Tarih boyunca her devirde İslam’ı yaşamanın bir bedeli‚ bir faturası olmuştur. Gerçek Müslümanlar tarih boyunca bunca acı ve sıkıntıyı çekmişken‚ bizler de dinimizi yaşama uğrunda bir parça yorgunluk‚ bir parça sıkıntı çekmek zorundayız. Biz de hak yolda bir parça terlemeli‚ biraz olsun dertlenmeliyiz. Zorluğu görünce yılmamalı‚ birbirimize destek olmalıyız.
Taif dağlarında çile çeken Hz. Peygamber’in ümmeti değil miyiz biz? Taşlanan‚ kovulan‚ hakarete uğrayan ama beddua etmeyen şanlı Peygamber’in ümmeti değil miyiz? Onun ümmeti olarak bizler de İslâm’ı yaşama yolunda mukaddes çileye talip olmalı‚ imanımızın bedelini ödemeye hazır olmalı‚ maddî sıkıntıları göze almalı‚ daha azimli ve daha gayretli olmalıyız. Böylece ya beklediğimiz neticeye ulaşırız… Ya da biz çalıştık‚ görevimizi yerine getirdik‚ kalbimiz müsterih… ama neticeye varmak zorunda değiliz. Arzulanan neticeyi verecek olan Allah’tır‚ deriz.
İşte hadisimizde fitne zamanında İslâm’a‚ Kur’an’a‚ İslâmî müesseselere sahip çıkmanın zorluğu‚ bid’at ve hurafelerle mücadele etmenin‚ samimî bir şekilde dine bağlanmanın güçlüğü kor ateşi elde tutmak gibi bir örnekle anlatılmaktadır. Ulvî hedefi olanların‚ neslin eğitimine ve gençliğin manevî hayatına önem verenlerin‚ Kur’an ve Sünnete sımsıkı sarılanların; birtakım maddî sıkıntılarla karşılaşacağına‚ imanının bedelini çile ile ödeyeceğine işaret edilmektedir.
Mücadelesinde netice almak‚ zafer elde etmek isteyenlerin çileye talip olması‚ maddî sıkıntılara hazır olması ilahî kanundur. Sıkıntılar‚ problemler‚ dertler ve çileler hak yola gönül verenler içindir. Önemli olan yılmamak‚ tükenmemektir. Bu gerçeğe Kur’an-ı Kerim şöyle işaret etmektedirler.
(http://www.hayalkalpler.com/?baslik=CILEYE_TALIP_MIYIZ_&id=12386&cat=90)
“Yoksa siz‚ sizden öncekilerin başına gelenler sizi başınıza gelmeden kolayca Cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öyle dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki‚ Peygamber ve onunla beraber olan mü’minler: Allah’ın yardımı ne zaman? dediler. İyi bilin ki‚ Allahın yardımı yakındır.” (2/Bakara/214)
Ebû Abdullah Habbâb İbni Eret radıyallahu anh şöyle dedi:
Hırkasını başının altına yastık yapmış, Kâbe’nin gölgesinde dinlenmekte olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e müşriklerden gördüğümüz işkencelerden şikâyette bulunduk ve:
Bizim için Allah’tan yardım dilemeyecek ve Allah’a dua etmeyecek misiniz? dedik.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
– “Önceki ümmetler içinden bir mü’min yakalanır, kazılan bir çukura gömülür, sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz acele ediyorsunuz.” Buhârî, Menâkıb 25.
Bu ayet ve hadis onların nasıl sıkıntı çektiklerinin göstergesi açısından önemli ve yeterli bir örnektir. Bu örnek vb örnekler bizlere boşuna verilmiyor. Onların yaşadığı, çektiği sıkıntılara bizlerinde duçar olabileceği ona göre hazırlıklı olmamız gerektiğine işarettir. (Allahu Alem)
Çünkü sadece iman ettik demekle iş bitmiyor. Müslüman, Allah’a inanıyorum, iman ediyorum, demekle de kurtulamaz. “Mü’minler, sadece “İman ettik.” demeleri sebeple kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tabi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (29/Ankebut / 2)
Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir. (3/ALİ İMRAN/186)
Seyyid Kutup diyor ki: “Bizim yolumuz dikenli bir yoldur, ayağını seven gelmesin.”
