İNKÂR EDENLERİN AMELLERİ KABUL EDİLMEZ
Bir amelin, salih amel olabilmesi için ameli işleyen kimsenin mümin olması, şirk ve gösterişten uzak durması, ameli iyi niyet ve ihlâsla ve bu amelin Şâri’nin (Kanun koyucunun) koyduğu kurallara uygun olarak yapması gerekir. Dolayısıyla iman etmeyen bir kimsenin yaptığı güzel, faydalı işler “salih amel” kapsamında değerlendirilemez. Çünkü amelin sıhhati için onu yapan kişide bulunması gereken şartlar bulunmamaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, iman etmeyenlerin amellerinin boşa gideceğini ve bu amellerin rüzgârın önünde kül yığınına benzediğini şöyle belirtmektedir:
“Kim iman (esaslarını) inkâr ederse o kimsenin ameli boşa gider” ( Maide, 5/5)
“Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiç bir şeye güç yetiremezler. İşte uzak bir sapıklık (içinde olmak) budur.” (İbrahim, 14/18 )
“Şüphesiz küfredip kâfir olarak ölenler, bunların hiç birisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azab vardır ve onların yardımcıları yoktur.” (Al-i İmran, 3/91)
Bu konuyla ilgili diğer ayetler de şöyledir: “Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerindedir.” (Bakara, 2/161)
“İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/39)
“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır.” (A’raf, 7/147)
“Onlar (Allah’ın ayetlerini inkâr edenler), amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmran, 3/22)
Bu ve benzeri ayetlerde de belirtildiği gibi işlenen bir amelin, salih amel olabilmesi için, ancak o amelin imanın bir gereği olarak ihlâs ve iyi niyetle yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde o amel, işleyeni riya ve gizli şirke sürükleyerek Allah’u Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırır ve gazabına müstahak kılar. Nitekim ashaptan birisi diyor ki: “Resul-u Ekrem (as)’i ağlarken gördüm ve ‘Ya Rasulullah, nedir seni ağlatan?’ diye sordum. ‘Ben ümmetim için şirke düşmelerinden korktum. Yanlış anlamayın. Onlar puta, güneşe veya aya tapmazlar. Onlar amelleriyle gösteriş yaparlar’ diye buyurdu.”
Bir başka hadis-i şerifte de, salih ameli başkalarına emretmesine rağmen kendisi yapmayan ya da münkeri başkalarına yasaklamasına rağmen kendisi yapanın ahiretteki durumu şu şekilde gündeme getirilmektedir. Usame (r.a)’den Rasulullah (as)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır da bağırsakları derhal karnından çıkar. Sonra o kişi bağırsakları etrafında değirmen merkebinin değirmende döndüğü gibi döner. Bunun üzerine cehennem halkı o kişinin etrafına toplanıp:
“Ey filan! Halin nedir? Sen bize iyilikle emreden, bizi kötülükten nehyeden değil miydin?” derler. O da:
“Ben size iyiliği emreder ama kendim yapmazdım, münkerden nehyeder de kendim işlerdim” diye cevap verir.” (Buhari-Müslim)
Bir başka hadis-i şerifte ise “Kıyamet gününde azabı en şiddetli olan o kimsedir ki (görünüşte) insanlar ondan hayır görür (onu hayır ehli ve iyi sanır) hâlbuki onda hayır yoktur” buyurulmaktadır.
SADECE İMAN ETTİK DEMEK YETMEZ
Daha önce de belirtildiği gibi sadece dille ikrar kişiyi mü’min yapmaz ya da sadece imanı kalple tasdik edip onun (imanın) gereğini yerine getirmemek de kişiyi kurtarmaz. Çünkü iman, dille ikrar, kalple tasdik, uzuvlarla amel etmektir. Bu ise, hayatı bütünüyle Allah’a adamak ve sadece O’nun için yaşamaktır. (En’am, 6/162) Zaten yaratılış gayemiz de sadece ve sadece Allah’a ibadettir/kulluktur. (Zariyat, 51/56) İçinde yaşanılan dünya da insan için, bir imtihan dünyası olarak var edilmiştir. Bu nedenledir ki, Rabbimiz, ‘hayatı ve ölümü imtihan için yarattığını’ (Mülk, 67/2) belirtmektedir. İnsanın bu imtihandan başarılı olabilmesi iman ile birlikte salih ameller işlemesine bağlıdır. İmanın korunması ve kalpte kökleşmesi için de amel gereklidir. Amelsiz iman olmayacağı gibi imansız amel de olmaz. Çünkü düşünce alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman, meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması salih amellerle mümkün olur.
