Kıyamete kadar sürecek mücadele sonucunda şeytan, milyarlarca insanı kendisiyle birlikte cehennem ateşinin içine sürükler. Ancak, bir grup vardır ki şeytan onlara karşı asla zafer kazanamayacaktır; o grup da mü’minler. Çünkü mü’minler Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir ve O’nun koruması altındadırlar. Şeytanın oyunları onlara karşı etkisiz kalır. Şeytan tarafından da itiraf edilen bu gerçek Kur’an’da şöyle geçer:
“Dedi ki: Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.” (Hicr Suresi, 39-40)
Ayetten de anlaşıldığı gibi şeytanın gücü gerçek mü’minleri saptırmaya yetmez. Ancak hiç kimse de kendisini kesin olarak “cennetlik” göremez. Mü’min bir kimse “şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz” (Mearic Suresi, 28) ayeti gereğince imanını korumak için, her zaman “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak” (Al-i İmran Suresi, 103) zorundadır. Şeytan, insanların “dosdoğru yollarına oturacağı” (Araf Suresi, 16), onların “ayaklarını kaydırmak” (Al-i İmran Suresi, 155) isteyeceği için, mü’min onun hile ve oyunlarına karşı uyanık olmalıdır. Aksi takdirde hiç farkında bile olmadan bu tuzaklara düşer ve hatta bir süre sonra dinden dahi çıkabilir. Şimdi şeytanın insanları cehenneme sürüklemek için kullandığı taktikleri ayrı ayrı inceleyelim.
Vesvese Verir
Mü’minlerin en büyük düşmanlarına karşı mücadeleleri ömür boyu sürer. Bu savaş sırasında şeytan çok kurnaz yöntemler kullanır. İnsana hiçbir zaman gerçek yüzünü göstermez, karşısına çıkıp “ben şeytanım, ve senin cehennemde yanmanı istiyorum” demez. Onun yerine, “sinsice göğüslere ve kalplere vesvese vererek” (Nas Suresi, 4-5) kendi varlığını ustaca gizler. Şeytanın farkında olmayan bir insan, onun telkinlerini kendi kafasından geçen düşünceler zanneder. Dahası şeytan bu fikirlerin doğruluğuna onları inandırır. Bu sayede birçok insanı —kendileri şuurunda değilken— tamamen kontrolü altına alır.
Ancak mü’minler, göğüslere ve kalplere kadar girip fısıldayabilme yeteneğine sahip bu düşmanı, Kur’an sayesinde saf dışı edebilirler. Mü’min öncelikle, kalbinden gelen bu sesin, şeytana mı yoksa kendi vicdanına mı ait olduğunu teşhis edecek bir nur ve feraset sahibidir. Şeytanın oyununun farkına vardıktan sonra, Kur’an’da emredilen hareketi yapar, Allah’a sığınır. Çünkü Allah’ı anan bir mü’min karşısında şeytanın vesvesesinin hiçbir etkisi kalmaz. Allah bu önemli sırrı Kur’an’da şöyle bildirir:
“Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.
(Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.” (A’raf Suresi, 200-201)
Dünya hayatının bir imtihan yeri olması nedeniyle gün içinde insanın karşısına birçok farklı durum ve değişik ortam çıkabilir. Şartlar ve ortam ne olursa olsun, şeytan hep pusuda bekler. Bunlardan herhangi birinde mü’minin gösterebileceği en küçük zayıflık, şeytan için büyük bir fırsattır. Ve şeytan bu fırsatların hepsinde şansını dener. Ancak kendi varlığını hiçbir şekilde farkettirmemeye çalışır.
Eğer mü’min, içinde bulunduğu ruh halinde veya ortamda bir şeylerin ters gittiğini, sıkıntı verdiğini veya vicdanını rahatsız ettiğini hissediyorsa —ki bu sıkıntı genelde vicdan yoluyla yapılan rahmani bir uyarıdır— hemen durup düşünmesi gerekir. Bunun için en kolay yol, insanın kendisine dışarıdan tarafsız bir yabancı gözüyle bakmasıdır. Böylece karşısındaki insanı —yani kendisini— şu sorular yardımıyla inceleyebilir:
O an için kafasından geçen düşünceler Kur’an’ uygun mu?
