Mehmed Zahid Aydar
İslâm toprakları bir asır önce Batılı güçler tarafından işgal edildi. Daha sonra da Müslüman halkların arasına mösyöler tarafından cetvellerle yapay sınırlar çizildi. Tarihi, coğrafi ve sosyolojik açıdan hiçbir gerçekliği olmadığı halde bir zamanlar Ümmet Coğrafyası’nda yaşayan insanlar ulus devletlere bölündüler. Yapay kimliklerle mahkûm edildiler. Emperyalistler eliyle her ulus için bir taraftan sahte kahramanlar üretilirken, diğer taraftan da tamamen kurgu olan inkılâp tarihleri yazıldı. Özellikle tarihin bu şekilde kurgulanmasının amacı cetvellerle çizilen sınırların zihinlere de yerleşmesinin istenmesiydi. Her şey bir projeydi ve bu projeler sayesinde bir zamanlar sadece Müslüman olmakla övünen insanlara kavimleriyle övünmeyi öğrettiler. Coğrafyamız birden Türklüğüyle, Kürtlüğüyle, Araplığıyla övünen insanlarla doldu. Yapılmak istenilen, İstanbul’un ellerini Şam-ı Şerif’ten, Kudüs’ün ellerini İsfahan’dan, Saraybosna’nın ellerini Prizren’den, Tanca’nın ellerini Trablusgarp’dan ayırmaktı. Batılı emperyalistler İslâm dünyasını terk ederken arkalarında da yerli dostlarını bıraktılar. İslâm toprakları yıllarca bu diktatörler eliyle esir alındı. Müslümanların tarihi, kültürü, değerleri aşağılandı, hakir görüldü. Topraklarımızdaki zenginliklerimiz yağmalandı, sömürüldü. Ümmet-i Muhammed’in kutsalları çiğnendi, özgürlüklerine prangalar vuruldu.”(Önsöz)
“Ümmet Coğrafyası kitabı, farklı ülkelere yapılan seyahatler esnasında gerçekleştirilen birbirinden önemli görüşmelerin bir araya getirilmesiyle oluştu. Kitapta İslâm coğrafyasında neler olup bittiği, Müslümanların neler yaşadıkları, tecrübeleri, hangi imkân ve zaaflara sahip oldukları, Müslüman toplulukların umutları, beklentileri, gelecek perspektifleri, Türkiye’ye nasıl baktıkları konu ediliyor. Kitap bu yönüyle ümmetten haberler getiren bir çalışma özelliği taşıyor. Kitabın hedeflerinden bir diğeri de Arap isyanlarıyla başlayan süreçle ilgili okuyucuya bizzat kaynağından, bu sürecin önemli aktörlerinden doğru bilgiler aktarmak, İslâm dünyasının (bugünlere) nerelerden geldiğini, hangi acıları çektiğini, hangi bedelleri ödediğini hatırlatarak içinden geçtiğimiz günlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak.” (arka kapak)
Kitaptaki ilk röportaj Ebu Garip cezaevinde çekilen fotoğrafı (başına çuval geçirilmiş, bir kutunun üzerinde eller yana açık ve elektrik kabloları ellerine bağlı) işkencenin sembolü haline gelmiş olan Hacı Ali Kaysi ile gerçekleştirilmiş. (Sh:15-21, Mart 2006)
Hacı Ali Kaysi:“. İşgalden önce Şiilerle Sünniler arasında herhangi bir ayrışma yoktu. Şiiler Sünnilerden, Sünniler Şiilerden kız alıp veriyorlar, birbirimize her konuda yardımcı oluyorduk. Hepimiz Şii veya Sünni değil; Iraklı ve Müslüman’dık. Fakat ABD uyguladığı sinsi politikalarla Şiileri Sünni düşmanı, Sünnileri de Şii düşmanı yaptı.”