“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’.” (Fatır, 35/10)
Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet Suresi, 41/33)
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
“Hepsi bir değil, ehli kitap içinde Allahın ayetlerini gecelere kadar tilavet eden, secde eden bir ümmet (topluluk) vardır. Allah’a ve ahiret gününe iman ederler, iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Hayırlara koşarlar, onlar salihlerdendir.” (Ali İmran, 3/113-114)
Yüce Allah, imanın, sırf dille söylenen bir söz olmadığını, imanın, insanı birtakım sorumluluklarla yükümlü kıldığını, kötülükleri yapanların yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağını, imtihan edilmeden sadece iman ettik demekle insanın kurtulamayacağını şöyle ifade etmektedir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? And olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar! Her kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir. O her şeyi işiten ve bilendir. Cihad eden ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir. İman edip iyi işler yapanların kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut, 29/1-7)
Yüce Allah, cennette yüksek derecelere ulaşmayı imanla beraber salih amele bağlamış ve bu konuda da şöyle buyurmuştur:
“Kim de O’na salih ameller işlemiş bir mümin olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.” (Taha, 20/75)
“İnanan ve salih amelleri işleyenleri, altlarından nehirler akan cennetlerle müjdele…” (Bakara, 20/25)
“İnanan ve salih amelleri işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetleler koyacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları tatlı (koyu) bir gölgeye koyarız” (Nisa, 4/57)
Bir başka ayette Yüce Allah, dünya nimetleri içerisinde insanın en çok değer verdiği iki nimete dikkat çekmekte ve bu nimetlerin hayatın süsü, zineti olduğunu ve bu iki nimetin de dünya ile birlikte sonuçta yok olacağını ve ahirete gidecek olanın yalnızca imanla birlikte salih amel olacağını şöyle buyurmaktadır:
“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan iyi ameller ise, Rabbinin katında, sevapça da hayırlıdır, ümid yönünden de daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)
Ayrıca salih amel işlemeden ahirete gidenlerin dünyaya dönüp salih amel işlemek için yalvaracakları Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:
“Onlar cehennemde, “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim” diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Fatır, 35/37)
Hadislerde İman ve Salih Amel
Hz. Peygamber (as), İslam’ın insanlara yüklediği yükümlülüklerden kendisini hariç tutmamış, farzları önce kendisi uygulamış, yasaklara önce kendi uymuş ve salih amelleri pratik olarak ümmetine bizzat göstererek örnek olmuştur. Nitekim dönemin Umman Sultanı’nın, Hz Peygamber (as) ile ilgili olarak “O, bir şeyi yasaklayacağı zaman önce kendi nefsinde onu yasaklar, sonra diğerlerine emrederdi ya da bir şeyin yapılmasını emredeceği zaman da onu önce kendisi yapar, sonra da başkalarına emrederdi” sözleri de bunu teyid etmektedir. Dolayısıyla O, ‘başkalarına emredip de kendisini unutmazdı.’ (Bakara, 2/44) O ferdî, ailevi, idari ve ekonomik faaliyetlerinde daima Allah rızasını ön planda tutarak hayatının bütününü ibadet olarak geçirmiştir. Gündüzleri İslam’ı insanlara tebliğ ile geçiren, geceleri de ayakları şişinceye kadar namaz kılan Hz. Peygamber (as)’a Hz. Aişe Validemiz (ra) şöyle demiştir: “Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlandığı halde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim.
