Çağa Şahit Olmak
Gündem Yazarlar

Çağa Şahit Olmak

Hepimiz” ibn-ül vakt”iz. Zamanımızın/çağımızın çocuğuyuz. Bir zaman aralığında bir mekânda doğarız. Biz yaşarken gelir, başımıza gelecek olan. Bu yaşadıklarımızdan/şahit olduklarımızdan hesaba çekileceğiz “yevm-ül hesap”ta.

Zaman algımızı, mekân algımızı, asr algımızı nasıl oluşturacağız? Asr’a nasıl şahit olursak “ashab-ı meymene” den oluruz? Her Müslüman bu kadim sorularla hemhal olmak/yüzleşmek zorundadır. Bu kadim sorularla yüzleşeceğimiz mekânımız arzdır/yeryüzüdür. Burada doğduk, burada yaşayıp, burada ölüp, burada haşr olacağız. Yeryüzündeki biriktirdiklerimizle Rabbimizin huzuruna varacağız. Eskilerin deyimiyle: Şeref-ül mekân bil mekin’dir. Mekâna şeref veren içinde yaşayanlardır. Bizim de yeryüzünde bir şeref sahibi olmamız ahirette de yüzümüzü ak edecektir. Mü’minler için zaman ve mekân bizlere belirli bir süre için emanet edilmiş bir imkândır. Nimetin hakkını da verebiliriz, onu israf ta edebiliriz; bizim elimizde. Kur’an’a göre şeref-ül mekân olanlar, Hilafetin hakkını verenlerdir.

Âdemoğlunun yeryüzünde nasıl şahit olacağını Nebiler ve Resuller üzerinden anlatır Kelam-ı Kadim bizlere. Kısas-ı Enbiya, Âdem’in seçilmiş çocuklarının yeryüzü şahitliğini anlatır, âdemoğlundan onlar gibi olmak isteyenlere. Vahyin sahibi, yeryüzü yolculuğumuzda pusulasız ve rehbersiz bırakmayarak ilahi lütfüyle desteklemeye devam etmiştir bizleri. Adeta, ‘yarattım yalnız bırakmadım’ demiştir bizlere.

Kitab-ı Kerim, bizlere, yeryüzü yolculuğumuzu ilahi değerler ve ilkeler rehberliğinde devam ettirmemizi öğütler. Yolculuğun bu şekilde felahla sonuçlanacağını beyan eder.

A’raf suresi üzerinden gidecek olursak; Kur’an, Âdem Kıssası ile âdemoğlunun/insanoğlunun yeryüzü serüveninde nelerle karşılaşacağını, bu durumda nasıl davranması gerektiğini anlatır, bütün zamanlarda yaşayacak insanoğluna. Âdem-Şeytan diyalogu üzerinden, âdemoğlunun ins ve cin şeytanlara, müfsitlere karşı nasıl mücadele etmesi gerektiği anlatılır. Her doğan insan âdem kıssasını kendi serencamı içinde yaşayacak demektir. Kur’an’ı her okuyan insan, bu kıssada, kendi hikâyesiyle karşılaşacaktır. Maide suresi 27-32 ayetleri arasında anlatılan Âdem’in iki oğlunun kıssası yeryüzü yolculuğuna çıkan, nebi mirasçısı iki insanın serencamını anlatır. Bu kıssada, âdemin çocuklarının fıtratlarını, fücurlarını, takvalarını, bencilliklerini, hâkimiyet, malik/melik olma hırslarını vs. görüyor, bu mücadelelerinin sonuçlarına şahit oluyoruz.

Âdemoğlunun Nuh, İbrahim, Hud, Salih, Lut, Şuayb, Musa, İsa, Muhammed peygamberler üzerinden kendi çağlarında Tevhid-Şirk, Hak-Batıl, Adalet-Zulüm, İfsat-Islah mücadelesini ete kemiğe büründürdüklerine şahit oluyoruz. Kur’an onları bizlere kendi çağlarının numune-i imtisalları olarak tanıtır ve onları selamla anar. Onlar, bütün zamanlarda tevhide şahitlik yapmak isteyenlere, tevhid ile şeref bulmak isteyenlere usvet-ül hasene’dir.

