Bir zamanlar, sosyal medya ve bu denli hızlı dijitalleşmenin doğuracağı mahremiyet ihlalleri İslami camiada oldukça tartışılmış (hala da tartışılmakta) ve bu yöndeki çekinceler karşısında kimi çevreler de Müslümanları teknolojinin gerisinde kalıp, dünyadaki gelişmeleri sadece eleştirip durmakla itham etmişlerdi. Ancak zaman, bu yönde temkinli davranan Müslümanları haklı çıkardı ki bugün sekülerliğiyle ün yapmış zevat bile “yahu şu sosyal medyada bu kadar da her şeyimizi ortaya dökmesek mi?” demeye başladılar. Tabi üzülerek söylüyorum ki, şeytani plan sahiplerinin dünyayı görmek istedikleri asıl noktanın yanında, bugünümüz çok masum kalır. Şu an her köşesi kameralarla donatılmış akıllı(?) şehirlerden, vatandaşlık puanından, insanların deri altına yerleştirilecek çiplerle anlık olarak tüm anatomik değişimlerinin izlendiği, yönetildiği/yönlendirildiği yarı insan yarı makine varlıklardan bahsediliyor. Ve pandemi ise bu gelecekte zombileştirmeye çalıştıkları insanlığı hem psikolojik hem de fiziki olarak hazırlamanın bir zemini oldu. Daha önce etik ve ahlaki açıdan herkesin karşı çıktığı bazı sapkınlıklara, artık bilim uğruna göz yumulmaya başlandı. Yakında insan klonlama çalışmaları daha yüksek sesle dillendirilmeye başlayacaktır, hazır olun. Bu, modern insanlığın resmen ilahlık iddiasını ilan etmesidir ve artık burada Rabbimizin toptan helakı da yakındır: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?” (Araf, 155).
Bundan 15-20 sene önce bu günlerden bahsetseniz, size mutlaka ya psikologa görünmeniz ya da bilim kurgu filmlerini izlemeniz, komplo teorilerini bırakmanız tavsiye edilecekti. Ancak o günlerde “yok artık!” diyeceğimiz birçok çılgınlığa bugün şahitlik ediyoruz. Sosyal medya denilen adı konmamış küresel bir devlet var şu anda. Orta ölçekte devletlerle yarışacak cinsten bütçeleri, dilediğini ipe götüren, dilediğini ipten alan bir yargısı, gizli açık her şeyini paylaşan sadık bir kitlesiyle devletler üstü bir yapı var ortada. Aslında bir zamanlar sürekli dillendirilen; “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak” tekerlemesi de sanki bu günleri ve yarınları anlatıyor gibi, ne dersiniz? Kendilerini dünyanın sahibi ilan eden modern firavunların inşa etmek istedikleri dünyada, tek din, o da şeytanın dini geçerlidir; tek toplum yani cinsiyetsiz ve şahsiyetsiz köle toplum; tek dil o da sadece kin ve nefretin dili konuşulacak demektir. Tabii ki de bu hayallerini gerçekleştiremeyecekler, tabii ki de helak olup gidecekler ataları Firavun, Nemrut vs. gibi. Eğer biz, Allah’ın dinine sarılırsak Allah, bizim ellerimizle onları helak edecektir, yok eğer biz sırtımızı döner ve dünyanın süsüne aldananlardan olursak Allah bizim yerimize; iman eden, salih amel işleyen, Allah yolunda infak eden, cihad eden başka bir topluluk getirmeye elbette kadirdir. Çünkü Allah’ın vaadi Hak’tır ve O, nurunu tamamlayacaktır.
Tüm bunlar olup biterken Müslümanlar olarak sosyal medya furyasına kapılmış etkisiz ve edilgen halimiz neticesinde zihinlerimiz öyle manipüle edilmekte ki Hak bildiğimizi bize, batıl olarak kabul ettirebilmekteler. Artık dijitalleşme, hayatımızın her anına yerleşmeye başlamışken, 7’den 77’ye herkes, sosyal medya denilen mecrada kendisine sanal bir hayat belirlemişken, görünürlük ve etkileşim alma sevdasına insanlar kılıktan kılığa giriyorken, zalimler bu kadar içimize kadar girmişken, Hakkın müdafaası da azami gayret gerektirmekte.