Bana cevaben:
– “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı, Ya Aişe?” diye buyurdu. (Buhârî, Tefsîrû sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81.)
Hz. Muhammed (as) birçok hadislerinde, salih amellerin iman ile birlikte işlemeyi gerektirdiğine dikkat çekmiş ve imanın durağan, kalpte yerleşip kalan bir inanç olmadığını birçok sözlerinde vurgulamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (as), “İman temenni ve süs değil, kalbe yerleşmiş ve yapıp edilenlerle doğrulanmış olandır” buyurmuştur. İmanın kalbin bir ameli olduğunu bir başka hadis-i şerif açıkça şöyle ifade etmektedir:
“Amellerin en üstünü hangisidir” diye soruldu. Hz. Peygamber, “Allah ve Resûlüne iman etmektir” buyurdu. “Sonra nedir?” denildi “Allah yolunda cihad etmektir” cevabını verdi.
“Sonra hangisidir?” diye soruldu. “Mebrur olan hacc’tır” buyurdu.” Peygamberimiz, iman ile amelin birbiriyle olan bağlantısını şöyle ifade etmektedir:
“Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resulünü, Allah ve Resulünden başka her şeyden fazla sevmek, Sevdiğini Allah için sevmek, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek, asla istememek.”
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Resulullah (a.s) buyurdular ki: …Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır -eliyle göğsünü işaret etti- :Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir Müslüman’ın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” (Buharî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563-2564)
Hz. Peygamber Efendimiz salih amellerin bizimle birlikte ölüm ötesine de gideceğini, kabirden içeri yalnız iman ile birlikte salih amellerimizin gireceğini şöyle vurgulamaktadır:
“Ölüyü kabre kadar üç şey takip eder; ikisi geri döner ve biri onunla daima beraber olur. Ailesi, malı ve ameli onu kabre kadar takip eder, ailesi ve malı geri döner, geriye yalnızca onunla birlikte ameli kalır.”
Bir başka hadiste de, amel defterinin üç şeyden dolayı kapanmayacağını belirtir:
“Mü’min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, miras bıraktığı bir mushaf (kitap), geride bıraktığı salih bir evlad, inşa ettiği bir mescid, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır.”
İman parçalanma kabul etmez, yani Allah’tan ve Resulünden gelenlerin bir kısmına iman, bir kısmını ise kabul etmemek, olmaz. Allah’a ve Resulüne tam ve kâmil anlamda iman etmek gerekir. Çünkü imani/akidevi konularda parçacı yaklaşım olmayacağı gibi bu konuda pazarlık da olmaz. Rivayet edildiğine göre Yahudi hahamlarından bir topluluk, Rasulullah’a gelmişler: “Ey Allah’ın Resûlü biz, sana, kitabına, Musa’ya, Tevrat’a ve Üzeyir’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi. Peygamberimiz de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki her kitaba iman ediniz” buyurdu. “Yapmayız” dediler. Bunun üzerine; “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur” (Nisa, 4/136) ayeti nazil olmuştur.
İMANIN İNSANDA MEYDANA GETİRDİĞİ DEĞİŞİM
Zaman zaman kendimize sorarız; acaba neden kıldığımız namazlar, tuttuğumuz oruçlar, verdiğimiz sadakalar, okuduğumuz Kur’an’lar bizlerin amellerini değiştirmiyor? Bu sorunun cevabı çok zor görünse de aslında çok basittir. O, her biri yıldız olan sahabelerin imanları çok güçlüydü. Olayı içlerinde bitirmişlerdi. İman konusunda şüpheleri kalmamıştı. Hz. Bilal daha kaç ayet biliyordu ki onca işkenceye maruz kalmasına rağmen tevhid sözünü ağzından düşürmemekteydi. Onun söylediği tek şey vardı “La İlahe illallah!” Bu cümleyi söyleye söyleye takati kalmamış artık ancak “Ehad” diyebiliyor, sesinin tükendiği anlarda da şahadet parmağıyla Allah’ı birliyordu. Çevresindeki kâfirlere o haliyle bile korku salıyordu. Neden korkuyorlardı onun bu halinden? Korkuyorlardı çünkü bu kadar işkence, eziyet, dayak, açlık, susuzluk onu inandığı davadan vazgeçiremiyordu. Bu, nasıl bir davaydı ki, bunca çileye karşın vazgeçilmiyor ve aksine daha da sıkı sıkı bağlanmaya sebep oluyordu. Demek ki bu iş ilk önce kalpte başlıyor.