Peygamberler kendi çağlarının şahitleriydiler. Kendi çağlarının Şirk karanlığını gören, bu karanlıkta yaşamak istemeyen Tevhid nurunun temsilcileriydiler. Zulüm altında inleyen halklarının adalet çığlığı idiler. Batıla bulanmış Hakk’ı, batıldan ayıran Furkan ehliydiler. İfsat olmuş çağın muhlisleriydiler. Bütün peygamberler, kendi kavimlerinin üzerinden bulundukları çağa Tevhid’i anlattılar ve şöyle seslendiler: ”Ey halkım! O’na kulluk edin, Ona ibadet edin. Sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu büyük bir afete maruz kalacağınızdan korkuyorum.”(Araf suresi,59) Bütün peygamberler Tevhid’e gözü gibi baktılar. O’na Şirk bulaştırmamak için her türlü çileye katlandılar. Tevhid’e Şirk bulaştırmak, kuracakları Tevhid binasının temellerine dinamit yerleştirmek anlamına geliyordu. Başlatacakları Tevhid mücadelesini baştan kaybetmek demekti. Tevhide Şirk bulaştırmak amacıyla yapılan teklifleri ellerinin tersiyle ittiler, gerekirse bu uğurda canlarını seve seve verdiler, Zekeriya ve Yahya (a.s) örneklerinde olduğu gibi. Tevhid’le ifade edilen değerler, insanlığın her zaman muhtaç olacakları kadim değerlerdir. Allah’ın insana ikram ettiği Fıtri değerler ancak Tevhid’in rehberliğinde muhafaza edilir ve neşv-ü nema bulurlar. Her peygamber, kendi çağında, Tevhidi değerlerle âdemoğlunda mündemiç olan fıtratı buluşturmaya gayret etmiştir

Her peygamber kendi çağında Tevhid’e şahit olmaya çalışırken bu nimeti halkıyla da paylaşmak, İlahi bir görevdi onlar için. Çünkü İlahi nimet olan Vahiy, insanlığa gönderilmiş bir nimetti. Peygamber olmak demek; bu nimeti, ilk önce şahsında temsil ettikten sonra diğer insanlara da ulaştırma cehdine girişmek demektir. Bu cehd içerisinde bulunan nebi ve resuller karşılarında zamanlarının/çağlarının cin ve ins şeytanlarını, münkirlerini, tağutlarını, müstekbirlerini buldular. O zalimler peygamberlerin çağrılarına şöyle cevap verdiler: ”Tek bir Allah’a ibadet edelim ve atalarımızın taptıklarını terk edelim, öyle mi? Bunu mu söylüyorsun? Eğer sözünün eri isen bizi tehdit ettiğin o azabı getir de görelim.”(A’raf suresi,70) Bu tepkinin karşısında Peygamber Hud dedi ki: Zaten gırtlağınıza kadar pisliğe batmışsınız; Allah’ın çoktan öfkesini çekmiş durumdasınız. Demek, Allah katında hiç değeri bulunmayan, sizin ve atalarınızın uydurduğu hakkında benimle tartışmaya girişiyorsunuz? Bekleyin öyleyse, birlikte bekleyelim.” dedi. (A’raf suresi,71) Bu mücadelenin sonunda Tevhid inancının sonucu olarak dik duran, davasından ödün vermeyen, davasını az bir dünya metaı için satmayan peygambere Allah’ın yardımı yetişti: ”Derken Hud’u ve onunla beraber olanları sevgi ve merhametimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanların ve imansızlık edenlerin ise kökünü kazıdık.”(A’raf suresi,72)

Tevhidi mücadele tek başına kulların yürütebileceği bir mücadele değildir. Kulların takati sınırlıdır. Allah’ın nusreti gelmeden hiçbir Tevhidi mücadele hakkıyla sonuçlanamaz. Bu ilkeyi unutmamak gerekiyor. Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor ki; her zalim taguti, müstekbir gücün mutlaka bir zeval hali, zaaf hali, yumuşak karnı vardır. Çağın Tevhid şahitlerine düşen bunu tespit etmek ve gereğini yapmaktır. Peygamberlere karşı çıkan kavimlerin/ medeniyetlerin helakini bu şekilde okuyabiliriz/ anlayabiliriz. Allah-u alem, Ulu’l Azm peygamberler çağlarının süper güçlerine gönderilmiş peygamberlerdir. Bu peygamberler-İbrahim-Nemrut, Musa-Firavun, İsa-Roma, Muhammed-Mekke Oligarşisi- üzerinden bizlere küfür ve zulüm ne kadar güçlü olursa olsun mutlaka onlarla da mücadele edilebilir demektedirler. Muvahidlerin gücü haklılığındadır, müşriklerin, müstekbirlerin zaafı ise haksız olmalarındadır. Bizlere düşen zulme meyletmememizdir. Çünkü zulm ile abad olunmaz.