Sabır Mü’minin en önemli yol azığıdır. İslam yolunda karşısına pek çok bela ve sıkıntılara maruz kalabilir. Bu gibi durumlara karşı direnç göstermek, ayakta kalmak, kararlı olmak, mücadele etmek, taviz vermemenin adıdır sabır.(*)
Mekke’de Kur’an vahyinin ilk inzal olduğu zamanlar kazanım sağlayıcı öncelikli hedefler kısa vadeliydi: Vahyi doğruları kavramak, vahyi çizgiden ve fıtrattan uzaklaştıran her türlü yabancılaşmaktan kurtulmak. Ve türlü imkânsızlıklara rağmen sabırla tebliğ ve tanıklık görevini yerine getirmek. Ki sabır, büyük ölçüde her türlü dünyevi aldanışa karşı direnmek ve insanların, firavunların, tağutların, zalimlerin kulluğundan kurtulmak için özgürlük mücadelesini üstlenmek demekti.
Mekke şartlarında ilk Müslümanlar baskı, alay ve işkenceler karşısında bunalmaya başlayınca Rabbimiz onların dikkatlerini Müzzemmil Suresi’nde geleceğe çekti. Her gece yoğun bir eğitim-ibadet hazırlığı içinde olanları affederken, kendilerine yapılan zulüm ve işkencelere cevap vermek için, gelecekte kıtal yapacaklarının haberini verdi. (H.D. S.15)
“Her ıstırap bir uyanıştır.” der Hilmi Yavuz. Zorluklar, insanı arayışa sevk eder. Uyandırır. Dinamizme kapı açar, Zorluklar aşıldı mı insana zevk verir. Yeni hedefler için ateşler, insanı. Dıştan bakanlar, dava erlerini ıstıraplı görür, sıkıntılı bir hayat sürdürdüğünü sanır. Hâlbuki onun iç huzuru, dış sıkıntılarını unutturur. Aşık Veysel’in: “Eğlenecek yer bulamam Gönlümdeki köşk olmasa.” dediği gibi onun köşkü, sarayı gönlündedir. O, içinde huzurludur. Her zorluğu aştıkça ayrı bir kuvvet kazanır. “İnsanı zorluklar kuvvetlendirir.” der Gasson gibi. Sıkıntıların upuzun bir hayat yolu için kısa olduğunu bilir. Çünkü uzayan yollarda tüneller kısadır.
Dava eri, toplumun geleceği için güzel rüyalar görür. Başkaları için çektiği ıstırapları kutsal bir çile görür, Bilir ki büyük ideallerin temeli dayanmak, bir yüzü ıstırap, bir yüzü yanmaktır. Dava adamı bilir ki o cehennem ateşinde yanmak, yanmanın en kötüsüdür. O ateşe düşmemek içindir dava adamının bütün çabası; İslamı bir dava olarak kabul etmek, sıkıntıları eziyet ve işkenceleri göze almaktır. Eziyet ve işkencelere katlanmak davaya sadakatin, vefanın gereğidir. İmanın, Allah’a bağlanmanın gereğidir. Istıraplar insanı pişirir, Allah’a yaklaştırır.
İnanan insanlar inandıkları için tarih boyunca çeşitli dönemlerde işkenceye maruz kalmışlardır. Bu yüzden dava adamı, inancı uğrunda eziyet ve sıkıntıları göze almalıdır.