Gazze’de Şeyh Ahmet Yasin’den sonra Hamas’ın başına geçen Dr. Abdülaziz Rantisi, 17Nisan 2004’de İsrail savaş uçaklarından atılan bombalar sonucu şehit düştü. Dr. Rantisi’nin oğlu Ahmet Rantisi ile Suriye’nin başkenti Şam’da bir röportaj gerçekleştirdik.(Sh:23-35, Nisan 2010)
Ahmet Rantisi:“Şehit babam Dr. Rantisi toplam on seneden fazla cezaevinde kaldı. Aslında babamın cezaevi hayatı daha da uzayacaktı. Fakat Gazzeliler bunu engellediler. Filistin özerk yönetimine bağlı askerler babamı tekrar tutuklamak için eve geldiler. Arafat’a bağlı iki yüzden fazla asker evimizin etrafını sardı ve babamın dışarı çıkmasını istediler. Babam askerlere, ‘Asla evden çıkıp size teslim olmayacağım. Bu evden ancak tabutum çıkar’ dedi. Askerler evimizin kapısını kırmak için hamlede bulundukları an Gazze’deki mescidlerden tekbirler eşliğinde, ‘Dr. Rantisi’nin evi askerler tarafından sarıldı. Ey Müslümanlar, kardeşiniz Rantisi’yi koruyun’ şeklinde çağrılar yapılmaya başlandı, Binlerce Gazzeli evimize girmeye çalışan askerlerin etrafında toplandı. Arafat’a bağlı askerler kısa bir zaman sonra daha da kalabalık bir şekilde geri döndüler. Fakat babamı seven Gazzelilerin dik ve kararlı duruşları nedeniyle askerler evimize yaklaşmaya cesaret edemedi. O gün binlerce insan sabah namazına kadar babamı korumak için evimizin önünden ayrılmadı. Babamın tutuklanmasını engellemek için oluşturulan kalabalığın en önünde yoksul Gazzeliler vardı. Babam bu yoksul insanlara yıllarca sevgi ve nezaketle yaklaşmış, onların yardımına koşmuştu.”
Tayland’ın güneyindeki Malezya sınırında 2 milyondan fazla Müslüman’ın yaşadığı bir ülke Patani. İngiltere’nin işgal altında tuttuğu Patani topraklarından 1902’de çekilirken ülkeyi Tayland yönetimine devretmesiyle, tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Güneydoğu Asya’da da cetvellerle sınırlar çizmesiyle başladı Patani halkının sıkıntılı günleri… O günlerden bugüne kadar da Patanililere yönelik zulüm aralıksız devam ediyor. PNYS isimli öğrenci grubuna başkanlık eden Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Atıf ve arkadaşları ile görüştük.(Sh:38-45, Kasım 2009)
Yazar Habbap Çetin Akdeniz’in yaşadıkları İslâm dünyasında yaşanan işkenceleri, Ebu Garipleri, Guantanamoları bir kez daha tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Kaleme alacağı yeni kitabı hakkında araştırma yapmak için Pakistan’a gider. Bir yanlışlık sonucu gözaltına alınan ve her günü çile dolu 6 ayı Pakistan zindanlarında geçiren Akdeniz’in anlattıkları öyle çarpıcı, öyle ilginç ki… Habbap Çetin Akdeniz, Türkiye’den, Yemen’den, Mali’den ve daha birçok ülkeden gelen insanların inanılmaz hikâyelerini ‘Guantanamo Pakistan’ adıyla 2012 yılında kitaplaştırmış. (Sh:48-58, Ekim 2009)
Filipinlerin güneyindeki Mindanao ve Mora adalarının çevresinde büyük bir nüfuza sahip olan Müslümanlar, 1970’ten beri Filipinler yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi veriyorlar. İlk defa Selamet Haşimi tarafından kurulan İslâmi Cephe’nin liderliğini bugün ise Hacı Murat İbrahim yürütüyor. Morolu Müslümanlar tarafından bilge bir lider olarak görülen Hacı Murat İbrahim, ilk eğitimini babasından almış. Adada direniş başlayınca üniversiteyi son sınıfta bırakıp Müslüman direnişçilere katılmış. 22 yaşından beri dağlarda yaşadığını söyleyen İslâmi Cephe’nin lideri; katıldığı operasyonlar esnasında birçok kez de yaralanmış. Hacı Murat İbrahim ile Mindanao Adası’ndaki Hz. Ebubekir Sıddık Kampı’nda görüştük. Silahların gölgesinde gerçekleşen görüşmede ilerlemiş yaşına rağmen heyecanından, mücadele azminden hiçbir şey kaybetmemiş büyük bir mücahitle bir arada olmanın zevk ve mutluluğunu yaşadık. (Sh:60-67, Ocak 2013)
Bu kadar yoğun bir şekilde örgütlenmeyi nasıl başardınız?
Hacı Murat İbrahim :“Moro İslâmi Kurtuluş Cephesi kurulduktan sonra halkın her kesimini kapsayacak bir çalışma başlattık. Dağlarda, şehirlerde, askeri kamplarda medreseler açtık. Bu medreselerde gençlere İslâm’ı, tarihimizi ve cihadı anlattık. Önce 200 bine yakın genç bu medreselerde eğitimden geçti. Adada gençler arasında yeni bir İslâmi uyanış başladı.”