Her Müslüman tek başına kaldığında, ehl-i beytiyle, cemaatiyle, devletiyle; zulümle, tuğyanla, istikbarla nasıl mücadele edeceğini, muhalefetteyken, iktidardayken, zorluk anlarında, kolaylık anlarında nasıl bir duruş sahibi olacağını peygamberlerden ve onların kıssalarından öğrenebilir.

İslami mücadelenin gerçek, sahici örnekleri ve önderleri peygamberlerdir. Bunu unutmak bir mücadeleye yapılacak en büyük kötülüktür. Müslümanlar üç değere karşı çok titizlenmeleri gerekir: TEVHİD, NÜBÜVVET/RİSALET, AHİRET. Bu değerleri dikkate almayan, gereğini yapmayan dini, İslami çalışmalar merduttur. Her Müslüman ve İslami Hareket, Tevhidi, hayatın merkezine koymadan, hayatın bütününde Tevhide göre yaşama mücadelesinde ısrar etmeden, Müslüman’ca yaşamayı, İslami mücadeleyi nebevi önderliğe irca etmeden, bütün yapıp-etmelerinin hesabını mutlaka hesap gününde vereceği kaygısıyla hareket etmeden İslami bir mücadele verdiğini zannetmesin.

Tevhidi değer, ilke ve amaçları dikkate almayan hiçbir mücadelenin geleceği yoktur.

Âdemoğlunun imtihanı aynı olmak kaydıyla, her dönemin Müslüman’ı kendi çağından/ zamanından hesaba çekilecektir. Bakara suresi 134.ayette Rabbimiz: İşte böyle… Onlar bir kuşaktı/ ümmetti, geçip gittiler. Onların kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız da sizedir. Size onların yaptıklarından sorulmayacak.” buyuruyor. Nisa suresi 41. ayette ise: ”Kıyamet günü her ümmetten(onun peygamberini) şahit olarak getirdiğimiz seni de (Ey Muhammed) onların üzerine şahit olarak gösterdiğimiz gün halleri nice olacak.” buyuruyor. Böylece her ümmet kendi hesap defterini kendi zamanındaki kazandıklarıyla oluşturacak. Biz ahir zaman ümmeti ise; Âdem’den bu tarafa gelen peygamberlerin Tevhidi mirasına sahip çıkarak, geçmiş ümmetlerin yaşadıklarından dersler çıkararak yolumuza devam edeceğiz. Çünkü Rabbimiz Bakara 214. ayette: Yoksa siz, sizden önceki iman edenler gibi sıkıntıya katlanmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlara sıkıntı, zorluk ve darlık öylesine kâbus gibi çökmüş, öylesine sarsılmışlardı ki Peygamber ve beraberindeki iman edenler, ’Ne zaman Allah’ın şu yardımı?’ diyecek noktaya gelmişlerdi. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” buyurmaktadır.

Âdemin çocukları olarak 21. yüzyılı idrak ediyoruz. Bizim imtihanımızda bu çağdaymış. Nübüvvetli çağların hitama erdiği bir çağ, bizim çağımız. Ama bütün peygamberlerin, âdemoğlunun mirası/ tecrübesi imkân olarak önümüzde duruyor. İkmale erdirilmiş bir ed-Din’in, mücadelesi zaferle sonuçlanmış peygamberlerin cem’i Hatem-ül Enbiya’nın(s.a.v) mü’minleri ve varisleriyiz. Bu iki İlahi Memba, nimetlenmek isteyenler için bir ikram olarak kıyamete kadar insanların içinde akıp gitmeye devam edecektir.

