Bismillahirrahmanirrahim…
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah’ın lütfundan kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanları, kendilerine bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler” (Ali İmran, 3/169-170).
İnsanlığın yaratılış öyküsüyle başlayan ebedi olma arzusu, insan için değişmeyen en büyük arzulardan biridir. Nitekim ilk insan Hz. Âdem (a.s), cennette sorunsuz ve sıkıntısız bir hayat sürdürmekte iken, İblis, insan fıtratında bulunan ebedi yaşam arzusunu dürterek, Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı (a.s), adeta aldatarak yasak meyveyi yemelerine neden olmuştur.
“(Derken şeytan) örtünerek gizlenmiş bulunan avret yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi. Ve dedi ki: Rabbinizin bu ağaçtan yemenizi yasaklaması, melek olmamanız ve ebedî yaşayanlardan olmamanız içindir” (A’râf, 7/20).
Bu ayette de görüldüğü gibi insanın ilk günahı işlemesi, ilk hataya düşmesinin temel nedeni, ebedi yaşam arzusudur. Peki, ama ölümlü olan insanoğlu neden ölümsüz olmayı istemektedir? Aslında bu soru, tüm insanlık tarihi kadar eski bir sorudur. Neredeyse tüm çağlarda insanlar ölümsüz olmanın yollarını aramıştır. Geçmişte simyacılar, filozoflar, bilgeler, kâhinler, büyücüler, arraflar, ozanlar, şairler ve günümüzde bilim insanları hala bu sorunun cevabını aramaktadır. Ancak bu sorunun değişmeyen bir cevabı vardır: İnsanoğlu, yaratılış gereği ölümlüdür. Bu nedenle insan “la-yemut” (ölümsüz) olamaz. İçerisinde hiçbir kusur, eksiklik ve hata bulunmayan mutlak doğrular kitabımız Kur’an’da, “Her canlı ölümü tadacaktır” (Ali İmran, 3/185) buyrulmaktadır. Bu gerçeğe kulak vermeyenler, bu sorunun cevabını aramaya devam edeceklerdir. Ancak ölümlü olan insanoğlunun ölümsüz olma arzusu, belki de hakikate canıyla şahitlik yapan şehadet sayesinde mümkün sayılabilir. Çünkü Yüce Rabbimiz; “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar…” ayetiyle şehitleri, bildiğimiz anlamda normal bir ölümden ayrı tutmuş ve insanlık için imrenilecek, gıpta edilecek bir makam olarak bizlere beyan etmiştir: “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisa, 4/69).
Görüldüğü gibi şehitler yapmış oldukları güzel fedakârlıktan dolayı gıpta edilecek, övünülecek ve Yüce Allah’ın kendilerine bolca lütufta bulunduğu kimselerden sayılmışlardır. Gerçekten insanın hayatı boyunca karşılaştığı en büyük imtihanlardan biri de; sahip olduğu nimetleri hiçbir menfaat beklemeksizin Allah yolunda harcayabilmesidir. Şehit üstadımız Seyyid Kutub’un ifade ettiği gibi, “Zamanını vermeyen malını veremez, malını vermeyen de canını veremez…” Hakikaten de fedakârlığın en büyüğü, kişinin sırf Allah rızası için canını feda edebilmesidir. İşte şehit, böylesine büyük bir fedakârlığı yapan kimsedir. Elbette bu fedakârlığın karşılığı olarak kendilerine sayısız rızık ve mükâfat vardır. Çünkü Rabbimiz, şehitler için büyük lütuf ve ihsanlarda bulunacağını bizlere bildirmiştir. Neden şehadet önemli? Niçin şehitlik büyük ve değerli bir makamdır? Düşünecek olursak, tarihin satır aralarında neredeyse tüm toplumlarda kendi ideal ve