Başta Peygamberler eziyet ve işkenceye maruz kaldılar, İbrahim (as) ateşe atıldı. Zekeriya (as) vücudu testereyle ikiye bölündü. Firavun, Hz. Musa’yı rahat bırakmadı. Hz. İsa çarmıha gerildi. Hz. Nuh, kavmi tarafından alaya alındı. Baygın düşünceye kadar taşlandı. (D.A.O..S..118-119)
“Başa gelen her musibet, Allah’ın izniyledir. Kim Allah’a inanırsa Allah, onun kalbini doğru düşünceye iletir.” (Tegabün 64/11)
Bediüzzaman, Allah’tan gelen bela ve musibetlerin dava adamını sarsmaması gerektiğini bilakis, Allah’ın davasının gereği olduğunu bilip dava adamının bunları hoşlukla karşılaması gerektiğini söylüyor:
“Sana bir musibet geldiği vakit, de: inna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Yani, “Ben malik’imin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izni ve rızasıyla geldinse, merhaba, safa geldin. Çünkü elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız.” der. (Lemaalar,17. Lema,S. Nota, 5:187)
Kim Allah’ın kader sırrını anlarsa musibetler o kimseye kolay gelir. Kul, sebep ve tedbirleri yerine getirdikten sonra başına gelene razı olmalı. Şikâyet etmemeli. Kula düşen, bela ve musibetlere sabır kalkanı ile karşı koymalı.
Hadiste; “Bir mümin, Allah’a kavuşuncaya kadar başından, çoluk çocuğundan, malından bela eksik olmaz.” (Riyazüs Salihin:1 S: 81) Madem Allah, kullarına kaldıramayacağı yük yüklemiyor, öyleyse kulun sabır kuvveti, o bela, musibet veya hastalığa tahammül edebilmek açısından yeterli gelecektir. Ancak kul, sabır kuvvetini gelecekle ilgili vehim ve endişelerle; geçmişle ilgili elemlerle zayıflatmamalı.
Bir kutsi hadiste: “Benim hükmüme razı olmayan ve benim verdiğim musibete sabretmeyen kişi, kendine benden başka bir Rab arasın.” (Camiissagir 2/181)
En büyük bela ve musibetler, Peygamberlere, sonrada din büyüklerine gelmiştir. İnsanlar, dini kuvvetine göre bela ve musibete duçar olur. Mu’ab b. Said’in babasından (r.a) naklettiği hadiste anlatıyor: ”Ya Resulullah! En şiddetli belaya kimler uğrar?” dedim. Buyurdu ki: “Başta peygamberler, sonra onlara benzeyenler, sonrada ondan sonra gelenler. Kişi dini nispetinde belaya uğratılır, Eğer kişi dininde sağlam ise belası da şiddetli olur. Eğer dini zayıfsa, belası da o nispette olur. Üzerinde bir günah ve hata kalmayacak şekilde yeryüzünde yürüyünceye kadar bela, kulun peşini bırakmaz.” (Tirmizi, Zühd, 57)
Dava şuuru, kararlı olmayı, başarılı olmayı öngörür. Başarıda azim, ruhi direnç önemlidir, Zorluk ve sıkıntılar da bu ruhi dirençle aşılabilir, imam Hanbel’i görevliler, kollarından tutarak ayakları sürünür vaziyette hapse götürüyorlar, vücudu da çok zayıf olduğu için görenler vah vah, deyip üzüntülerini ifade ediyorlar. İmam Hanbel ise onlara “Zorluklara katlanmak bedeni kuvvetle değil, ruhi kuvvetle olur.” diye cevap veriyor.
“Deniz feneri, fırtınaya aldırmaz.” Sıkıntı ve zorluklar, hayatın tuzu, biberidir. Onlar olmadan huzurun tadı olmaz. Yemeğe katılan fazla tuz da az tuz da tadına zarar verir. Hayatın acılarını, sıkıntılarını ayarlı götürmek, ayarlı algılamak gerekir ki hayat güzel olsun. (D.A.O..S..116-117)
İnsanlar seviyelerine göre bela ve musibetlerle imtihan edilirler. İbrahim’in ateşe atılması, Hz.Yusuf(a.s)’un kuyu ve zindana atılması, Hz. İsa(a.s)’nın çarmıha gerilmesi gibi. ”Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim.” (Muhammed 47/31)
Dava eri sürekli imtihandadır. İmtihanda başarılı olmanın çaresi ise sabır ve sebattır: “Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin. Allah’tan korkun(sakının). Umulur ki kurtulursunuz.” (Al-i İmran 3/200) Uğrunda sıkıntı çekilmeyen, bela ve musibete uğranılmayan gaye, dava olamaz. Gayeyi dava haline yükselten, katlanılan sıkıntı ve eziyetlerdir. Davanın başarıya ulaşması sancısız olmaz. Dava adamının yolu mahrumiyetlerden, mağduriyetlerden, hapislerden geçer. Dava adamı bunlara hazırdır.