Hz. Peygamber ve beraberindeki sahabeler yıllarca Mekke’de kaldılar. Düşünsenize Mekke’de Yasir ailesi işkence çekiyor ve Müslümanların ellerinden bir şey gelmiyordu. Annesi (Hz. Sümeyye) ve babası (Hz. Yasir) işkenceler altında şehid edilmişlerdi. Sıra Ammar’a gelmişti. Ancak Ammar’ın bedeni işkenceyle dağlansa da içi rahattı. Şuurunu kaybetme noktasına gelinceye kadar işkence ettiler ve sonunda kendi ilahları için hayır söylemesini istediler ve Ammar da dediklerini dili ile söyleyiverdi. Sonra pişmanlık içerisine girdi. Ama iş işten geçmişti. Resulullah ile konuştuktan sonra rahatlamıştı. Çünkü bu olay üzerine ayet nazil olmuştu. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktaydı:
“ İman ettikten sonra kâfir olanlar, Allah’ın gazabına uğrarlar, onun için büyük bir azap vardır. Yalnız bu hüküm, kalpleri kesin bir imanın hazzı ile donanmış olduğu halde baskı altında kalanlar için değil, fakat gönüllerinin kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir.” (Nahl, 16/106) Hz. Ammar (ra), küfrü gerektiren sözleri sadece diliyle söylemesine, bu sözlerin zerresi bile kalbe inmemesine rağmen yine de rahatsız olmuştu. Ancak bu ayet kendisini rahatlatmıştı. Her bir sahabe işkenceler altında inletilmesine rağmen böyleydi. Çünkü onların imanı kalbe öyle bir yerleşmişti ki kimse çıkaramazdı. İman, onları ve hayatlarını değiştirmişti.
İşte imanın değiştirdiği bir başka isim Bilal-ı Habeşi (ra) idi. Bilal-ı Habeşi (ra), Mekke’de müşriklere karşı Müslümanlığını açıklamaktan korkmayan birisiydi. Bilal-i Habeş (ra)’ın boynuna uzun bir urgan bağlamışlardı. Çocuklar, urganın ucundan tutarak çekip götürüyorlar, Bilal de “Ahad, Ahad (Allah birdir, birdir) Ben Lat’ı, Uzza’yı, Hubel’i, İsaf’ı, Naile’yi, Buvane’yi tanımam!” diyordu.
Ümeyye b. Halef, Bilal’i 24 saat aç susuz bıraktıktan, öğleyin güneşin en kızgın taşlara ve kumlara sürttürüp kaktırdıktan, ağzına güneşten kurumuş bir lokma et parçası verdikten sonra göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve:
“Andolsun ki sen ölmedikçe yahut Muhammed’i ve onun dinini inkâr ve reddederek, Lat’a, Uzza’ya tapmadıkça, bu azap üzerinden kaldıramayacaktır!” diyordu.
Bilal ise, bütün bunlara katlanır, ölmeyi göze alır, “Ben Lat’ı, Uzza’yı kabul etmem! Allah birdir, birdir” der dururdu. Umeyye de Bilal’in azap ve işkencesini şiddetlendirdikten sonra çekilip giderdi. Bilal bayılır, nice sonraları ayıkınca işkencesi bir kat arttırılır, o da buna imanının kuvveti ile dayanırdı.