Abdulhakim Belhac ismi hem Libya devrimini yakından takip edenler, hem de dünyadaki cihad hareketlerini tanıyanlar açısından hiç de yabancı bir isim değil. Hayatının büyük bir kısmını Afganistan ve Libya dağlarında savaşarak geçiren Belhac 2010 yılında Cezaevinden çıkınca gizlice örgütünü tekrar toparladı ve 17 Şubat devrimi başlar başlamaz da adamlarıyla birlikte Kaddafi’ye karşı silaha sarıldı. Daha sonra Trablus Askeri Konseyi’nin başına geçti. Trablus’un Kaddafi güçlerinden alınmasında büyük rol oynadı. Bugün Libyalılar tarafından devrimin kahramanlarından biri olarak kabul edilen Belhac, devrimden sonra Hizbul Vatan Partisi’ni kurarak siyasete girdi. El Kaide’nin kurucusu Usame bin Laden’le yakın arkadaş olduğunu ve başta Suriye olmak üzere dünyadaki direniş gruplarına askeri destek verdiğini saklamayan Belhac’la Libya’nın başkenti Trablus’da bir araya geldik. Belhac bir hayli uzun süren sohbetimiz esnasında başta Libya devrimi, NATO’nun yardımı ve El Kaide olmak üzere birçok konuda önemli açıklamalarda bulundu. (Sh:70-82, Nisan 2013)
Abdulhakim Belhac: “Bazı dönemler İslâmi grupların araçları, yöntemleri amaç haline geliyor ve İslâmi usul ve mücadele tarzından sapmalar başlıyor. Biz de cezaevinde bulunduğumuz dönemlerde Libya İslâmi Savaşçılar grubu olarak İslâm dünyasının kabul ettiği Ehli Sünnet âlimlerinden yardım istedik. Selman Avde, Yusuf el Kardavi gibi âlimlere sizler bizim âlimlerimizsiniz. Fikirlerimizde, mücadele tarzımızda herhangi bir yanlış, sapma varsa düzeltin. Bize nasihatte bulunun dedik. Onlar da bu çağrımıza kulak verdiler ve yaptığımız bazı yanlışlar konusunda bize tavsiyelerde bulundular. Bu tavsiyeleri göz önünde bulundurarak bazı noktalarda görüşlerimizi düzelttik ve bunun büyük faydasını gördük. Bence El Kaide de acilen usul ve cihad metodunu âlimlere sunmalı ve onların tavsiyelerine uymalıdır.”
Doksanlı yıllarda İslâm dünyasının en çok gündeminde olan ülkelerden biri de Cezayir’di. Abbas Medeni ve Ali Belhac liderliğindeki İslâmi Selamet Cephesi’nin girdiği seçimlerde yüzde seksenin üzerinde oy alması Cezayir’de ve İslâm dünyasının farklı coğrafyalarında büyük bir sevince neden olmuştu. Fakat bu sevinç kısa sürdü. Fransa destekli Cezayir ordusu İslâmcıların iktidara gelmesini engellemek için askeri bir darbe yaptı. Bu darbe sonuncunda da binlerce FİS mensubu cezaevlerine, toplama kamplarına gönderildi.
Toplumsal Barış Partisi’nin Lideri Ebu Cerrah Sultani ile bir araya gelme imkânı bulunca Sultani’ye özellikle de doksanlı yıllarda yaşanan İslâmi Selamet Cephesi tecrübesini ve Cezayir İslâmi Hareketi’nin bugün dünyaya nasıl baktığını anlamaya çalıştım. Düşünce olarak İhvan-ı Müslimin’e yakın bir isim olan Sultani ile yaptığımız sohbetin sonunda ortaya üzerinde kafa yorulması gereken bir röportaj çıktı.” (Sh:84-90, Ekim 2010)
“Direniş hakkında uzaktan yapılan spekülasyonların artık bir son bulması için Ahraruş Şam’ın komutanlarından Ebu Mahmud’la bir röportai gerçekleştirdik. Suriye direnişi hakkında sorduğumuz sorulara kısa ve net cevaplar veren Ebu Mahmud, haklarında basında çıkan haberlerin birçoğunun doğru olmadığını ifade etti. Kendileriyle ilgili gerçekleri öğrenmek isteyen herkesle konuşmaya hazır olduklarının da altını çizdi.” (Sh.92-100, Ocak 2013)
Devrim süreci başladığında sokaklarda gösteriler yapıyordunuz. Fakat daha sonra silahlı mücadeleye başladınız. Niçin silahlara sarıldınız?
Ebu Mahmud :“Barışçıl gösteriler 7-8 ay boyunca sürmesine rağmen yönetim ilk günden itibaren halka karşı güç kullandı. Göz yaşartıcı bombalarla, silahlarla göstericilere saldırdılar. Devrimin başladığı ilk günden itibaren göstericiler öldürülmeye başlandı. Yönetim halka karşı saldırılarını hergeçen gün daha da şiddetlendirdi. Suriye halkı silaha sarılmamak için uzun süre bekledi. Fakat halk gördüğü şiddet nedeniyle yönetime karşı kendini korumak için silah kullanmak zorunda kaldı. Başka çaremiz de yoktu.”