Dava adamı zamansız gelen meşakkatleri sabırla karşılar, Paniklemez. O zor günlerin adamıdır. O, çileyle yoğrulmayı kaderi bilir, Yunus’un ifade ettiği gibi bir menzilden bir menzile yol alır. Bu yol uzundur, Menzili çoktur, Geçidi yoktur, Derin sular var. (D.A.O S.140-141)
Dava adamı yoluna çıkan zorluklardan hayıflanmamalı, işin gereğini görmeli. Daha büyük başarılar için bir temrin saymalı. Zorluklarla mücadeleyi yeteneklerini geliştirmek için bir fırsat bilmeli. Her zorluğu aşmanın mutlaka bir çaresinin olduğunu bilmeli. Atalar: “Dağ ne kadar yüksek olsa, yol onun üstesinden geçer.” derken bu düşünceye işaret etmiş.
Kelebek kozasından çıkan larvayı seyreden adam, bin bir zorlukla nasıl kozasını yırtıp çıktığını, belli temrinlerle yürüyüp kanadını hareket ettirdiğini görüyor, Diğer bir larva ayrı zorlukları çekmesin diye koza içinde hareketlenince kozayı yırtıyor, Larva, kozadan rahat çıkıyor ama kanatları yerde. Sanki felç olmuş. Kanatlarını yere sürüyor ama hareket ettiremiyor. Adam anlamış ki, larva kendi tabu gelişimini ve kozadaki mücadelesini sürdürmeli ki kanat kasları gelişsin, uçabilsin. Zorluklarla uğraşmak, insanın kendini geliştirmeye yeni yöntemler bulmaya zorluyor. Zaman zaman başarısızlıktan dolayı, Mücadeleden vazgeçmemek gerekiyor. Bazen de azimli ve dik durmayı gerektiriyor. (D.A.O..S.114-115)
Dava adamı, davasına aşk derecesinde bağlıdır. Sevgilinin cefalarına katlanarak sadakatini gösterir. Dava adamı, Allah’tan gelen her şeyi kabullenir. Âşık paşa gibi: “Gelse celalinden cefa Yahut cemalinden vefa, İkisi de cana sefa, Kahrın da hoş, lütfün da hoş” der. (D.A.O. S.140-141)
Sıkıntılara göğüs germek kendimizi geliştirmekle, imanımızı güçlendirmekle olacaktır. Bunu yapamaz isek zorluklarla karşılaştığımız zaman ayağımızın kayma riski yüksek olacaktır. Bunun için imanlarımızı muhafaza ve güçlendirmek için harekete geçmek zorundayız. Bu noktada zorlanabilir ve düşebiliriz fakat nasıl bir bebek düşe kalka yürümeyi öğreniyorsa, Müslüman da düşse de kalkmasını bilecek, hatalar yapsa da, hatalarından vazgeçerek tekrar doğrularak bu dini sabırla yaşama gayretiyle ayağa kalmasını bilmesi gerekmektedir.
Her insan günah işleyebilir, fakat önemli olan işlediğimiz günahlardan geri dönebilmektir, günahlarından geri dönemeyenlerin sonu hüsran olacaktır. Bizlere düşen günaha düşmemek ve imanımızı güçlendirmek, dava bilincini kuşanmak için bu aşamada birkaç temel noktanın hayatımızda mutlaka yer etmesi gerekiyor. Bu noktalar bizi diri tutacak, mücadele gücü verecek ve Rabbimizle aramızdaki bağı güçlendirecek olan faktörlerdir.
