticareti kısıtlaması hariç- hiçbir adım da atmamıştır. Kısa bir süre öncesine kadar limanlarında, havaalanlarında hiçbir engelleme, kısıtlama bile uygulamamıştır. Nitekim siyonist İsrail Askerî Endüstrileri (IMI) şirketine teslim edilmek üzere, silah üretiminde kullanılan çelik çubuk taşıyan Vela isimli geminin İsrail’e ulaşmasını engellemesi için Birleşmiş Milletler (BM) Filistin özel raportörü Francesca Albanese, Türkiye’ye bir çağrı yapmıştır. Bu çağrıda “Türk yetkilileri, bu geminin ve yasa dışı kargosunun İsrail’e ulaşmasını engellemeye çağırıyorum.” diye seslenmişti. Üzülerek belirtelim ki bu gemi, 9 Haziran’da Mersin limanına yanaşmış, ertesi gün de herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan siyonist İsrail’e gitmiştir.
Daha da önemlisi, siyonist İsrail’e can suyu mesabesinde olan Azerbaycan gazı, halen Türkiye üzerinden siyonist İsrail’e akıtılmaktadır. AKP’nin grup başkan vekili Özlem Zengin’in, “Bu petrolden varil başına 1,27 dolar kazanıyoruz.” demesi ise iktidarın Gazze’ye ve Gazze’nin masum halkına bakışını yansıtmaktadır. Bu olay, aynı zamanda iktidarın, sert konuşmalarında ne kadar samimi olduğunu göstermektedir. Zaten büyükelçiliğin hâlâ açık olması, daha önce inkâr edilmesine rağmen, 7 ay boyunca doğrudan, şimdilerde ise üçüncü ülkeler üzerinden ticaret yapılmaya devam edildiği iddiaları, havaalanlarının ve limanların –eğer doğruysa- yeni kapatılmış olması, iktidarın tutarlı olmadığını açıkça göstermektedir. Eğer iktidar samimi ise öncelikle bu konularda ciddi adımlar atması gerekmiyor mu?
Ne yazık ki Türkiye yetkililerinin yaptıkları sert konuşmalar, meclisin aldığı son karar ve diplomatik görüşmeler, sadece zahiri kurtarmaya yöneliktir. Bu tür konuşmaların ve kararların, siyonist İsrail ve destekçisi ABD tarafından hiç de ciddiye alınmadığı, devam eden soykırımdan anlaşılmaktadır. Bunu, siyonist Netanyahu’nun her gün daha çok masum sivili katletmesinden ve deli Trump’ın saçma sapan konuşmalarından da anlamak mümkündür.
Erdoğan ve hükümet yetkilileri, söylediklerinde samimilerse ve gerçekten söylediklerinin gerçekleşmesini istiyorlarsa;
1. Çok sert konuşmalarına gerek yok, ciddi ve ses getirici adımlar atsınlar. Yani siyonist büyükelçiliği kapatarak diplomatik ilişkileri, Türkiye üzerinden İsrail’e giden ve can suyu gibi olan Azeri petrolün akışını tamamen kessinler.
2. Gazze’deki masum halk, ABD tarafından gönderilen silahlarla katledildiğine göre ‘kıymetli dostum’ dediği Trump’ı siyonist İsrail’e silah göndermekten vazgeçirmeye çalışsın. Trump’a kafa tutsun –zaten buna gücü yetmez-, tehdit etsin, demiyoruz. Ama bazı şeyleri hissettirecek bir tavır alması gerekmektedir. Erdoğan, Trump tarafından da çok sevildiğine ve övüldüğüne göre, herhalde sözünü dinleyecektir.
Bu adımlar atılmadan “Filistin, Gazze, Mescid-i Aksa bizim sevdamızdır.” sözlerinin de çok sert(!) konuşmaların da hiçbir anlamı olmayacaktır.