“Hamas’ın elde ettiği başarının sırrı anlaşılmak isteniyorsa her şeyden önce hareketin kurucusu olan Şeyh Ahmet Yasin’in anlaşılması, onun daha yakından tanınması gerekiyor. Biz de Şeyh’i daha yakından tanımak için oğlu Abdülhamid Yasin’le Şeyh’in Gazze’deki mütevazı evinde bir röportaj gerçekleştirdik.” (Sh:102-110, Şubat 2009)
Bize Şeyh Ahmet Yasin’in hareket metodunu anlatır mısınız?
Abdülhamid Yasin: “Şeyh, İhvan’ın kurucusu olan Hasan el Benna’yı çok iyi anlamıştı. Önce Filistin’de bir İslâm cemaati oluşturmaya çalıştı. Bu cemaatin toplumun bütün kesimlerini kapsayan bir cemaat olmasına özen gösterdi. Bu nedenle mescidlerde kadınlara, gençlere ve çocuklara dersler verdi. Babam kadınların eğitimine de büyük önem veriyordu. Kadınların cahil bırakılmasına şiddetle karşı çıkıyordu ve onların İslâmi hareket içindeki etkilerinin artması gerektiğini savunuyordu. Şeyh ayrıca İslâmi davetin merkezinin mescidler olması gerektiğini savunuyordu. Mescidde bir kişi bile olsa ona saatlerce İslâm’ı, İslâmi hareketi anlatırdı. Yıllar süren çalışmaların sonucunda Filistin’de bir İslâmi cemaat meydana geldi ve bu cemaat Filistin halkı tarafından benimsendi. Daha sonra ikinci safhaya geçildi ve Siyonist işgale karşı mücadele vermek için İzzettin Kassam Birlikleri oluşturuldu. Şeyhin mücadele metodunun özeti önce davet daha sonra ise cihaddan oluşmaktadır.”
“Osmanlı’nın bölgeden çekilmesiyle birlikte sıkıntılı günler yaşamaya başlayan Balkan Müslümanları yaklaşık yüzyıldır İslâmi kimlikleriyle var olabilmek için mücadele ediyorlar.
Bosna’da, Kosova’da, Sancak’da, Arnavutluk ve Makedonya’da büyük bir özveriyle sürdürülen bu mücadelenin günümüzdeki en önemli isimlerinden biri de Balkan Müslümanlarının ‘Hoca’ diye hitap ettikleri Adnan İsmaili… Üniversite yıllarında ünlü Üsküplü âlim merhum Hafız İdris İbrahim Hocaefendi’den dersler alan İsmaili, daha sonra Arapçasını geliştirmek için Suud’un başkenti Riyad’a gitti. Şu an Kalkandelen Üniversitesi’nde bölüm başkanı olan Adnan İsmaili’nin gerek düşünceleri, gerekse de öncülük ettiği ilmi, kültürel ve siyasi faaliyetler Makedonya’da yeni bir neslin doğmasına yol açıyor. Adnan İsmaili ile Osmanlı zamanında telgrafhane olarak kullanılan, daha sonra ise Balkan Üniversitesi’ne dönüştürülen Üsküp’deki tarihi binada zevkli bir sohbet gerçekleştirdik.” (Sh:112-122, Mart 2013)
Eserleri kırka yakın ülkede yayınlanan ve fikirlerine katılanların olduğu gibi karşı çıkanların da olduğu Ali Şeriati’yi daha yakından tanımak için eşi Puran Şeriati’yi İran’ın başkenti Tahran’daki evinde ziyaret ettik. Kendisi de bir akademisyen olan Puran Hanımla hem İran, hem de Ali Şeriati üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik.” (Sh:124-131, Şubat 2008)
Güneydoğu Asya’yı, özellikle de Malezya’yı Türkiye’de en iyi bilen isimlerden biri olan Doç. Dr. Serdar Demirel, Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilere Kur’an, Sünnet ve İslâmi dünya görüşü üzerine dersler veriyor. Biz de Serdar Hoca ile Malezya Müslümanlarını, Malezya İslâmi hareketini ve Güneydoğu Asya Müslümanlarıyla Osmanlı arasındaki ilişkileri konuştuk.” (Sh:134-142, Eylül 2009)
Dr. Serdar Demirel: “Malay halkı daha önce 450 seneye yakın bir zaman İngilizlerin sömürgesi altında yaşadı. Nesillerde işgali içselleştirme psikolojisi vardır. Malezya gençliği de İngilizleri çok seviyor ve İngilizlere karşı büyük bir hayranlık duygusu taşıyor…
Malezyalılar mahkemelerde kendi istedikleri hukuk sistemine göre de yargılanabiliyorlar. Mahkemelerde başta Müslümanlar olmak üzere Malezyalıların büyük bir Çoğunluğu İngiliz hukuk sistemini tercih ediyor.”