Bunlardan ilki ilk aşamada yaptığımız her daim hangi hal ve durumda olursak olalım yapmakla mükellef olduğumuz namaz ibadeti gelir. Bu ibadet bizi gün içerisinde diri tutan muhafaza eden bir ibadettir. Fakat ne yazık ki bu maalesef olmuyor. Çünkü başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi namazlarımızı gereği gibi kılmıyoruz. Namazı tefekküre kıldırmıyoruz. Düşünmeden, tefekkür etmeden kıldığımız için bizleri ileri noktaya götürmüyor. Kimi namazlar vardır ki, kişi bir adım öteye bile götürmezken kimi namazlar vardır ki, kişi bin ışık mesafesi yol alması sağlar. Bu bizim namaza ne kadar değer verdiğimiz ve namazı ne kadar bir bilinç, şuur, idrak ve tefekkür içinde kıldığımızla alakalı bir durumdur.
Namazı tefekkürle, ne dediklerimizin bilinciyle, kimin karşısına geçip saygıyla eğildiğimizin idrakiyle kıldığımız zaman namaz bizi koruyacak daha hızlı yol almamızı sağlayacak en önemli bir ibadettir. İnsan unutkandır, olabilir ki gün içerisindeki meşguliyetler Allah(c.c.)’ı anmaktan uzaklaştırabilir, günaha sürükleyebilir. İşte bu noktada namaz bizler için devreye giren bir oto kontrol mekanizması olarak karşımıza çıkıyor. Bizler namazla tekrar dirilişe geçiyor ve sanki hesap verircesine Rabbimizin huzuruna geçip secdeye kapanıyoruz. O’ndan af ve mağfiret diliyoruz, O’nun bizi daima görüp, gözettiği bilincini her gün 5 defa tazelemiş oluyoruz. Kendisini daima hatırımızda tutmamız gerektiğinin bilinciyle bilinçleniyoruz. Bizler namazın içini ne kadar doldurursak namaz bize o kadar fayda verecek ve bizleri diri tutacaktır. Burada namazda önemli olan husus namazı huşu içerisinde kılmaktır. Zaten buradaki en büyük sıkıntımızda burada yatıyor. Namazlarımızı huşu içerisinde kılmadığımız için namaz bizleri kötülükten alıkoymuyor. Hâlbuki namazın bizleri kötülükten alıkoyması, fuhşuyattan uzak tutması gerekir.
Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar(fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar, Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tir. Allah, yaptıklarınızı bilir. (29/Ankebut/45)
Ebu’d-Derda radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah (s.a.s) ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: “Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!” buyurdular.
Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip: “Bizler Kur’an’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!” dedi. Resulullah da: “Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, Yahudilerin ve Nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?” buyurdu. Cübeyr der ki: “Ubade İbnu’s-Samit radıyallahu anh’a rastladım. Kardeşin Ebu’d-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu’d-Derda’nın söylediğini haber verdim. bana: “Ebu’d-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu’dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit yakındır!” dedi.” (Tirmizi, İlm 5, (2655).)
Peygamberimiz (s.a.s) “Çok kimseler vardır ki, kıldığı namazın altıda, hatta onda biri de kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek huzur ile kıldığı kısım yazılır.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Nesei ve İbn habban)
Peygamberimiz(s.a.s) “Nice Namaz kılanlar vardır ki, onların namazdan nasibi, yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.” (Nesei, Ebu Hureyre’den)
Buradaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere namazlarımızı mutlaka huşu içerisinde kılmaya gayret göstermeliyiz. Aksi takdirde hedefimize ulaşmamız çok zor olacaktır. Aşamaları geçerken atacağınız adımlar ne kadar güçlü olursa, hedefinize varmanız da o kadar güçlü olacaktır.
Tabii sadece 5 vakit namazla yetinmemek, teheccüd namazıyla da imanımızı güçlendirmemiz gerekir. Nasıl sahabeye ilk namaz emri gece kılınan namaz şeklinde gelmiş, daha sonra gece ibadeti kaldırılıp 5 vakitle emrolunmuşlarsa da, yine de gece namazını bırakmamışlardır. Bizler de bu ibadeti en azından gücümüz nispetinde gerçekleştirme noktasında gayret etmeliyiz. Sahabeye baktığımızda bu ibadete çok önem vermişler, gelen rivayetlerde Peygamberimiz(s.a.s)’in ayakları şişene kadar gece namazı kıldığını biliyoruz. Bizlerde onun ümmetti olarak ve dava bilinciyle kuşanmak için bu ibadetten kendimizi mahrum etmemeliyiz. Zira namaz uykudan hayırlıdır. (*)
Onlar, geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler. (Furkan 25/64)
Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. (Secde 32/16)
Gecenin sonunda kılınan iki rekât namaz, dünyadan ve dünyadakilerden hayırlıdır. Ümmetime zor gelmeseydi, teheccüdü farz kılardım. [Müslim]
Amr bin Abese (r.a.) şöyle anlatır:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vakitler içinde Allâh’a yakınlık bakımından, diğerlerine göre daha faziletli olan bir vakit var mıdır?” diye sordum.
