Bir Osmanlı tarihçisi olarak, milyonlarca insanı kendi yakın geçmişlerinden koparmanın suç olduğuna inanıyorum.
Emperyalizm, Arap dünyası söz konusu olduğunda tanımlanması zor bir kavramdır. Bu kelime, asıl manasıyla daha çok Fransız ve İngiliz sömürgecilik günlerini ve günümüzün İsrail yerleşimci politikasını çağrıştırıyor. Bu bölgede daha yerli ve uzun süreli yaşanan Osmanlı emperyalizmi ise çoğu özelliğiyle günümüz emperyal anlayışından ayrıştırılmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra gelen bazı devletler, yerel müfredatlarında Osmanlı yönetimini basitçe Osmanlı veya Türk “işgali” olarak özetlemeyi seçerken, bazıları da halen alıcısı olan “Osmanlı zulmü” kavramını sloganlaştırmaya devam ediyor.
Suriye ve Lübnan gibi yerlerde, muhtemelen en tanınmış Osmanlı yetkilisi, “el-Saffah” (Kasap) lakaplı Ahmed Cemal (Cemal) Paşa’dır. Cemal Paşa, savaş zamanı Suriye ve Beyrut vilayetlerindeki valilik dönemine, uyguladığı siyasi şiddet ve Arap-Osmanlı siyasetçi ve aydınlarının infazları ile damgasını vurdu ve kamuoyunun hafızasında “zalim” Osmanlı yönetiminin sembolü olarak kaldı. Ancak tarihçi Salim Tamari’nin işaret ettiği gibi, “Osmanlı döneminin bölgedeki dört yüzyıllık faaliyetlerini”, “Suriye’de Ahmed Cemal Paşa’nın askeri diktatörlüğüyle geçen, dört sefil tiranlık yılı”na indirgemek yanlıştır.
Gerçekten de Arap dünyasındaki Osmanlı egemenliği, tarihi bir “Türk işgali” veya yabancı bir devletin boyunduruğu şeklinde açıklanamaz. 1516’dan 1917’ye kadar olan bu 400 yılın, bölgeye yabancı olmayan hatta yerli sayılabilecek bir imparatorluk tarafından yönetildiğini kabullenmeliyiz. Çünkü imparatorluk yönetici sınıfının önemli sayıdaki üyesi, Beyrut’un Malhamé’leri ve Şam’ın El-Azm’ları gibi, imparatorluğun Arapça konuşan çoğunluk bölgelerinden gelen Arap-Osmanlılardı. Bu aileler, bölgede ve imparatorluk genelinde Osmanlı yönetimini tasarlayan, planlayan, uygulayan ve destekleyen güce sahiptiler.
El-Azm’lar, birkaç nesil boyunca Suriye valiliği de dahil olmak üzere imparatorluğun Doğu Akdeniz vilayetlerinde en yüksek mevkilerden bazılarını elinde tuttular. Ailenin Azmzadeler olarak bilinen İstanbul kolu da sarayda, çeşitli bakanlık ve komisyonlarda görev alıyorlardı. II. Malhamé’ler ise İstanbul, Beyrut, Sofya ve Paris gibi şehirlerde ticari ve siyasi güç elde etmişlerdi.
Pek çok Arap-Osmanlı, imparatorluğa daha kapsayıcı bir yurttaşlık ve siyasi katılım getirmek için sonuna kadar savaştı. Bu, özellikle Tanzimat döneminin bir parçası olan 19. yüzyılın ilk yarısındaki kapsamlı merkezileşme reformlarından sonra büyüyen nesil için de geçerliydi.
Bu Arap-Osmanlılardan bazıları, Avrupa, Rusya ve Afrika’daki emperyal güçlerle padişah adına müzakerelerde bulunan diplomatlardı. Bazıları da İstanbul’da halk sağlığı önlemlerinin uygulanması ve bir hastanenin inşası gibi büyük emperyal projeleri planlayan ve yürüten danışmanlardı. Bir kısmı da Arap Yarımadası’ndaki Hicaz bölgesini, Suriye ve başkente bağlayan demiryolu projesinde önemli görevlere sahiptiler.
Arap-Osmanlılar en idealist haliyle, tüm etnik ve dini grupları kucaklayan ve çağdışı görünme riskini göze alarak çok kültürlü bir aidiyet biçimini hedefleyen bir Osmanlı vatandaşlığı tasavvur ettiler. Birinci dünya savaşı döneminde körüklenen etno-milliyetçilik Osmanlıların benlik algısını hızlıca bozduğundan, bu tasavvur hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen bir vizyon olarak kaldı.
Pek çok Arap-Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı sırasında imparatorluk tamamen çökene kadar, sonuna kadar savaşmaya devam etti. Sonrasında ise Orta Doğu’daki savaşın dehşeti ve bunu izleyen batı kaynaklı sömürgeleştirme, bölge halklarını travmatize etti.
Ulus inşası, yüzyıllardır ait olunan çok kültürlü kimliklerin bir kenara bırakılması ve dar bir etnik-dini ulus tanımının kabulü ile gerçekleşir. Bu bağlamda eski Arap-Osmanlı bürokratları, Fransız ve İngiliz sömürgeciliği karşısında kendilerini Arap, Suriyeli veya Lübnanlı vb. ulusal liderler olarak yeniden icat etmek zorunda kaldılar. Öne çıkan bir örnek, Osmanlı imparatorluğu içindeki diğer mevkilerinin yanı sıra Osmanlı Evkaf Bakanlığı’nda genel müfettişlik görevini yürüten Haqqi al-Azm’dır; Al-Azm, 1930’larda Suriye başbakanı olarak görev yapmıştır.