“Tunus’daki diktatörlüğün yıkılmasının ardından ülkedeki en etkili siyasi hareket haline gelen Nahda’nın lideri Raşid el-Gannuşi 1993 yılında Tunus’u terk etmek zorunda kaldı. Gannuşi yirmi üç yıl süren sürgün hayatını genellikle Sudan ve İngiltere’de geçirdi. Yıllarca Tunus’un diktatör yöneticilerine karşı mücadele ettikten sonra ülkesine zaferle dönen Gannuşi’nin sorularımıza verdiği cevaplar aslında devrimlerden sonra bölgede oluşan yeni konsepti de özetliyor…”( Sh:144-151, Ocak 2012)
Sizinle yapılan röportajlarda İran modelinin değil; Türkiye modelinin size daha yakın olduğunu ifade ediyorsunuz. Niçin Türkiye modeli?
2008 yılında İsrail’in Dökme Kurşun operasyonu adı altında Gazze’ye yönelik düzenlediği saldırılarda 313’ü çocuk, 116’sı kadın olmak üzere toplam 1417 Filistinli hayatını kaybetmişti.
Denizden, havadan ve karadan Gazze’yi kuşatan İsrail ordusu beklemediği sertlikte bir direnişle karşılaşmış, direnişçilerin kararlı mücadeleleri sayesinde ise geri çekilmek zorunda kalmıştı. Öte yandan 22 gün süren savaşta özellikle iki isim ön plana çıkmış, adeta savaşın sembolü haline gelmişlerdi. Bu isimlerden birisi Hamas Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Said Siyam, diğeri de Prof. Dr. Nizar Reyyan’dı. Nizar Reyyan’ın oğlu Bilal Reyyan babasını, şehit anne ve kardeşlerini anlatırken zaman zaman gözyaşlarını tutamadı. 11çocuğu ve 4 eşiyle birlikte İsrail bombardımanı sonucu şehit düşen Nizar Reyyan, Hadis konusunda Filistin’deki en büyük otorite olarak kabul ediliyor, şehadetinden önce de Gazze İslâm Üniversitesi’nde dersler veriyordu. Nizar Reyyan’ın oğlu Bilal Reyyan’dan Suriye’nin başkenti Şam’a yaptığı bir ziyaret esnasında babasını dinleme imkânı bulduk.” (Sh:154-161, Ağustos 2009)
Bilal Reyyan: “Yaklaşık bir sene önce İsrail ordusu evini terk etmediği takdirde bizim de yakın komşumuz olan bir Filistinlinin evini bombalama tehdidinde bulunmuştu. Bu tehdidi haber alan babam tek başına bombalanacak evin teras katına çıktı. Bunun üzerine 20 bine yakın Gazzeli babama destek olmak için komşumuzun evinin etrafında toplandı. Evin teras katı da insanlarla dolmuştu. Apaçiler evi bombalamak için gelince büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Ev bombalandığı takdirde binlerce insan bir anda ölecekti. İsrail uçakları bunu göze alamadılar ve geri çekildiler. İsrail uçaklarının babam ve arkadaşlarının cesur tavrı nedeniyle geri çekilmesi Gazze’de büyük bir sevince neden oldu. Babam İsrail’in tehditleri nedeniyle Filistinlilerin evlerini veya topraklarını terk etmelerine karşı çıkıyordu ve ölsek de topraklarımızı ve evlerimizi ikinci bir sefer asla terk etmeyeceğiz diyordu.”