Allah’ı anmada gevşeklik mi gösteriyor?
Kur’an’ın sınırlarını korumada, hükümlerini gözetmede gevşek mi davranıyor?
Planları Allah’ın rızası ve ahireti dışında bir amaca mı yönelik?
O an için kendi çıkarı diğer mü’minlerden daha mı ön planda?
Kendisine veya bir başka mü’mine yönelik kuşkusu, zannı mı var?
Mü’minler içinde kendisinin özel bir konumu olduğunu, yerinin doldurulamayacağını mı düşünüyor?
Olaylar karşısında tevekkülsüz davranıp haksızlığa uğradığını mı düşünüyor?
Yaptığı fedakarlığın diğer insanlar tarafından bilinmesini, bunun konuşulmasını mı istiyor?
Sevdiği bir maldan fedakarlık etmesi gerekiyor da, bunu bir bahane bulup yapmamaya mı çalışıyor?
Herhangi bir dünya malına karşı hırsı mı var?
Gelecek korkusu mu taşıyor?
Kendisine Kur’an doğrultusunda yapılan bir uyarıya karşı tahammülsüz mü?
Allah’a ve dine düşman bir kimseye karşı içinde bir sevgi, bağlılık mı oluştu?
Kur’an okumayı, dua etmeyi, veya salih amellerde bulunmayı geçersiz mazeretlerle erteledi mi?
Eğer içindeki sıkıntı burada sayılanlar veya bunlara benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, bu insana şeytan o an için musallat olmuş demektir. Kendinizin zannetiğiniz bu düşüncelerin hepsi de, şeytanın kalbinize fısıldadığı sözleridir.
Şeytan farklı insanlar için farklı taktikler kullanır. Örneğin dinden uzak, Kur’an’dan gafil yaşayan bir kimseyi, bu hayat tarzına devam ettirecek taktikler izler. Onları tamamen dünya hayatına yöneltir, dünyanın gelip geçici süsüne iyice daldırır, böylece ömür boyu hak dinden uzak tutar.
Dine yeni yeni ilgi duymaya başlayan kimseyi, çevresi tarafından dışlanacağı, dinin hayatını kısıtlayacağı, eğer dini uygulamaya başlarsa bunu devam ettiremeyeceği gibi boş ve yersiz endişelere düşürerek dinden uzaklaştırmaya çalışır.
Şeytan mü’minlere karşı da faaliyetini sürdürür. Örneğin bir mü’minin her hangi bir mü’mine karşı sinirlenmesi veya Kur’an okumayı aklından geçirdiğinde önemsiz bir bahane bulup bundan vazgeçmesi bu fısıltıların etkisindendir. Ancak şeytan mü’mine doğrudan “Kur’an okuma”, “Allah’ı anma” diye fısıldamaz. Çünkü bunun etkisiz olacağını bilir. Onun yerine insanın kafasını boş ve uzun emellerle oyalamaya çalışır. Eğer insan bu fısıltıların etkisinde kalır, ahireti unutup dünya hayatına dalarsa, bu gafletin etkisiyle doğal olarak Kur’an’ın emrettiği yaşam biçiminden uzaklaşır. Bu tuzağa düşmemenin tek yolu şeytanın fısıltılarını zamanında teşhis edip Allah’a sığınmaktır.
Sağlıklı bir teşhis ise şeytanın özellikleri, taktikleri ve insan üzerinde oynadığı oyunlar bilindiği takdirde yapılabilir. Bunun için de tek yol gösterici Kur’an’dır. İlerleyen sayfalarda Kur’an ayetlerine göre şeytanın taktikleri, insanları Allah yolundan saptırmak için kurduğu tuzaklar ve mü’minlerin hareketlerine hata olarak yansıyan hileleri incelenecektir.