“Eğer dikkat etmezseniz medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur.” demiş Şehid Hacı Malik el-Şahbaz (Malcolm X). Ne de güzel söylemiş. Evet, bugün asırlar boyunca birlikte yaşamış topluluklar, dünyanın her yerinde medya eliyle birbirine düşürülmekte ve kandan, çatışmadan beslenen bu şeytanlar, servetlerini katlamakta. Yakın zamanda Afganistan örneğinde olduğu gibi sanki on yıllardır emperyalistler o coğrafyada özellikle kaosu beslememişler gibi. Sanki onlar değildi birazcık olsun huzuru bu topraklara çok gören, sürekli savaş ve sömürüyle insanları canından bezdiren. Bir de utanmadan yakıp yok ettikleri, binlerce insanını katlettikleri ülkeden arkalarına bile bakmadan kaçarken kendilerine kölelik edenleri nasıl da uçakların tekerleri arasında parçaladıklarından keyifle bahsediyorlar. Tüm bu rezilliklerine rağmen yine de dünyanın büyük bir kısmı o toprakların öz evladı olan Tâlibân’ı “zalim”, daha kaç masumu katlettikleri net olarak belirlenemeyen emperyalistleri “koruyucu melek” olarak tanıyor.
Şeytanlaşmış medyanın bu denli güçlü olduğu bir ortamda eminim birçoğumuz evladımızdan endişeliyiz, kendimizden endişeliyiz. Gerek yazılı/görsel basınla, gerek sosyal medya ile kurdukları bu dezenformasyon emperyalizmi ile insanları her yönüyle şeytani propagandaya açık ve tüm mahremiyetine ulaşılabilir kılan bu teknik çılgınlık karşısında selin önündeki çer çöp gibiyiz adeta.
Peki, ne yapmalı? Bu sorunun hekim reçetesi gibi şifalı bir ilacı yok elbette; ancak belli başlı temel ilkeler doğrultusunda hareket edilirse bu zehirli ok yağmurundan olabildiğince az yara alarak kurtulmamız mümkün olacaktır.
İbn Mes’ûd’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1).
Vakit: Her canlının belirli bir ömrü vardır ve ecel gelince onu ne bir an ileri ne de bir an geri almaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Ölüm, kimine genç yaşta yazılmıştır, kimine ileri yaşta, herkes kendisine verilen ömrün ne kadar olduğunu bilmeden yaşar bu dünyada. Ahirette ise herkes, dünyada yaptıklarının ve yapması gerektiği halde imkân varken yapmadıklarının hesabına çekilecektir. Ahiret Hak’tır, mizan Hak’tır, Cennet, Cehennem Hak’tır. Bir Müslüman, tüm bu gerçekler ışığında ömrünün bir anının dahi ahiretten, Allah’ın zikrinden gafil bir halde geçmesine razı olamaz, olmamalıdır.
Sosyal medya, bu anlamda müthiş bir zaman israfı barındırır içeriğinde. Beğeni almak uğruna icra edilen maymunluklardan oluşan saçma sapan videoların başında geçen, “Kim ne yapmış?” “Kim ne demiş?” “Kim nereyi gezmiş?” türünden dedikodu ve gıybetin, tecessüsün önünü açan paylaşımların peşinde geçen saatler ve boşa geçen ömürler… Tüm bunlar ve daha fazla etmenler neticesinde insana zamanını yönetme ve anını değerlendirme imkânını sunmuyor sosyal medya. Gösteriş budalası olmuş insanların tüm hal ve hareketlerindeki sahtelik o kadar eğreti geliyor ki, sırf bu bile sizi, bu ortamdan nefret ettirmeye yetiyor aslında. Mesela Allah’ın ayetlerinin insanı aciz bıraktığı o müthiş renk ahenginin olduğu bir manzara karşısında, bir de bakmışsınız insanlar o ayetleri tefekkür etmek, temaşa etmek yerine fotoğraf çekip “sosyal medyada bir an önce paylaşayım” telaşına düşmüşler. İnsanların tüm bu yüce dertlerine, davalarına bakar mısınız? Onun için insanların kafalarını öncelikle o telefonlardan kaldırması gerekmektedir.