Aralık 2010’da Tunuslu Muhammed Buazizi isimli gencin kendisini ateşe vermesiyle başlayan Arap uyanışı özelde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı, genelde ise İslâm dünyasını yeniden şekillendirmeye devam ediyor. Öfkeli Arap gençleri yıllardır kendilerini ezen diktatörlerin zulüm saraylarını yerle bir ederken; hürriyet, adalet ve ittihad-ı islam ideali Arap sokaklarında her geçen gün daha bir güç kazanıyor. Fakat herkesin, hepimizin merak ettiği bir konu var… Arap halkları başlarındaki diktatörleri yıkmak için ayaklanırken diktatörlüğün en katı biçimde uygulandığı Suudi Arabistan’da niçin etkili bir ayaklanma olmuyor? Bölgeyi alt üst eden bu ayaklanmalar Suud’a ne zaman sıçrayacak? İşte biz de bu soruların cevabını almak için yıllardır Suudi Arabistan’da yaşayan Türkiyeli gazeteci İsmail Yaşa’nın kapısını çaldık. Arap dünyasını, özellikle de Suud’u Türkiye’de en iyi bilen isimlerden biri olan İsmail Yaşa Medine İslâm Üniversitesi mezunu…(Sh.164-171, Şubat 2013)
İsmail Yaşa: “Diktatörlerin devrildiği ülkelerde halk iradesinin sandığa yansımasına ve İslâmcıların yükselişine engel olamayanlar, askeri darbe ve yargı müdahalesi gibi seçenekler devre dışı kalınca farklı bir yönteme yöneldiler. Bu yöntem toplumsal karmaşa çıkarmak ve halkı galeyana getirmek, yaşanan her olumsuz gelişmeden devrimin ardından gelen hükümeti sorumlu tutmak. Devrik rejimin kalıntılarının tam olarak temizlenemediği Mısır ve Tunus’ta yaşanan gelişmeler ve karşı maçı sonrası patlak veren kanlı olaylar ve Tunus’ta muhalif lider Şükrü Belıyd’in evinin önünde öldürülmesi Arap baharını kışa çevirme ve karşı devrim çabalarıyla birlikte okunmalı. Arap baharına, bölgede esen devrim rüzgârlarına karşı çok ciddi bir psikolojik savaş yürütülüyor. Suriye’de de bunu görüyoruz. Bu devrimlere karşı çıkan odaklar tıpkı sahadaki şiddetli çatışmalar gibi basın ve medya üzerinden büyük bir savaş yürütüyorlar. Dezenformasyonun, yanlış yönlendirmenin en uç örneklerini sergiliyorlar. Medya üzerinden yürütülen bu psikolojik harbin farkında olmadan bölgedeki devrim süreçlerini anlamaya çalışırsak hatalı bir okuma yapmış oluruz. Devrimlerin yaşandığı ülkelerde bütün hesaplar şu an İslâmi partilerin yükselişini engelleme üzerine yapılıyor. Fakat bu yükselişi engellemeleri artık çok zor…”
Nepal, Güney Asya’da Çin ve Hindistan’ın arasında kalan 29 milyon nüfusa sahip bir ülke … Dünyanın en yüksek tepesi olan Everest Tepesi’ne ve meşhur Himalaya Dağları’na ev sahipliği yapan Nepal Hinduizm ve Budizm gibi dinlerin de merkezlerinden biri sayılıyor. Bugün nüfusları 2 milyonu aşan ve daha çok ülkenin güney sınır boylarında yaşayan Nepal’li Müslümanlar Hindu ve Budistlere karşı İslâm kültürünü korumak için büyük bir uğraş veriyorlar. Biz de Nepal’i Nepal Müslümanlarını daha yakından tanımak için Cemaat-i İslâmi’nin Nepal’deki lideri Nazrul Hasan ile başkent Katmandu’da gerçekleştirdiğimiz görüşmenin sonunda Nepal Müslümanları ve Cemaat-i İslâmi ile ilgili birçok yeni şey öğrendik.” (Sh:174-182, Ağustos 2011)
Şu an Fas’daki iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi de Tevhid ve Islah Hareketi’nin siyasi kanadını oluşturuyor. Fikir ve yöntem olarak İhvan’ı kendine örnek alan Tevhid ve Islah Hareketi toplumu davet, kültürel faaliyet ve siyasi çalışma yönüyle dönüştürmeyi hedefliyor. Tevhid ve Islah Hareketi’nin liderliğini Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya gelme imkânı bulduğumuz Muhammed Hamdavi yapıyor. Lise yıllarından beri Fas İslâmi hareketinin çeşitli kademelerinde görev alan Hamdavi düşünür kimliği ile de tanınıyor. Son derece sıcak, sempatik ve nazik bir adam olan Hamdavi kendisiyle yaptığımız röportaj esnasında bir taraftan Müslümanlara birlik çağrısı yaparken, diğer taraftan da Arap İslâmi hareketlerin demokrasiye nasıl baktıklarını anlattı.” (Sh:184-191, Ocak 2013)
Muhammed Hamdavi: “Bizim demokrasiden kastımız şûradır. Bölgede yönetime artık ümmet hâkim olmalıdır. Çünkü yönetimin sahibi ümmettir. Namazda bile imam yanlış yaptığında cemaat onu düzeltir. Biz şu an ümmetin görüşünün yönetime yansımasını istiyoruz. Çünkü bu ümmet İslâm’ı istiyor. Ümmetin görüşü yönetime yansımaya başladığı andan itibaren İslâm’ın görüşü de yönetime yansımaya başlayacak. Biz demokrasiden ümmetin görüşünün yönetime yansımasını anlıyoruz. Ve bu gayri İslâmi değil; bilakis İslâmi’dir. Müslüman gruplar sadece ben doğruyum, diğerleri yanlıştır diye düşünmemelidir. Çünkü hiçbir grup hakikatin tamamını temsil edemez, bilakis hakikatin belli bir kısmını temsil eder. Bir Müslüman’ın sadece kendi görüşünü mutlak hakikat olarak görmesi; diğer kardeşinin görüşünü ise tamamen batıl olarak görmesi büyük bir hatadır.”