İşte Mekke’deki İslami hareket böyle bir şiddet ortamında yayılmıştı. O zaman bu hareketin her ferdi, çok kere canını dahi feda ederken işkencenin, fitnenin her çeşidini tatmıştı. O gün hiç kimse açıktan Kelime-i Şahadet’i söyleyemezdi. Hiç kimse bu yeni İslam cemiyetine ve onun yeni öncülüğüne dahil olamazdı… Ancak kendilerini, Allah’a adayan kimseler bu tehlikeye girerdi. Onlar, çok kere işkencenin, fitnenin, açlığın, gurbetin, eziyetin ve hatta ölümün en adi örneklerini tatmışlar ve kendilerini bunlara tahammüle hazırlamışlardı…
Hz. Osman Müslüman olunca, amcası Hakem onu, urganla bağladı ve: “Sen atalarını bırakır da, sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi?! Vallahi, tuttuğun bu dini bırakıncaya kadar seni çözmeyeceğim!” dedi.
Hz. Osman: “Vallahi, ben onu ne bırakırım, ne de ondan ayrılırım!” diyerek dayatınca, amcası, Hz. Osman’ı bırakmak zorunda kaldı.
Abdullah İbn Mes’ud, kısa boylu, ince ve sıska bacaklı, ufacık tefecik, kara kuru bir zat idi. Ashab-ı Kiram, bir gün, tenha bir yerde toplanmışlardı. “Vallahi, Kureyş’e şu Kur’an-ı Kerim’i Rasulullah’dan başka açıktan dinletebilen bir kimse olmadı. Sizden kim gider de, onlara açıktan Kur’an okuyup dinletebilir?” dediler.
Abdullah İbn Mes’ud ortaya atıldı ve kendisinin gitmek istediğini söyledi. Ashab: “Biz, onların, sana zarar vermelerinden korkarız. Biz, öyle bir adam istiyoruz ki, gerektiği zaman, kendisini, müşriklerden koruyabilecek bir kavim ve kabilesi bulunsun!” dediler.
İbn Mes’ud: “Bırakın beni, gideyim; Allah, beni onlardan korur!” dedi.
Ertesi günü, kuşluk vakti Makam-ı İbrahim’e doğru yürüdü. Kureyş müşrikleri de orada toplanmış bulunuyorlardı. İbn Mes’ud ayakta, yüksek sesle besmele çekti… Rahman suresini okumaya başlayınca, müşrikler birbirlerine “Ümmü Abd’in oğlu ne diyor. Herhalde, Muhammed’in getirdiği şeylerden okuyor” diyerek İbn Mes’ud’un üzerine yürüdüler, tokat ve yumruklar altında okumaya devam ederek Allah’ın dilediği kadar ayetleri onlara dinletti.
Arkadaşlarının yanına döndüğünde: “Allah düşmanlarını ben bugünkü kadar zayıf görmedim. İsterseniz, yarın sabah onlara bir o kadar daha dinletebilirim” demişti.
İşte Ebu Zerr, iman onda da aynı değişimi yapmıştı. Peygamberimiz ona “Ey Ebu Zerr, sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dönüp git. Bu işi (tevhidi) açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel” dediğinde Ebu Zerr: “Ya Rasulullah! Seni peygamber olarak gönderen Allah’a andolsun ki, ben bunu onların arasında bağırarak açıklayacağım!” dedi. Sonra kalkıp Mescid-i Haram’a gitti. Bağırarak; “Ey Kureyş topluluğu, ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve Resulüdür” deyince, Kureyş müşrikleri “Kalkın vurun şu Sabiiye” diyerek üzerine saldırdılar.
İşte ne zaman ki âlemlerin Rabbine kulluk edilmesi için hak bir davet gelmişse, kulu kula taptırmayı prensip edinen cahiliye derhal bu yeni faaliyetin karşısında, batılı temsil eden eski ve kokmuş cahiliyeyi bulmak tabii ve normal sayılmıştır.