Şirk
Şirk, Kur’an’da, Allah’a ortak koşarak O’ndan başkasını ilah edinmek anlamında kullanılan bir kelimedir. Ancak içinde bulundukları şirk yüzünden cehenneme gidecek milyarlarca insan, gerçekte şirk kelimesinin anlamını bile bilmezler. “Şirk koşmak, Allah’tan başkasını ilah edinmek” ifadesiyle, yaratıcı olarak Allah’tan başka bir yaratıcı kabul etmek, putlara tapmak gibi yüzyıllar öncesinin çok tanrılı dinlerinin kastedildiğini zannederler. Bu mantıktan yola çıkan cahiliye toplumu fertleri, “ben Allah’a inanıyorum, kimseye zararım yok, insanlara faydalıyım, cehenneme gideceğimi zannetmiyorum” gibi tamamen Kur’an dışı, sapkın mantıklara sahip olurlar.
Oysa Allah’tan başka bir varlığı koruyucu güç olarak kabul etmek, Allah’tan başkasından korkmak, Allah’tan başkasına karşı müstakil bir sevgi duymak, Allah’a eş ve ortak koşmak anlamına gelir.
Allah’tan başka yol göstericiler edinmek de en yaygın şirk çeşitlerindendir. Günümüz cahiliye toplumu da, Allah’tan başka yol göstericiler kabul ederek ve bu yol göstericileri izleyerek, yüzyıllar öncesinin puta tapıcılığını yaşatırlar. Çok tanrılı dinlerin yerini insanlar tarafından ortaya atılan din-dışı ideolojiler, önünde bel bükülen putların yerini bu ideolojilerin kurucuları ya da kurucularının heykelleri almıştır. Ülkeler ve milliyetler ne olursa olsun, bu yolla milyarlarca insan Allah’ın dinini yaşamaktan alıkonulmuştur.
Elbette bu sapkınlığı en çok tahrik eden de şeytandır. Çünkü insanın Allah’tan uzaklaştığı her nokta şeytanın insana karşı başarı kazandığı bir cephedir. Bu yüzden şeytan, şirk sayesinde cahiliye insanlarının beyinlerini uyuşturur. Bütün yaşamlarını çepeçevre saran şirk, bu insanların sağlıklı düşünmelerini engeller. Yaşamlarını Allah’ın istediği şekilde, Kur’an çerçevesinde değil, şeytanın telkinleri altında geçirirler.
Şirk içinde geçen bir yaşam, şeytan tarafından hazırlanmış öyle sinsi bir tuzaktır ki, bu tuzağın içindekiler kendi durumlarının farkına bile varmazlar. Bu insanların çoğu kendilerini doğru yolda, hatta herkesten daha çok cennetlik görürler. Şirk koştuklarının bilincinde olmayan ve kendilerini kandıran bu insanların, ahiret günü aslında birer müşrik olduklarını öğrendiklerinde uğradıkları yıkım ayette şöyle anlatılmıştır:
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” (Bundan) Sonra onların: “Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik” demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı.” (En’am Suresi, 22-24)
Şirki doğuran unsurlardan birisi de insana yaratılıştan verilen sevgi duygusunun yanlış yönlendirilmesidir. İslam’da insanın Allah’a yakınlaşmasına vesile olan bu duygu, cahiliyede Allah’tan uzaklaştıran şeytani bir tutku olmuştur. Mü’minler fıtratlarındaki sevgiyi asıl olarak Allah’a yöneltirler. Bu sevgi bütün sevgilerin üzerindedir. Diğer insanları ve varlıkları ise, Allah’a olan sevgilerinin bir tecellisi olarak severler. Bir insana bağımsız bir sevgi duymaları, örneğin Allah’a isyankar olan bir inkarcıya sevgi beslemeleri, Kur’an’a göre mümkün değildir. Mü’minler Allah’ın hoşnutluğu için, Allah’ın sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Mü’minlerin insan sevgisi Allah’a yöneltilen sevginin bir sonucu olduğundan, müşriklerin insan sevgisinden çok daha köklü ve kalıcıdır.