Mahremiyet: Mahremiyet, fıtrattan gelen bir duygudur ki insanlar hayâ ve edep hasletlerini yitirdikçe mahremiyetlerini de umursamamaya başlarlar. Bu hasletler, bırakın çocuk dünyaya gelir gelmez tüm hallerinin sosyal medyada ortalara serilmesini, ebeveyn tarafından korunmalı ve hassasiyetle üzerinde durulmalıdır ki özellikle İblis’in ilk fitnelerinden biri olan “teşhircilik”, “çıplaklık” gibi bombardımanları karşısında yara almasın. Rabbimiz, bunu, bize Araf suresi 19-22. ayetlerde mealen şöyle bildiriyor:
“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz, size bu ağacı, ancak melek olmayasınız ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız, diye yasakladı.’ ‘Şüphesiz ben, size öğüt verenlerdenim’ diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan, size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye seslendi.” Şeytanın bu fitnesi, bu oyunu hala devam etmekte ve maalesef bazılarında da başarılı olmaktadır. Bu ayetlerin devamında gelen ayetlerde ise; “Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık: Takva elbisesi… İşte o, daha hayırlıdır. Bunlar, Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi)” (Araf, 26) şeklinde buyurarak bedenimizi örten elbiselerin yanında asıl bizleri şeytanın hilelerinden koruyacak olan zırhın, “takva elbisesi” olduğunu da vurgulamaktadır. Takva, her nerede olursanız olun Allah’ın sizi gördüğü bilinciyle hareket etme halidir. Sosyal medya görünüş itibariyle sanal bir mecra gibidir; ancak karşıdaki muhatap tabii ki de insandır. Namahremdir. Tabii ki orada da Allah sizi görüyor ve amelleriniz kaydediliyor. O yüzden takva elbisesi, en önemli zırhımızdır, sosyal medyada dahi.
Bu minvalde bizim; eşimiz, çocuklarımız evdeki halimiz, yabancılara mahremdir. Eşimizle olan yakınlığımız başkalarına mahremdir. Tüm büyük günahlar, ona bir adım dahi olsa yaklaşmakla başlar. O yüzden Allah, günahlara, haramlara “yaklaşmayın” diye emreder. Dolayısıyla sosyal medyayı da bu noktada haram ve günahlara yaklaştırabilecek, insanın kendisini yalnız hissedebileceği şartları sağlamış gibi görünen şeytanın bir tuzağı olarak değerlendirilmeli ve takva zırhımıza zarar verdirmemeliyiz.
İnsan: İnsan, yaratılış itibariyle etrafıyla, çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklarla mecburen bir irtibat halinde yaşar. Rabbimiz de iman edenlerden kendisini izole edip dış dünya ile irtibatını koparmasını asla istememektedir. Bilakis başkalarıyla tanış olmayı, onlara iyiliği emredip fenalıktan men etmeyi emreder. Nitekim Allah Resulü’nün tebliğ hayatına da baktığımızda kendisine en fazla karşı çıkan azılı müşriklere bile sayısız defa “Tevhid”i telkin ettiğini, davetini en ücra noktalara bile ulaştırmak için elçiler görevlendirdiğini, seferler düzenlediğini, ziyarete gelen kafilelerle tek tek ilgilendiğini görürüz. Konuşurken, muhatabının yüzüne bakarak konuştuğunu ve tüm vücuduyla ona yönelerek karşısındakine olan saygısını ve insana verdiği değeri hadis kitaplarından okuruz. Allah Resulü’nün, Peygamberlik hayatı boyunca kaç kişiyle yüz yüze görüşme imkânı olduğu hiç araştırılmış mıdır, bilmem ama o dönemde, o coğrafyada yaşayan ortalama bir insanın çok üzerinde kişiyle muhatap olduğunu tahmin etmek, hiç de zor değildir herhalde. Çünkü daha fazla insana bu daveti ulaştırma çabasının, daha fazla insanın cehennem çukurundan kurtulması için olağanüstü gayretinin neticesinde Rabbimizden: “Şimdi onlar, bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzülerek kendini helâk mi edeceksin?” (Kehf, 6) şeklinde ilahi bir ikaz geldiğini biliyoruz. Buradan, Allah Resulü’nün, gece gündüz insanların içerisinde, onları Kur’an’a davet etmek için kendisini neredeyse helak edecek kadar gayret gösterdiğini anlayabiliriz. Bugün, mesela sosyal medya üzerinden âlimlerimizin sohbet videolarından istifade ediyor insanlar belki ama bu, bizi atalete, tembelliğe sevk eder ve bizi birebir, yüz yüze insanlarla muhatap olmaktan alıkoyarsa orada sıkıntı başlar, demektir.