davaları için büyük fedakârlık yapan insanlara rastlarız. Bu insanlar inandıkları dava, ideal veya vatan uğruna en üstün fedakârlık olan canlarını korkusuzca feda etmişlerdir. İşte tam da bu sebeple bu insanlar toplumları için tarihe altın harflerle adlarını yazdırmışlardır. Bunlar, daha çok kahraman olarak nitelendirilmiştir. Onlar, savundukları davanın kahramanlarıdır. İsimleri hatırlanan, şiirlere, kitaplara ve anma törenlerine konu olan kimselerdir. Aslında bir nevi isimleriyle ölümsüzleşmişlerdir. Konunun başında da söylediğimiz gibi fiziksel anlamda insan için ölümsüzlük mümkün değil, ancak sembolik olarak mümkün olabilmektedir. Tabi bu ölümsüzlük, sadece belirli bir süre ile sınırlıdır. Gerçekte önemli olan ise kişinin dini, davası ve Rabbinin rızası uğruna bu fedakârlığı yapmasıyla elde edilecek olan ölümsüzlüktür. Hiçbir toplum, kendi davası uğruna canını verenlere şehitlik kavramını veremez. Çünkü şehitlik, yalnızca bizim dinimize özgü orijinal bir kavram ve orijinal bir makamdır. Değerini, direkt her şeyin yaratıcısı olan Allah’tan (c.c) alır. Bu da şehadetin tüm kahramanlık literatüründe ne kadar değerli ve yüce bir makam olduğunun ayrıca ispatıdır. Yüce Rabbimiz, kendi dini uğrunda yapılan her türlü fedakârlığı ödüllendireceğini ve özellikle dini uğrunda kendisine emaneten verilen canı, yine sadece kendi rızası için feda edenleri de şehadet makamıyla ödüllendireceğini bizlere buyurmuştur. O halde bir kimsenin, çalışması ve gayretiyle ulaşabileceği en büyük makamlardan biri olan şehadet için insanın her şeyini feda etmesi, bu büyük ve onurlu makam için değmez mi? Elbette değer… Bu uğurda yaşamaya ve bu uğurda ölmeye değer.
İnsanlığın kurtuluş önderi Hz. Muhammed (sav) bu konuda; “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, isterdim ki Allah yolunda cihad edip öldürüleyim, sonra yine cihad edip öldürüleyim, sonra yine cihad edip öldürüleyim.”[1]“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanlar için zorluğa sebep olmasaydım, Allah yolunda cihad eden hiçbir müfrezeden geri kalmazdım.”[2] “Cennete giren hiç kimse, dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehit böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder”[3] buyurmuşlardır.
Bu hadislerden de açıkça anlaşıldığı gibi şehit olmak, inananlar için büyük bir ideal, büyük bir gayedir. Şu konuda hiçbirinizin şüphesi olmasın. Bütün davalar -ister batıl olsun, ister hak olsun, hepsi- gücünü ve muzafferiyetini, bu uğurda yapılan büyük fedakârlıklar, gözyaşı, mürekkep ve kandan almıştır. Elbette kıyamete kadar hak dava olan İslam da bugüne kadar ki yayılışını yine kendi uğruna dökülen gözyaşı ve kandan almıştır. Hatta şunu açıkça iddia edebiliriz: Hiçbir batıl dava, hiçbir ideoloji, bugüne kadar İslam davası için yapılan fedakârlığı, dökülen kanları, uğruna verilen canları ne görmüş ne de tanıklık etmiştir. Bu dava, en yüce dava; bu dava, Allah’ın rızasını gaye edinmiş bir davadır. Bu nedenle bu davaya hizmet etmek, bu davayı yeryüzüne hâkim kılmak hiç de kolay olmayacaktır. Bunun için büyük bedeller ödenmiş ve ödenmeye devam edilecektir.