Yemen’deki halk isyanının manevi lideri olarak kabul edilen Abdulmecid Zindani çocukluğundan itibaren islami ilimlerle meşgul oldu. Kahire’de olduğu dönemlerde İhvan Hareketi’nden etkilendi, İhvan’ın düşünce ve metodunu benimsedi. İhvan’la olan ilişkisi tespit edilince de Mısır yönetimi Zindani’yi tutuklattı. Belli bir süre sonra da Zindani Mısır dışına çıkarıldı. Yemen’e döndükten sonra İhvan’ın Yemen kolunu oluşturan Zindani Ruslar Afganistan’a girince de Afganistan’a gidip Ruslara karşı savaştı. Daha sonra tekrar Yemen’e dönen Zindani, Yemen’deki meşhur İman Üniversitesi’ni kurdu. İman Üniversitesi’nin rektörlüğünü de yürüten Yemenli âlim ayrıca ABD’nin tutuklanacaklar listesinde bulunuyor. (Sh:194-202, Mayıs 2013)
Abdulmecid Zindani: “İslâm dünyasının çöküşü Hilafet’in yıkılmasıyla başlamıştır. Hilafet Türkiye’de kaldırıldı ve İslâm ülkeleri tek tek sömürgeci Batılı devletler tarafından işgal edildi. Türklerin ve Arapların içinden bazı kimseler de Hilafet’i yıkmak için Batılı devletlere destek oldular, onlarla işbirliği yaptılar. Müslümanlar başsız, halifesiz kalınca büyük bir felaketle karşı karşıya kaldılar. Sömürgeci güçler İslâm dünyasını birbirinden ayırdı. Bir ve bütün olan İslâm topraklarında küçücük, yeni devletler kuruldu. Bu devletlerin başına da bizimle aynı isimleri taşıyan, aynı dili konuşan; fakat Batılıların maslahatları için uğraşan yöneticiler getirildi. Bu yöneticiler Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yıllarca uğraştılar. İslâm dünyasının seksen-doksan senesi diktatör yöneticilerle uğraşarak geçti. Müslümanlar çok acılar çektiler, zulümler gördüler. Fakat sonunda İslâmi uyanış ve başkaldırı başladı.
…“Bizi yaratan Allah kitabında yeryüzünü hangi değerlere göre yöneteceğimizi de bildirmiştir. Müslümanların Batılıların demokrasisine ihtiyacı yok. Müslümanların asıl ihtiyaç duydukları yol Kur’an ve Sünnet’e dönmektir. İslâm’ın kendi sistemi, kendi yönetim şekli var. İnsanlar gerçek hürriyeti, onurlu yaşamı, fikir özgürlüğünü ancak İslâm’ın sisteminde bulabilirler. Ahlaksızlığın her türlüsüne destek veren, İslâm ülkelerinin işgalini onaylayan Batılı demokratik sistemlerde değil. Biz demokrasinin İslâm’la uyuşmadığını düşünüyoruz.
Çünkü demokraside merci kaynağı insan, İslâm’daki merci kaynağı ise insanı yaratan Allah’tır. İnsanlığa gerçek hak, hukuk ve özgürlüğü verecek olan da Allah’ın şeriatıdır.
Allah Kuran’da hüküm verici olanın ancak kendisi olduğunu ve insanların kendisi dışında hiçbir şeye tapmamalarını söylüyor. Bundan dolayı her Müslüman İslâm nizamını istemeli; ülkesinin İslâm şeriatı ile yönetilmesi için çalışmalıdır.
…“İran İslâmi duygularla değil; mezhebi duygularla hareket ediyor. İran çok büyük bir imtihanın içine girdi ve bu imtihanı kaybetti. Baas yönetimi bugün Siyonistlerden çok daha fazla Müslümanlara zulmediyor. Allah için size soruyorum, Baascı askerlerin Müslümanlara yaptıkları zulümlerle Yahudi askerlerin yaptıkları arasında herhangi bir fark var mı? Hatta Baas’ın yaptığı zulümler Yahudi askerlerinin Müslümanlara yaptıkları zulümleri geçti. Biz aptal mıyız, İran’ın zalimleri nasıl desteklediklerini görmüyor muyuz? Allah İran’ın yöneticilerine hikmet versin, onları ıslah etsin.”