Bir diğer mevzu da “insan bahsi”nin başında belirttiğimiz gibi, insanın etrafıyla irtibat kurması, muhatap alınması, ilgilenilmesi, aranıp sorulması, fıtri bir ihtiyacıdır aslında. Dijital çağın en büyük hastalığı da insanları yalnızlığa sürüklemesidir. Bu yalnızlıklarını da maalesef içine dünyayı sığdırdıklarını iddia ettikleri, akılsızlara göre tasarlanmış sözüm ona “akıllı” telefonlarla tatmin etmeye çalışmaktalar. Orada kendilerine sanal bir dünya, sanal arkadaşlıklar, sanal zevklerle bezenmiş yapay alanlar oluşturuyorlar. Orada merhameti tatmıyorlar hiç, orada gerçekten değer görmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Rabbimiz, Kur’an’da, sık sık bizlere etrafımıza bakmamızı, orada sayısız ayetiyle karşılaşacağımızı söylemesinin karşısında insanlar; bırakın etrafına bakmayı, yürürken önüne çukur çıksa içine düşecek ve çukurda bile telefondan başını kaldıramayacak şekilde hayattan kopuk yaşamaktalar. Kur’an’da sarhoşluk veren şeyler yasaklanmıştır; peki, bu denli insanı hayattan koparan, bu denli bağımlılık yapan dijital çılgınlığa ne diyebiliriz? Velhasıl sosyal medya meselesinin artık şu noktayı aştığını düşünüyorum: “Canım, biz oralarda olmazsak insanlar yanlış kişilerin propagandalarına maruz kalıyor”, “sosyal medyada olmazsak insanlara nasıl ulaşacağız? Vs.” Sosyal medya artık bir bataklık olmuş durumda ve bu bataklık kimseyi ayırmadan yutmaya başlamıştır: “Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma” (En’am, 68).
Sosyal medyada; alenen, fütursuzca, azgınca Allah’ın ayetleriyle alay edilmekte, Müslümanlar tahkir edilmekte ve Allah’ın ayetlerini dile getirenler ahlaksızca, küfür edilerek manevi linçe uğratılmaktalar. Böylesine azgın insanların olduğu bir yerde sizin sesiniz, ne yaparsanız yapın cılız kalacak ve bir tesiri olmayacaktır. Bugün, psikologlar bile depresyona girmiş insanlara ilk olarak sosyal medya hesabını kapatmasını ve kendisini dağa, kıra atmasını tavsiye etmekteler. Açıkçası vakit bahsinde belirttiğimiz gibi burası, artık zaman ve enerji israfıdır. Yol, yöntem, metot hala Resullerin, Nebilerin metodudur. Sosyal medya, bu metodun içerisinde kayda değer bir yer tutmamalıdır, buraya dair herhangi büyük umutlar beslenmemelidir kanaatimce. Biz, yine insanlarla birebir, yüz yüze irtibat kurmalıyız, onların yüreklerine dokunmalıyız, onların gözlerinin içine bakarak Rabbimizin ayetlerini hatırlatmalıyız vesselam. Tüm Müslümanlar için rahmet ve merhamet duasıyla…
Furkan KESER