Şu an içinde bulunduğumuz zaman dilimde hepimizin şahit olduğu bir gerçek de şudur: Ümmet coğrafyasının her tarafından oluk oluk kan, gözyaşı, keder, hüzün ve acı, nehir olup akmaktadır. Çünkü hak davanın muzaffer olması hiç de kolay değildir. Bir kere bu davaya gönül verince; bu dava için büyük fedakârlıklar da bulunmak şarttır. Çünkü insanın kadim düşmanı olan İblis, kötülük üzerine kurulu düzeniyle tüm kâfirlerle birlikte tüm gücüyle bu davayı engellemeye çalışmaktadır. Topyekûn İslam davasını hedef alan küfür sitemi, sahip olduğu tüm gücü de acımasızca, hiçbir etik kural tanımaksızın kullanmaktadır. Gerçekleri, ne kadar acı da olsa kabullenmek zorundayız. Ümmetin hemen hemen tüm coğrafyasından; kesintisiz acı, gözyaşı, zülüm altında göğe yükselen çığlıklar gelmektedir. Elbette Yüce Allah, kullarını imtihan eder. Sırf kendisine inandıkları için inananları yeryüzüne varis kılmaz. İnanmak, bedel ister; inanmak, fedakârlık gerektirir. İnanmak, ispat ve delil ister. Ve inanmak, şahitlik gerektirir. Dünyadaki yaşamın kanunlarından biri de günlerin, zaferin, iktidarın batıl ve hak arasında dolaştırılmasıdır. Her kim, sünnetullah çerçevesinde doğru ve yeterince çalışırsa güç ve kuvvet ona geçmektedir. Ancak inananlar için dünya iktidarından daha da fazlası vardır: “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah, gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye. Allah, zalimleri sevmez. Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor” (Al-i İmran, 3/140-141).
“Biz ise yeryüzünün (her yerinde ve her devirde) zayıf düşürülen kimselere (aciz ve çaresiz hale getirilip ezilen; inanç, itaat ve cihad ehline) lütufta bulunup (nimet ve faziletimizi tattırmak), onları (devlet, hükümet ve siyaset) önderleri kılmak istiyorduk ki böylece (ülkelerindeki ve yeryüzündeki imkân ve iktidarlara onları) mirasçı yapmayı (amaçlamıştık)” (Kasas, 88).
Ayrıca (Allah’ın bu davetine uyup iman eden ve) güzel amel işleyenlere (cennetle beraber) daha güzeli, bir de ziyadesi (Allah’ın tecelli cemâlini görmesi) vardır.[4] Artık onların (cennete ve rü’yete ulaşanların) yüzlerine zillet ve mahcubiyet (ayıpları) bulaşmayacak (hep emniyet ve saadet içinde olacaklar)dır. İşte bunlar cennet ehlidir ve orada daimi yaşayacaklardır” (Yunus, 10/26).
Kısacası; İslam davası için canını hiç tereddüt etmeden korkusuzca feda edenlere ne mutlu… Çünkü onlar, bir nevi ölümsüz yani (la yemut) olmaktadırlar. Rabbimizin Al-i İmran suresi 169. ayette buyurduğu gibi; “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar…” Yani onlar, Allah’ın izniyle diri olan, yaşayan ve ölümsüzlüğe en çok yaklaşanlardır. Bu dünyada fiziksel manada ölümsüz olmayabilirler; ancak onlar, kalplerde, zihinlerde, şiirlerde, kitaplarda kısacası tarihin en önemli sayfalarında isimleriyle, yaşayışlarıyla, örneklik ve rehberlikleriyle şehitler olarak yaşamaktadırlar. Ayrıca hiçbirimizin bilmediği, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği cennet nimetleriyle mizandan önce Yüce Rahmanın dileğiyle, lütfuyla rızıklanmaktadırlar. Bir müminin en büyük ideallerinden biri, hiç kuşkusuz şehadet olmalıdır. Gerçek bir dava adamına yakışan da “fî sebilillah” ya secdede, ya kürsüde, ya cephede ya da hayır bir iş üzere iken canını Rahman’a teslim etmesidir. Selamın en güzeli, şehitlerin üzerine olsun.
Yüce Rabbimiz, bizleri, şehitlerin ayak izlerinden yürüyen, onları takip eden ve kendisinin razı olduğu şehitlerden eylesin. Son olarak bu konuda Şehit Abdullah Azzam’ın tarihe geçecek şu sözünü hatırlatayım: “Ölüm tutkunu olun ki; size hayat bağışlansın…”
İslam DOĞUBEY
[1] Sahih-i Buhari, Müslim
[2] Sahih-i Buhari, Müslim
[3] Buhari, Cihad 5, 21; Müslim, İmaret 108, 109, (1877); Tirmizi, Fedailu’l-Cihad 13, (1643); Nesai, Cihad 30, 6, 32
[4] Müslim, İman 297

 Follow
 Follow