Müşrikler için sevgi, sahip oldukları sayısız ilaha karşı beslenir. Bu kimseler Allah’ı da sevdiklerini iddia ederler. Ancak bu sevgi sözde kalır. Bütün yaşamlarını gerçek sevgilerini yönelttikleri putları için harcarlar. Örneğin, babalarını, oğullarını, eşlerini, parayı, makam ve mevkiyi Allah’tan daha çok severler. İnkar edenlerin bu sevgileri bir ayette şöyle geçer:
“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını “eş ve ortak” tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür…” (Bakara Suresi, 165)
Cahiliyede en yaygın olan şirk unsurlarından biri kadınlara duyulan tutku dolu sevgidir. Eğer herhangi bir kadına duyulan sevgi, Allah’a karşı duyulan sevgiden öte bir sevgiyse, söz konusu durum şirki doğurur. Oysa bir insana yöneltilen sevgi, ancak o kişideki güzelliklerin sahibinin Allah olduğu kalbe tam olarak yerleştirilmişse bir anlam kazanır. Allah’a karşı beslenecek sevgide bir sınır olmadığından, Allah için seven bir insanın karşısındakine yönelttiği sevgi de çok güçlü ve kalıcı olur.
Allah, kadınlara duyulan bu tutkunun, şeytanın bir oyunu olduğunu şöyle bildirmiştir:
“Onlar, O’nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” (Nisa Suresi, 117)
Şirk Allah’a karşı işlenmiş büyük bir günah ve nankörlüktür. Bu yüzden Allah bütün günahları affedebileceğini, ancak şirki kesinlikle affetmeyeceğini bildirmiştir:
“Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (Nisa Suresi, 48)
Şirk o kadar büyük bir tehlikedir ki bütün bir ömrünü Allah’a ibadet etmekle geçiren kimseleri bile tehdit eder. Çünkü yapılan bütün salih ameller, şirk olduğu takdirde boşa gider. Bu yüzden şeytan, hayatlarını Allah’a adamış mü’minlere şirk koşturmak için türlü tuzaklar hazırlar, uygun fırsatlar bekler. Kimi zaman kadınları, kimi zaman parayı kimi zaman da başka yolları kullanmayı dener. Örneğin kazanılan bir zaferin ardından yapılan “bunu sen başardın” telkini de şeytanın bu amaçla hazırladığı bir tuzaktır. Böylece kişiyi, Allah’ın kontrolü dışında şahsi bir gücü olduğuna inandırmaya çalışır.
Mü’minler amellerinin olduğuna göre bu amellerinin boşa gitmesine neden olacak her türlü tehlikeye karşı son derece dikkatli olmalıdırlar. Bunun için Kur’an’da mü’minlere yapılmış çok açık bir uyarı vardır:
“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): ‘Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer Suresi, 65-66)
İnsanların Şükretmelerini Engeller
Şeytan Allah’ın huzurundan kovulmadan önce, kendi kendine önemli bir söz vermiştir. Bu söz, şeytanın insanlara karşı kullanacağı çok önemli taktiklerden birini gösterir:
“Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Araf Suresi, 17)
Şeytan insanların şükretmelerini engellemek ister. Çünkü şükür Allah’ın Kur’an’da en çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Yaklaşık 60 ayette şükürden ve şükretmenin öneminden bahsedilir. Allah’ın bu kadar önemle hatırlattığı bir konuyu insanlara göz ardı ettirmek, şeytanın elbette başlıca amaçlarından biri olacaktır.
Şükredebilmek için öncelikle şükrün önemini kavrayabilecek şuura sahip olmak gerekir. Şükreden bir insan, sahip olduğu nimetin tek sahibinin ve onu kendisine verenin Allah olduğunu ve Allah karşısındaki acizliğini bilir. Allah’ın büyüklüğünü, azametini gözardı eden, bunu kalbine sindiremeyen bir insanın şükrü de aynı derecede yüzeysel olur.