‘Türk Evi’nde Erdoğan, Netanyahu ile Acaba Ne Görüşmüştü?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile siyonist Netanyahu, 20 Eylül 2023’te yani 7 Ekim’den kısa bir süre önce New York’taki ‘Türk Evi’nde görüşmüşlerdi. Filistin’de bunca katliam işlenirken ve Mavi Marmara dolayısıyla şehit edilen Türkiyeli 10 Müslümanın kanı henüz kurumamışken acaba siyonist katil Netanyahu ile Erdoğan ne görüşmüşlerdi? Üstelik bu görüşmede Netanyahu, çok sıcak karşılanmıştı. Görüşme, birbirlerinin kravatlarıyla şakalaşacak kadar samimi bir havada gerçekleşmişti. Oysa Netanyahu, bildik Netanyahu idi; katledilen birçok Filistinli masumun kanı eline bulaşmış bir katildi. Arzımevudu gerçekleştirme ve büyük İsrail’i kurma hayaliyle yanıp tutuşan fanatik bir siyonistti. Bunu, Türkiye devletinin bilmemesi mümkün değildi. Üstelik bu görüşme, bir başlangıçtı ve devamı gelecekti. Çünkü bu görüşmeden sonra Netanyahu, Türkiye’ye gelecekti. Netanyahu’nun yapacağı bu ziyaretten sonra Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan, “katil” dediği, “kasap ve terörist” dediği Netanyahu’nun iktidarda olduğu, işgal edilmiş topraklardaki siyonist İsrail’e gidecekti. Acaba neden? New York’taki görüşmede ne konuşulmuştu ve bu karşılıklı ziyaretlerde de ne konuşulacaktı? Bu ziyaretlerin amacı ne idi, bunlar şimdilik bilinmiyor. Ya da en azından biz bilmiyoruz. Ama gerçeklerin er ya da geç açığa çıkma gibi bir huyu vardır, bunun da ortaya çıkması, çok sürmeyecektir.
Ama şu bilinmelidir ki Netanyahu’nun o kanlı ellerini sıkanlar, tarih önünde hesap vermekte zorlanacaklardır. Bugün yaptıkları sert konuşmalar da kendilerini kurtaramayacaktır.
Nusayri Diktatörlüğünün Yıkılışı
21. yüzyılın ikinci önemli olayı ise 8 Aralık 2024’te, Suriye’de meydana gelmiştir. Bu tarihte, Orta Doğu’nun 1963’ten beri devam edegelen en zalim BAAS rejimi, Esad ailesinin 1970’ten beri devam eden Nusayri diktatörlüğü yıkılmıştır. Halkın sevinci ve baba Esad’ın heykellerinin yerle bir edilmesi, Beşşar’ın ülkeden siyonist İsrail’in himayesinde korkakça kaçması, Nusayri diktatörlüğünün sonunun geldiğini göstermekteydi. Aslında sadece Nusayri diktatörlüğünün yıkılmış olması bile başlı başına çok önemli bir olaydı. Çünkü bu olay, halkın çoğunluğunu demir yumrukla yöneten rejimin de insanların preslendiği, insani her türlü imkândan yoksun bırakıldığı, Sednaya, Palmira (Tedmur) ve daha birçok cezaevinin de sonunu getirmiştir. Bu zindanlarda suçsuz yere 45-50 sene gün yüzü görmeden yatan insanların, özgürlüklerine kavuşmaları da elbette çok önemlidir. Peki, bunlar yeterli midir? Elbette ki yeterli değildir. Çünkü Nisan 1964 tarihinde, Sultan Camii kıyamının, Said Havvaların 1970’te başlattıkları silahlı mücadelenin, 1976’da işkence altında şehit edilen Mervan Hadid’in ve Hama olaylarının başlama nedeni, sadece Nusayri diktatörlüğü değildi; Suriye’de İslami hükümlerin egemen olduğu bir yönetim kurmak amaçlanmıştı. 2011’de Esad rejimine karşı başlayan halk ayaklanmasına katılan Suriyeli ve Suriye dışından gelen mücahitlerin asıl amacı, böyle bir yönetim kurmaktı. Bu yönetim için verilen mücadelede, nice mücahidin kanı dökülmüş ve niceleri de esir düşmüştü.
İşte 27 Kasım 2024 tarihinde İdlib’den başlayan ve kısa sürede Nusayri diktatörlüğünün yıkılmasını sağlayan mücahitlerin asıl amacı, böyle bir yönetim kurmaktı. Yoksa Nusayri diktatörlüğünden biraz farklı; laik, demokratik, siyonist İsrail, ABD ve iş birlikçi Arap ülke yöneticileri ile iyi geçinen, onların kabulünü sağlamak için ilkelerinden vazgeçmiş bir yönetim değildi. Bu henüz olmuş değil, inşallah da olmaz, diye ümit ediyoruz. Ama görünen köy kılavuz istemez, diye de bir atasözü var.