Kitab-ı Kerim, İlahi Vahyin hitab olarak iki veçhesinin, iki dilinin olduğunu haber veriyor bize. Ya Eyyühennas nidasıyla başlayan hitab, Evrensel İnsanlık Ailesi’ne/Âdemoğullarına sesleniyor. Âlemlerin Rabbi, Vahyi, İnsanlıkla buluşturmak için inzal etmiştir. Bu hitap ve dil asıldır. Tevhidi mücadele bu dilden kopmamalıdır. Vahyin dilini Fıtratın diliyle buluşturmalıdır. Cihad, Vahyi insanlıkla buluşturmanın bir diğer adı değil midir?

Vahyin diğer yüzü ve dili ise; “Ya Eyyühellezine âmenu” nidasıyla başlayan, iman edenleri muhatap alan dildir. Bu seslenişte Rabbülâlemin vahye iman eden, onu yaşam biçimi, dünya görüşü olarak kabul eden muhataplara seslenmekte, onlara imanlarının gereklerini bildirmekte, onları takva yolunda eğitmektedir. Bu dil, yeryüzüne hitab eden ana dilden kopuk değildir, onun içindedir. Evrensel ilahi değerlerin bir toplulukta iman üzerinden mücessem olmasını murad etmektedir, Rabbimiz. Vahyî değerler ete kemiğe bürünmeden bir anlam ifade etmez. İnsanlık bu değerlere su gibi, hava gibi muhtaçtır. Bu ihtiyacın giderilmesini, İnsanlık adına İslam Ümmeti ifa edecektir. Bu amaçtan uzaklaşmak, tohumun toprakla buluşturulmamasına benzer. Tohumda, toprakta ziyan olur. Müslümanların Ümmet mücadelesi, İslam’ın, insanla, İnsanlıkla buluşturulma ve temsil edilme mücadelesidir. Vahyi, İnsanlıkla buluşturmayan, yeryüzünden koparan her türlü yerelleşme, bu yerelleşmenin sonucu olarak bir coğrafyaya, bir ırka, bir mezhebe, bir meşrebe vs. kapanma, insanlıktan kopmadır ve Vahye yapılan en büyük kötülüktür.

Rabbimiz Hac Suresi 78. ayette bu şahitlik görevini bizlere şöyle anlatır: “Allah’ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz. O sizi bu görevi yapmak üzere seçti. Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi. Atanız İbrahim’in dinidir bu. Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur’anda «Müslüman» olarak adlandırdı. Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır. Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah’a sımsıkı bağlanınız. Sizin efendiniz, koruyucunuz O’dur. O ne güzel efendi ve ne güzel destekleyicidir!” İşte bu çağın, 21. asrın Müslüman’ına düşen diğer çağlardaki Müslümanların hedefini bu çağda ete-kemiğe büründürmektir.

Her vahiy bir vasata inzal olduğu gibi, bizim vahyi okumalarımız/ anlama gayretlerimiz, yaşama geçirme mücadelemizde bir vasat üzerinden tezahür edecektir. Vahye muhatap olana vahiy bir anlamda yeniden inzal olmaktadır. Peygamberin “abd” boyutu bütün çağlar için geçerlidir, vahiy bütün çağların insanı için bir huden’dir. Çağdan, vasattan kopuk bir okuma vahye hakkını vermemektir.

Peygamberler kendilerinin bir türedi olmadıklarını, Âdem’den bu tarafa akıp gelen vahiy ırmağının devamı olduklarını söyledikleri gibi biz de türedi değiliz ve olmamalıyız. Evrensel fıtri değerlerin, nebevi geleneğin, maruf insanlık geleneğinin bu yüzyıldaki varisleri olduğumuzu kabul ederiz ve şahitliğimizi bu temel üzerinden yükseltmeye gayret ederiz.

Bu çağın vasatını anlamaya geçmeden, bize yardımcı olacak bir hatırlatmadan sonra devam edelim: Tevhid inancı hayatı, varlığı, zamanı, mekânı bir bütünlük içinde algılamamızı ister. Zamanı; evvel, an, ahir bütünlüğü içinde, mekânı; bütün bir âlem tasavvuru içinde bura-öte birlikteliğini düşünerek algılamamızı ister.

Tevhidi bütünlük anlayışıyla baktığımız zaman biz, geçmişi görmezden gelerek bu günü anlayamayız ve bu gün yapıp ettiklerimizde gelecek üzerinde etkili olacaktır. 21. yy, geçmiş yüzyıllardan tevarüs ettirdikleriyle, bu gün ait olanlarla devam ediyor. Bize düşen geçmişe takılmadan ve geçmişe bigâne kalmadan, bu günü ıskalamadan, bu günün şahitleri olarak yolculuğumuza devam etmektir.