Şeytan tarafından yönlendirilen cahiliye toplumu zaten şükürden uzaktır. Şükretmek gibi temel bir ibadeti ancak başlarına gelen bir bela geçtikten sonra veya istenmeyen bir durum ortadan kalktığında oldukça kısa bir süre hatırlar, sonra tekrar küfür içindeki yaşamlarına geri dönerler. Kur’an’da bu yapıya örnek olarak felakete uğradığı zaman dua eden, üzerlerinden sıkıntı kalktığı zaman şirk koşan insanların durumları verilmiştir:
“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.”
De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” (En’am Suresi, 63-64)
Oysa şükretmek insanın en önemli sorumluluklarından biridir. Çünkü her insanın hayatı şükredeceği sayısız nimetlerle doludur. Öyle ki bu nimetlerin bir genelleme yapılarak bile bitirilemeyeceği Nahl Suresi’nin 18. ayetinde belirtilmiştir. Kur’an’da şükür için belirli bir sınır koyulmadığından, insan elindeki bütün nimetleri bir şükür vesilesi olarak kullanılabilir. Örneğin Hz. İbrahim gibi, kendisini yediren ve içirenin Allah olduğunun bilincinde olan bir kişi (Şuara Suresi, 79), her yemek yediğinde veya bir şey içtiğinde, bunları kendisine lütfeden Allah’a şükretmelidir.
Ancak şükretmek yalnızca yeme içme ile sınırlı kalmamalıdır. İnsanın günboyu istifade ettiği halde çoğu zaman aklına getirmediği, tefekkür etmediği ancak kaybettiği zaman değerinin farkına vardığı sayısız nimet vardır. Kur’an’da sık sık bahsi geçen ve şükür vesilesi olarak bildirilen “görme” ve “işitme” nimetleri de bunlara örnektir.
Görme ve işitme tesadüfen ortaya çıkmış özellikler değildir. Allah’ın insanlara gözler, kulaklar vermesi, kendisine şükretmeleri, gerektiği gibi kulluk etmeleri amacıyladır:
“Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.” (Nahl Suresi, 78)
Aynı şekilde insanlar için ulaşım ve taşıma aracı olan gemilerin, dünyanın dörtte üçünü oluşturan denizlerin ve rüzgarların bile varlığı insanların şükretmelerine vesile olmalıdır. Allah bunu şöyle bildirir:
“Denizi de sizin emrinize veren O’dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O’nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir.” (Nahl Suresi, 14)
“Size kendi rahmetinden tattırması, emriyle gemileri yürütmesi ve O’nun fazlından (rızkınızı) aramanız ile umulur ki şükretmeniz için, rüzgarları müjde vericiler olarak göndermesi, O’nun ayetlerindendir.” (Rum Suresi, 46)
“Allah; kendi emriyle gemiler akıp gitsin ve O’nun fazlından ararsınız diye, sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz.” (Casiye Suresi, 12)
Mü’minin kendisine verilen nimete şükretmesi, bu nimete ehil olduğunu gösteren bir delildir. Böylece hem nimetin hakkını vermiş olur, hem de daha üstün bir nimet için önünde yol açılır. Allah şükreden kullarına nimetlerini artıracağını bildirirken, şükretmeyen nankörleri azabıyla tehdit eder:
“Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7)
Kendisine peygamberlik makamı verilmiş Hz. Süleyman’ın Allah’tan kendisine şükretmeyi ilham etmesini istemesi (Neml Suresi, 19) tüm mü’minlere örnek olmalıdır. Çünkü şeytan, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşarak; unutturmak, nimetlere karşı ülfet duygusu vermek, önemsetmemek gibi hilelerle onları şükretmekten alıkoymaya çalışmaktadır. (Devam Edecek)