Ancak görünen odur ki bugüne kadar Suriye’de, mücahitlerin istediği bir yönetim henüz gerçekleş(tiril)memiştir. Elbette Suriye’de yeni yönetimin karşılaştığı zorluklar, sıradan ve kısa sürede kendi dinamikleriyle aşabileceği zorluklar değildir. Çünkü Nusayri diktatörlüğü, sadece ülkenin maddi imkânlarını yağmalamakla kalmamış, aynı zamanda ülkeyi, destekçisi ülkelere de peşkeş çekmiştir. Ayrıca Beşşar Esad tarafından verilen koordinatlar doğrultusunda siyonist İsrail, yüzlerce hedefi bombalayarak Suriye’nin askerî ve ekonomik altyapısını yok etmiş; gemilerini, tersanelerini, fabrikalarını, havaalanlarını kullanılamaz hâle getirmiştir. Aynı zamanda PKK, PYD, YPG ya da SDG, Dürziler, Şebbihalar, rejimin kalıntıları Nusayriler de yeni rejim aleyhine ABD ve siyonist İsrail’in yanında yer almışlardır. Bir de ABD’nin Suriye’de kurduğu üsler ve PKK/PYD’ye olan desteği; Rusya’nın, İran’ın, Türkiye’nin ayrı ayrı hatta yer yer çatışan menfaatleri… Üstüne üstlük iflas etmiş bir ekonomi, dağılmış ordu, kevgire dönmüş Suriye sınırları…
Bütün bunlara ilave olarak yönetimin başında bulunan Ahmet Eş-Şara’nın başına konulan 10 milyon dolarlık ödül, Suriye’ye uygulanan yaptırımlar, hazinenin tamtakır oluşu, yönetimi daha da zorlamıştır.
İşte Suriye’nin yeni yönetimi, bu zorluklardan kurtulmak için “Denize düşen, yılana sarılır.” misali ABD güdümlü Arap ülkeleriyle ilişki kurmaya çalışmıştır. Bilindiği gibi Şara, ilk dış ziyaretini Suud’a yapmıştır. Suud’la ve diğer Arap ülke yöneticileriyle yapılan bu görüşmelerin sonucunda, ülkenin ihtiyacı olan finans temin edilmeye çalışılmıştır. Suriye yönetimi, bu ülkelerden temin ettiği finans imkânıyla memurlarının maaşlarını ödemeye başlayabilmiştir. Ancak kurulan bu ilişkiler, görünüşte zorluğu aşmak şeklinde algılansa da aslında var olan zorluklara, yeni zorluklar ilave etme anlamına gelecektir. Çünkü bu yardımların karşılıksız yapılması, mümkün değildir. Üstelik bu ülke yönetimleri, bölgedeki İslami hareketlere en az siyonist İsrail kadar düşmanlık beslemektedir.
Suriye yeni yönetiminin Türkiye ile de çok yakın ve sıcak ilişkileri bulunmaktadır. Bu ilişkilerin tarihi, çok eskilere dayanmaktadır. Nitekim MİT başkanı İbrahim Kalın, 13 Aralık’ta Suriye’yi ilk ziyaret eden kişi olmuştur. Ancak Türkiye rejimi de kurulduğu günden bugüne İslami yönetime karşı olan bir rejimdir. Yani Türkiye’de egemen olan rejim; laik, demokratik ve Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına bağlıdır. Dolayısıyla Suriye’de, 8 Aralık devrimini gerçekleştiren mücahitlerin anlayışı ile bağdaşmayan bir anlayışa sahiptir.
Şara yönetiminin Batılılarla ilişki kurmasında da muhtemelen böyle bir rejime sahip Türkiye etkili olmuştur. Şara’nın “Herkesle görüşebiliriz.” tarzı sıcak mesajları, Batılılarla ilişkilerin gelişmesini hızlandırmıştır. Ve kısa bir süre içerisinde Batılı ülkelerden birçok diplomat, istihbarat ajanı, gazeteci Suriye’ye gelmeye başlamıştır. Ahmed Şara, neredeyse Batılı gazeteci ve diplomatlarla sabah akşam görüşür hâle gelmiş ve ajanslara da çokça açıklamalarda bulunmaya başlamıştır. Bu durum ise yeni yönetimin zor durumda kalmasına, kabul edilmesi zor yeni adımlar atmasına neden olmuştur. Tüm bunlar, Suriye’nin yeni yönetiminin elini kolunu bağlamıştır. Dolayısıyla yeni yönetim, bu ilişkiler çerçevesinde adım atmaya ve onlara göre yönetimi şekillendirmeye başlamıştır. Bu, doğru mudur? Elbette ki doğru değildir.