21.yy, Tevhid ve Şirk çelişkisi üzerinden değerlendirilecek olursa; Tevhid ve Şirk değerlerinin mücadelesi dün olduğu gibi bu gün de devam ediyor. Allah, Al-i İmran suresi, 140. ayette: “Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma, bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” Buyurarak, o günleri insanlık üzerinde döndüreceğini anlatıyor. Maalesef, 21. yy’da Şirk değerleri Batı ülkeleri üzerinden “somut bir güç” olarak yeryüzü ölçeğinde fiili hâkimiyetini sürdürüyor.

Batı’nın 15. yy’ın sonlarına doğru İslam Ümmeti’ne karşı başlattığı huruç hareketi güçlenerek bu günlere kadar geldi ve halen de devam etmektedir. Sekülerleşme temelli gelişen bu yenidünya, coğrafi keşiflerle dünyayı tanımaya, sonrasında oralara hâkim olarak zenginliklerine el koymaya evrilmiş, bu süreç beraberinde Rönesans ve reform hareketlerini oluşturmuştur. Bu süreçlerin sonunda Batı’da Aydınlanma Çağı başlamış ve Aydınlanma değerleri bütün Batı’nın ana değerleri olmaya başlamıştır. Bu değerler önce Batı’da daha sonra batı dışı dünyada Modernleşme süreçlerini başlatmıştır. Modernleşme süreçleri, her dönemde modern ana değerlere bağlı kalmak şartıyla değişerek hükmünü icra etmeye devam etmektedir. Modernite yeni bir bilgi, varlık, insan, toplum, ekonomi, siyaset algısı oluşturdu. Bu değerleri ve algıyı, seküler iktidar aygıtları eliyle Batı ve batı dışı toplumlara empoze etti. Bunun sonucunda dünyamız, 2 dünya savaşı yaşadı. Batı Modernitesi, 2. Dünya savaşının sonuçlarından sonra tartışılmaya başlandı. Bu tartışmaların sonunda, Batı modern değerleri revize edilerek Postmodern evreye geçildi. Dünyada oluşan yeni düşünsel, ekonomik, siyasal girdiler yeni sonuçlar oluşturdu. Bu dönemi düşünce tarihçileri Postmodernizm dönemi olarak adlandırırlar. Modernizm, Modernite Orta Çağ’daki zihinsel, kültürel, dini, siyasal yapıları nasıl yapı-bozumuna uğratıp tasfiye ettiyse, Postmodernizm de 18. 19. yy’da oluşan Modern değerlere, Modernizm’in Orta Çağ değerlerinden köklü kopuşu gibi olmasa da aynı muameleyi yaptı. Modernizm; Sekülerizm temelli Humanizm, Rasyonalite, Bilim, Laiklik, Ulus-devlet değerleri üzerinden yükseldi. Postmodernizm, bu değerlerin eleştirisini yaparak Seküler temeli korumak şartıyla bu değerleri yeniden tanımlayarak Rölativizm, Küreselleşme, Finans Kapitalizm, Tüketim, Bireycilik vs. kavramları üzerinden yeni bir dünya tasarımıdır.

Her çağ diğer çağdan bir şeyler taşıdığı gibi ona yeni şeylerde eklemektedir. Olanı bir bütünlük içinde algılamalı ve onunla ciddi anlamda yüzleşmeliyiz. Eski kavramlarla bu günü anlayamayız. Aynı zamanda, bu günde olan yeninin geçmişteki izlerini iyi sürmeden de bu günü sağlıklı anlayamayız.

İslam dünyası Modern Çağ’da, Postmodern Çağ’da tarihe hep maruz kaldı ve kalmaya devam ediyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun şahsında İslam dünyasının çöküşü devam ediyor. Mısır’ın işgaliyle başlayan askeri yenilgiler dönemi 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın parçalanması ve tasfiyesiyle sonuçlandı. Yenilen fiziki darbeden sonra, beraberinde gelen Hilafetin ilgası süreci İslam dünyasını başı koparılan vücuda çevirdi. Başsız insanın yaşadığı sersemliği İslam dünyası yaşamaya devam ediyor.