Onların iman edip İlah olarak Allah’ı bilmeleri, hayatlarında değişimi gerçekleştiriyordu. Çünkü daha elle tutulur kitapları bile yoktu. Sadece Peygamberimizin onlara anlattığı birkaç ayet bulunmaktaydı. Müslüman olmanın ilk şartı olan “Kelimeyi Tevhid”, onlardaki bu değişimi başlatıyor, eski hayatlarını bir kalemde siliyorlardı. Hâlbuki bu kelimeyi Ebu Cehil ve onun gibi birçok kâfir duyuyordu. Bu kelime bir kısmını Allah katında başka bir insan yaparken, O’na savaş açanları ise başka bir insan haline getiriyordu. O gün insan iman ettikleri andan itibaren kendilerine yepyeni bir yaşam çizgisi çiziyorlar. Hem öyle bir yaşam ki eski yaşantılarından çok daha zor, çok daha meşakkatli, çok daha eziyetli bir yaşamdı. Ama asla geri dönüş olmuyordu. Bunun nedeni, Peygamber efendimiz vasıtasıyla Kur’an’la tanışan o insanlar Kelimeyi Tevhid’de ne anlaşılması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Onlara karşı çıkan güruh da neye karşı çıktıklarını çok iyi biliyorlardı.
Aslında bu yapılanlar, iman eden müminlere ilk kez yapılmamaktaydı. Yani imanlarından dolayı ilk işkence gören ya da şehid edilenler sadece bu müminler değildi. Çünkü geçmiş peygamberlerin döneminde de aynı işkenceler yapılmıştı. Nitekim kimi peygamberler şehid edilmişler kimilerine de işkenceler yapılmıştı. Hz. İbrahim (as) ise dağ gibi ateşin içine atılmıştı. İman edenlere değişmez kuralı yine Rabbimiz bir ayet-i kerimesinde şöyle açıklamıştır; “Sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü’minlerle; “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 2/214)
Habbâb bin Eret (ra), işkenceler altında bunaldığı bir gün Hz. Peygambere gelerek “Ya Rasulullah, Allah’ın yardımı ne zaman? Hz. Peygamber (as) da; “Sizden önceki kavimlerde öyleleri vardı ki, onlar için yerde bir kuyu kazılır, kuyunun içine atılır, testerelerle başından aşağıya ikiye bölünür, fakat yine de dinlerinden dönmezlerdi. Demir taraklarla etleri kemiklerine kadar taranırdı da, yine de bu işkenceler onları dinlerinden çeviremezdi. Vallahi Allah, bu dini tamamlayacak. Endişe ve ızdırablardan o derece emin olacaksınız ki, bir atlı Sana’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmadan gidecek. Kimsenin, koyun sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz.” (Buharî: 4/238-239)
Aynı tehditlerin, aynı işkencelerin Hz. Musa (as) döneminde de olduğunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
Hz. Musa, Firavun’u arınmaya, kendisini Allah’a giden yola iletmeye ve O’ndan korkmaya, sakınmaya davet edince; o, Musa’yı yalanladı. Sonra sırtını döndü, koşmağa başladı, adamlarını toparladı ve şöyle bağırdı:
“Ben sizin en yüce Rabbinizim” dedi.” (Naziat, 79/24)
“Firavun: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum.” (Kasas, 28/38)
Böyle edepsizce rububiyetini ve ulûhiyetini hiç kimseden çekinmeden göğsünü gere gere ilan eden Firavunlara karşı “iman”ın kişilerde gerçekleştirdiği değişim ve o değişimin gerektirdiği pratiğe bir göz atalım.
“Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere: “Bu dedi, herhalde çok bilgili bir sihirbaz!” “Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” Dediler ki: “Bunu ve kardeşini eğle, şehirlere de toplayıcılar gönder.” “Bütün bilgiç sihirbazları sana getirsinler.” (Şuara, 26/34-37)
“Böylece, sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka, “Siz de toplanıyor musunuz? (Haydi, çabuk olun)” denildi. “Üstün gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız” dediler. Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a “Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır, değil mi?” dediler. Firavun cevaben: “Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin, gözde kimselerden olacaksınız” dedi. Musa onlara “Atın, ne atacaksanız” dedi. Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve “Firavun’un kudreti hakkı için şüphesiz elbette bizler galip geleceğiz” dediler. Ardından Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor! Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. “İman ettik, dediler, Âlemlerin Rabbine ” “Musa ve Harun’un Rabbine!” (Şuara, 26/38-48)
Beklenen an gelmiş, imanla temasa geçen kalplerin sihirbazlarda oluşturduğu bir değişim, bir devrim başlamıştı. O an sallanmıştı Firavun’un saltanatı, hâkimiyeti. Bu beklenmedik değişimin korkusuna kapılan Firavun, bir diktatör ve zorbanın söyleyeceği şu sözleri sarf etmişti:
“Firavun: “Ben size izin vermeden mi ona iman ettiniz? O, muhakkak size sihir öğreten büyüğünüzdür. And olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve muhakkak sizi hurma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azabının daha şiddetli ve devamlı olduğunu bileceksiniz” dedi.” (Taha, 20/71)
“(İman eden sihirbazlar şöyle) dediler: “Bize gelen bu açık mucizeler ve bizi yaratana karşı, asla seni tercih edemeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.” (Taha, 20/72)
“Doğrusu biz hem günahlarımıza, hem bizi zorladığın sihre karşı, bizi bağışlasın diye, Rabbimize iman ettik. Allah (sevapça senden) daha hayırlı ve (azab verme bakımından da) daha devamlıdır.” (Taha, 20/73)
Hiç şüphesiz bu ani değişiklik, Firavun ve adamları üzerinde yıldırım tesiri yaptı.
İşte bu düşüncede olan sadık sihirbazları daha önce Firavun’un ismini ve kudretini anarak (besmele çekercesine) secde ettikleri gibi Musa’nın Rabbine secde ediyorlar, mağlup oluyorlar, mağlubiyetlerini itiraf ediyorlardı.
Musa’nın Allah tarafından gönderildiği hususunda doğruluğunu ikrar ediyor, onu peygamber olarak gönderen âlemlerin Rabbine iman ediyorlardı. Az önce sadık ordusu olarak hizmetine koştukları, kudretine sığınarak işe başladıkları ve ücretlerini bekledikleri Firavun’un ibadetinden kendilerini çekip sıyırıyorlardı.
Bu böyle bir inkılâptı ki Firavun’un tahtını temelinden sarsıyordu. Öyle bir dönüş ki Firavun ve etrafının ve toplanmış büyük bir kalabalığın gözleri önünde ve onların kulaklarını patlatırcasına…
İman, sahabenin ve Hz. Musa (as) dönemindeki sihirbazların hayatını böyle değiştirmişti. Eğer bugün iman ettiğini söyleyenlerin hayatında, böyle bir değişiklik meydana gelmiyorsa, iman edişlerinde bir sıkıntı var demektir. Bu sıkıntıyı gidermenin yolu ise, tıpkı sihirbazların -Firavun’un tehdidine aldırmaksızın- biz de iman ettik Musa’nın ve Harun’un Rabbine dedikleri gibi yeniden iman etmek gerekiyor. Aksi halde hayatı değiştirmeyen, öncelikleri belirlemeyen, kısacası hayatı bütünüyle kuşatıp yön vermeyen bir imanın ahirette hiçbir faydası olmayacaktır. O halde “Ey İman edenler iman edin” (Nisa, 4/136) ayetinde belirtildiği gibi, şeksiz, şüphesiz yeniden iman etmek gerekmektedir.
İşgallere, istilalara, emperyal küfre, şirke ve tuğyana ve yerli işbirlikçilere karşı direnmenin, İslam Dinini bu topraklarda yeniden hâkim kılmanın tek yolu, samimi ve ihlâslı bir şekilde iman etmektir. (Hucurat, 49/15) Bu şekilde iman ettiğimiz zaman, bu ümmet, -İnşaallah- yeniden birlikteliğini sağlayarak kıyama kalkacaktır. Ümit ve temenni ederiz ki, o günler çok uzak değildir.
NOT: Bu yazı Genç Birikim Dergisinin 180.Sayısında( Mayıs 2014) Yayımlanmıştır.