Batılılar tarafından yapılan yumuşak açıklamalara ve Suud’da Trump’la Şara’nın görüşmesine rağmen siyonist İsrail, gün geçmiyor ki Suriye’ye saldırmasın. Suriye’nin en stratejik yerlerini; Millî Savunma Bakanlığını, Şara’nın sarayını, istihbarat binasını vurması, “Tavşana, kaç; tazıya, tut.” mu deniyor sorusunu akla getirmektedir. Siyonist İsrail’in, Suveyda’da Dürzilerin, kuzey ve doğuda PKK/PYD/SDG’nin saldırılarına ve açıklamalarına karşı Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, “Kim barış istiyorsa Ahmet Şara hazırdır, kim savaş istiyorsa Ebu Muhammed El-Culani hazırdır.” açıklaması da bir şeye yaramamıştır. Çünkü siyonist İsrail, Şam’ın 15-20 km yakınındaki yerleri işgal etmiş ve yeni Suriye rejimine güneyde asker bulundurmamasını isteme cüretini bile göstermiştir. Siyonist İsrail; Dürzileri, PKK/PYD/SDG’yi ve Nusayri rejiminin kalıntılarını kullanarak Suriye’ye neredeyse her gün saldırmaktadır. Bu saldırılardan ve siyonist İsrail’in azınlıkları desteklemesinden dolayı Suriye, yönetilemez hâle getirilmiştir. Haklı olarak “Şara yönetimi, Suriye’nin neresine egemendir?” sorusu akla gelmektedir. Çünkü Suriye’nin kuzey ve doğusu ile güneyi (Suveyda, Kuneytra, Dera ve Golan Tepeleri) sanki siyonist İsrail’in güdümündedir. Bu olup bitenler, ABD’nin bilgisi haricinde mi? Buna inananlar, ABD’nin çok yüzlülüğünü ya da yüzsüzlüğünü bilmiyorlar, demektir. Tom Barrack’ın açıklamaları, sadece zaman kazanmaya dönüktür. Tom Barrack da Trump da Netanyahu da aynı amacı gerçekleştirmeye yönelik çalışmalar yapmaktadırlar. Bu, asla unutulmamalıdır. Barrack’ın açıklamalarına da kendisine de asla güvenilmemelidir. Barrack, Suriye’de ve Türkiye’de ABD’nin havuç politikasını uygulamaktadır.
Amerika’nın, Suriye ile ilgili yaptırımları hafifletmesi, Şara’nın başına koyduğu 10 milyon dolar ödülü de kaldırması önemlidir. Ama unutulmasın ki ABD’nin bu adımları atması, Suriye’nin ve Şara’nın yararına gözükse de asla böyle değildir. Çünkü ABD, bu adımları asla karşılıksız atmamıştır.
Siyonist İsrail’in anladığı tek şey, güçtür. Bu, yeni Suriye yönetimi tarafından gösterilmeden siyonist katillerin saldırıları asla durmayacaktır. Suriye’de muhalifler, Nusayri rejimine karşı 14 yıl savaşmışlardır. Üstelik Esad rejiminin arkasında Rusya, İran ve ABD olduğu hâlde bu mücadele verilmiştir. Böylesi bir mücadele tekrar göze alınmazsa Suriye’nin 4’e, 5’e bölünmesi kaçınılmaz olacaktır.
Siyonist İsrail’e, PKK/PYD’ye ve azgınlaşan Dürzilerle Nusayrilere güç gösterilmezse Suriye’ye ve dökülen kanlara yazık olacaktır. Şu denebilir, “Suriye’nin ne gücü var ki?” O zaman Suriye parçalanır. Aslında bu keferelere güç gösterildiği zaman olacaklarla şimdi olanlar arasında çok fark olmayacaktır. Suriye’de 14 yıl savaşmış mücahitler, hâlâ Suriye’deler. Bunların verecekleri savaş, sıradan bir mücadele de olmayacaktır.
Ali KAÇAR

GRUBA KATIL