Bangladeş, Burma ve Hint Okyanusu ile komşu olan Arakan bir Güneydoğu Asya ülkesidir. Bir zamanlar 50 bin kilometre karelik topraklarında kendilerine ait bir İslâm devletine sahip olan Arakanlılar bugün ise Myanmar yönetiminin işgali altındalar. Myanmar yönetimi Müslüman nüfusu azaltıp terk edilen topraklara Budistleri yerleştirmek için Arakanlıları katlediyor, işkencelerden geçiriyor, baskı altında tutuyor. Yıllardır Arakan üzerine araştırmalar yapan, onlarca kez İHH adına bölgeye giden, Türkiye’de Arakan konusunu en iyi bilen kişi olan Said Demir’in Arakanla ilgili anlattıkları gerçekten çok çarpıcı…(Sh:204-212, Mayıs 2010)
Bir Balkan ülkesi olan Kosova’nın nüfusunun yüzde doksan altısı Müslümanlardan oluşuyor. 2008 yılında bağımsızlığına kavuşan Kosova, bugün ise Batı’nın siyasi ve kültürel işgaliyle karşı karşıya … Kosova’da neler olup bittiğini, ülkenin nereye doğru gittiğini bir süre önce kurulan İslâmi Hareket’e Katıl Partisi’nin lideri olan Fuad Ramiqi ile konuştuk. Bayrağı Kelime-i Tevhid olan İslâmi Hareket’e Katıl Partisi’nin kurucusu Fuad Ramiqi ile Kosova’nın başkenti Priştina’da gerçekleştirdiğimiz röportajı ilgiyle okuyacağınızı düşünüyorum.(Sh:214-222, Haziran 2013)
Fuad Ramiqi:“2008 yılında Batı tarafından getirilen bu bağımsızlık gerçek bir bağımsızlık değildir. Kosova Sırp işgalinden kurtuldu; fakat bunun karşılığında Batı tahakkümüne girdi. Bağımsızlık sonrası İslâmi kimliğimiz tamamen yok edilmek istendi. Avrupa Birliği, ABD ve Kosova hükümeti el birliği yaparak laik bir sistem oluşturdular. İslâm’ın kamusal alana girmesi engellenmeye, resmi dairlerde de sıkı bir şekilde başörtüsü yasağı uygulanmaya başlandı. Şu an laiklik adeta topluma dayatılıyor. Biz ise buna karşı çıkıyoruz, laikliğin İslâm’a aykırı olduğunu savunuyoruz. Bundan dolayı da medya bizi topluma fanatikler olarak göstermeye çalışıyor. Kosova hükümeti uluslararası alanda kendini daha fazla kabul ettirmek için laik yaşam biçimini topluma dayatıyor.”
Son Patani sultanının torunu olan Kebir Abdurrahman Tenvira ile ilk kez 2008 yılında Şam’da tanışmıştık. Tanışma esnasında Tenvira çok hastaydı ve ziyaretçileriyle zorlukla konuşabiliyordu. Patanililer arasında adeta bir efsaneye dönüşen bu büyük özgürlük savaşçısıyla daha fazla vakit geçirmeyi, ondan Patani halkının yıllardır sürdürdüğü özgürlük mücadelesini daha fazla dinlemeyi aslında ne kadar da çok isterdim. Fakat Tenvira tanışmamızdan kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. Tenvira ilk tanışmamızda bana ‘Osmanlı Ümmet-i Muhammed için özgürlüktü’ demişti. Bu cümleyi kurduktan sonra da gözyaşlarına boğulmuştu. O anı her hatırlayışımda içim bir tuhaf oluyor ve Tenvira’yı bir kez daha rahmetle anıyorum. Patani Müslümanlarının efsane önderi Kebir Abdurrahman Tenvira’yı tanımak; bu mazlum halkı anlamak için iyi bir başlangıç olabilir diye düşünüyorum. Ve sizleri bir kahramanın, benim kahramanlarımdan birinin hayatıyla baş başa bırakıyorum” dedikten sonra Kebir Abdurrahman Tenvira’nın kısa hayat hikâyesini aktarır. Daha sonra Kebir Abdurrahman Tenvira’nın vefatının ardından eşi Hamide Nur ile Şam’da yaptığı röportaj yer alır.(Sh:224-239, Ağustos 2008)
Son bölümde ise Latin Amerika’da sayıları hızla artan Müslümanların hikâyelerine değinir.(Sh.242-248)
Emperyalist zorbaların İslâm topraklarını terk ederken çizdikleri yapay sınırlar artık anlamsızlaşıyor. Zira o sınırların başına yerleştirdikleri yerli işbirlikçiler son demlerini yaşıyor. Bedeli ağır da olsa, ümmet diriliyor…
www.misakdergisi.com