“–Evet, Rabbin kula en yakın olduğu vakit, gecenin son kısmının ortasıdır. Eğer o saatte Allâh’ı zikreden kimselerden olmaya gücün yeterse ol! Çünkü namaz (o saatte) meşhûddur (melekler o esnâda hazır bulunurlar).” buyurdu. (Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 35)
İslam, bir ibadet nizamıdır, ibadetlerde pek çok esrar-ı ilahi gizlidir, ibadet, sonsuz yolculuğun zahiresi, ruhun istinatgâhı, kalbin cilasıdır, Ne zaman bir ilahi emir varid olmuşsa, bu emri fertlerin gönül rızası ile karşılaması için ibadet, kalplerin anahtarı olmuştur, Bunun için Allah Zülcelal, efendimizin omzuna bu yüce ve ağır vazifeyi yüklerken “Ey örtüsüne bürünen (Resülum) Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur ‘an-ı tane tane oku.” (73/Müzzemmil/1-4) buyurdu. Bu ağır yüke, meşakkatli ve azametli cihad devresine hazırlık, geceleri ihya etmek, Kur’an okumakla başlamıştı. İbadet kalpleri açar, Allah’la kul arasındaki bağı kuvvetlendirir; işi kolaylaştırır; gönüllere nur yağdırır; ruhlara sükûnet ve huzur verir. İbadet bir kurtuluş helvasıdır o bir menn u selvadır.
Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir. (2/Bakara/153) ayet-i kerimede Allah Teâlâ Mü’minlere, kendilerine yapılan eziyetlere namaz ve sabırla mukavemet etmelerini emrediyor ve ayetin devamında, “Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara/153) buyuruyor. Allah onlarla beraberdir. Sabredenleri destekler. Mü’minlere sebat verip, takviye eder ve tehlikeli yollarda yalnız bırakmaz. Mü’minleri mahdut takatleri, zayıf kuvvetleriyle baş başa terk etmez. Yol azıkları tükenince imdatlarına yetişir, katedecekleri mesafeler uzayınca azimlerini artırır.
Namaz; fani olan insanla baki olan Allah Zülcelâl arasında bir bağdır, Namaz, bir zerrelik damlayla, bitmez tükenmez derya arasında buluşma zamanı ve yeridir. Namaz, kaynayıp coşan bir hazinenin anahtarıdır, Namaz, fani olan şu insanoğlunun bu daracık kara parçasının sahasından uçup, kâinatı ihata eden ilahi kudretin sahasına süzülüşüdür. Namaz, kızgın çöl güneşinin altında, serin bir ağaç gölgesidir, Namaz, üzgün ve yorgun gönüllerin şefkatli bir el (ilahi kudret) tarafından okşanışıdır. Bunun için Resul-i Kibriya zorluklarla karşılaştığı anlarda “Bizi ona (namaza)çağırır ya Bilal!” derdi. İşinin çok olduğu zamanlarında, gönlünü ilahi haşyetin derinliklerine bırakmak için namaz kılardı. (İ.D.S..S.270-271)
KAYNAKLAR :
İ.D.S: İSLAM DAVASININ STRATEJİSİ – SEYYİD KUTUP
D.A.O: DAVA ADAMI OLMAK – İBRAHİM ÖZGÜLEÇ
H.D: HAKSÖZ DERGİSİ – (İslami Mücadelede Gelecek Stratejileri ve Tutarlılık) – RAMAZAN TÜRKMEN