Batı emperyalizmine maruz kalan Arap-Osmanlılar için bu etno-milli gelecek tasavvurları, yakın Osmanlı geçmişinin “unutulmasını” zorunlu kıldı. Hayali milliyetçi anlatılar, hayatlarının büyük bir bölümünü farklı bir jeopolitik gerçeklikte yaşamış olan Arap halklarının zihninde tutunamadı ve gerçeği görmezden gelemediler.
Bunlara örnek olarak Bader Doghan (Doğan) ve Abd el-Ghani Uthman (Osman) gibi Beyrut’ta doğup büyüyen Beyrut, Şam ve Yafa arasında zanaatkar olarak ticaret yapan büyük ebeveynlerimin hikayeleri verilebilir. Uluslaşma süreci sosyo-kültürel etkileşimi yok etti ve onların dünya deneyimlerine son verdi. Başka bir örnek olarak, İstanbul’u evi olarak gören ancak Halep, Kudüs ve Şam’da ev ve aile bağlarını sürdüren el-Khalidis ve al-Abids gibi daha iyi bilinen aileler, önemli Arap-Osmanlı siyasi aileler anılabilir.
Yakın tarihlerinin yerini, “Türk”ü yabancı bir “öteki” olarak, Arap İsyanını bir “kurtuluş savaşı” olarak ve Batı sömürgeci işgalini “Avrupa’nın hasta adamı”nın parçalanmasının kaçınılmaz sonucu olarak resmeden bir yanılgı aldı.
Tarihin bu şekilde silinmesi, tehlikeli olmasa da son derece sorunludur.
Filistin ve Lübnan kökenli bir Osmanlı İmparatorluğu tarihçisi olarak, milyonlarca insanı kendi yakın geçmişlerinden, atalarının, köylerinin, kasabalarının ve şehirlerinin hikâyelerinden koparmanın suç olduğuna, gerçekten inanıyorum. Bölge halkı, tarihsel gerçekliklerinden koparılmış, politikacıların ve tarihçilerin yanlış anlatılarına karşı savunmasız bırakılmıştır.
Osmanlı tarihini, çoğunluğu Arapça konuşan topraklarda yaşayanların yerel tarihi olarak yeniden ele almalıyız; çünkü yakın geçmişi sahiplenmez ve deşifre etmezsek, bugün karşı karşıya olduğumuz sorunları tüm yönleriyle gerçekten anlamak imkansız olacaktır.
Yerel tarih öğrencilerine yönelik yakın dönem Osmanlı gerçekliğini araştırma, yazma ve analiz etme çağrısı, hiçbir şekilde imparatorluk günlerine geri dönmeye yönelik nostaljik bir çağrı değildir.
İmparatorluğun sona ermesinin üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güneydoğu Avrupa arasındaki köklü ve yakın bağların silinmesinin neden devam ettiğini ve bu silinmeden kimin yararlandığını anlamak da önemlidir. Çoğunluğu Arapça konuşan ülkelerdeki araştırmacıların Fransız ve İngiliz imparatorluk arşivlerini sık sık kullandıkları halde neden Osmanlıca-Türkçe öğrenmek için zamanlarını ve kaynaklarını harcamadıklarını kendimize sormalıyız. İstanbul’daki Osmanlı imparatorluk arşivlerinde mi yoksa eski taşra başkentlerindeki yerel arşivlerde mi? Osmanlı-Türk ve Osmanlı geçmişinin sadece Türk millî tarihçiliğine ait olduğu milliyetçi tarih anlayışını mı benimsedik? Arap ülkeleri ile Türkiye arasındaki bölgesel gerilimler yükselip düşerken, hâlâ bir asırlık dar görüşlü siyasi çıkarların kurbanı mı olacağız?
Osmanlıca-Türkçe milyonlarca kayıt, çoğunluğu Arapça konuşan dünyanın dört bir yanından öğrencileri, hem yerel hem de emperyal düzeylerde tüm kaynakları kullanan ciddi araştırmalar için bekliyor.
Son olarak, kaliteli yüksek öğrenim kurumlarının yoğunlaştığı Doha, Kahire ve Beyrut gibi şehirlerde Osmanlı tarihiyle ilgili disiplin ve dil eğitimi almış yerel tarihçilerin ve öğrencilerin sayısının yok denecek kadar düşük olduğunu söylemek istiyorum; bazı üniversitelerde böyle bir kadro bile yok.
Bölgedeki yüksek öğrenim kurumlarının, Osmanlı tarihini yerel tarih olarak sahiplenmeye ve ihmal edilmiş bu geçmişi ortaya çıkarmak ve analiz etmek isteyen bilim adamlarını ve öğrencileri desteklemeye başlamasının zamanı geldi. Çünkü kendi tarihimizi araştırmaya ve yazmaya yatırım yapmazsak, hikâyelerimizin merkezine insanımızı koymayan çeşitli çıkarlara ve gündemlere maruz kalırız.
(Mustafa Minawi: Cornell Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Mostafa Minawi, Cornell Üniversitesi’nde Tarih Doçenti ve Eleştirel Osmanlı ve Osmanlı Sonrası Çalışmalar girişiminin direktörüdür.)
Haqqi al-Azm (ortada, beyaz giysili), 1930’larda Suriye başbakanı olmadan önce önde gelen bir Osmanlı bürokratıydı.
Mustafa Minawi,
Al Jazeera 20.08.2023
Çeviren: İsmail CEYLAN

Follow