İslam dünyası bu gün batı değerlerinin ve kurumlarının zihinsel ve fiziksel işgali altında bulunuyor. Afganistan, İran, Türkiye dışında 20. yy’da işgal edilmedik İslam toplumu kalmadı ve bu günde modern işgaller altında olan ülkeler var. 20. yy’da Modern Çağ’a tek cevabı İran üzerinden vermeye çalıştı İslam dünyası. Ama o da Şiilik, Sünnilik, Ulusçuluk prangalarından dolayı geliştirilemedi/ geliştirilemiyor. Büyük bir imkân çarçur ediliyor. İran İslam Cumhuriyeti kıymetli ve önemli bir deneyimdi. İlk defa bir coğrafyada Müslümanlar kendileri olarak var olma mücadelesini başarıya ulaştırdılar. Müslümanlar Modern dünyaya önemli bir cevap verme, insanlığa İslam’dan kalkarak bir şeyler söyleme ve yapma imkânına kavuşmuşlardı. Bu geliştirilebilseydi, geliştirilerek tekrar edilseydi bu gün farklı bir İslam dünyasıyla karşı karşıya olabilirdik. İran deneyimi bu açıdan çok önemliydi. Batı bunun değerini ve önemini anladı ama Müslüman dünya bunun farkına varamadı.

Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla birlikte dünya yeni bir sürece girdi. Teknoloji Devrimi ve beraberinde gelişen İletişim Devrimi, Küresel bir dünya oluşturdu. Endüstriyel üretim-tüketim, kültürel üretim yeryüzü ölçeğinde dolaşıma girdi. Bunun sonucu olarak yeni zihinsel, sosyal, ekonomik, siyasal kavram ve kurumlar oluştu. Örneğin; üretilen ekonomik, teknolojik, kültürel, sanatsal ürünler kitlesel tüketime sunuldu. Sermaye hareketliliği değişti. Bunun sonucunda ülke, vatan, devlet kavramları sorgulanır oldu. Bazı yerlerde ulus devlet sorgulanırken, uluslaşmamış etnik yapılar uluslaşmaları için tahrik edilir oldu. Aynı bölgede pre-modern, modern, post modern durumlar aynı zamanda yaşanmaya başlandı. Yeni mimari anlayış şehir anlayışını değiştirdi. Buna bağlı olarak aile, mahalle, sokak, komşuluk, akraba anlayışı ve kavramları dönüştü. Tüketim, alış-veriş kültürü değişti. İnsan ilişkilerinde büyük-küçük, kadın-erkek, çocuk-ebeveyn ilişkileri kontrol edilemez bir şekle girdi. Küreselleşen Liberal-Kapitalist ideoloji, hâkimiyet alanını bütün yerkürede yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bu amacına itiraz eden, engel olduğunu düşündüğü yapıları kendiyle uyumlu olacak şekilde dönüşmeye davet ediyor ya da zor kullanma yöntemleriyle tasfiye ediyor. Dün beraber çalıştığı yapılar kullanım değeri düşünce, hiçbir ahlaki kuralla kendini kayıtlı hissetmeden onları ötekileştiriyor ve onların yerine kullanışlı yeni aktörler oluşturma müdahaleleri yapıyor. Buna bağlı olarak; iktidar etme, yönetme anlayışı ve süreçleri de sorgulanır oldu… Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Güncel bir örnek olması hasebiyle “Gezi parkı” özelinde başlayan bu süreç, yukarıda anlattıklarımız anlaşılmadan sağlıklı bir şekilde anlaşılamaz ve çözülemez.

Yeni bir çağla/dünyayla karşı karşıyayız, bu dünya anlaşılmadan yeni bir gelecek oluşturamayız. Hiç bir şey olmuyormuş gibi davranamayız. Her çağın kendine özgü bir dili ve fıkhı vardır. Değişmeyen İlahi değer ve ilkeleri koruyarak, kendimizle, çağımızla yüzleşmek zorundayız. Her yüzleşme yakıcıdır, ama başka çıkış yolumuz yok. Hüsrandan kurtulmak için buna mecburuz. Yeni bir zihin inşa etmeli, yeni sorumluluklar kuşanmalı ve gereğini yapmalıyız.

Sorunlarımız büyük, müzakere edilecek konular çok. Dergi sayfaları yetmez. Yazmalarımızın amacı; ”aşk ağlatır, dert söyletir” misali konu üzerinde birlikte düşünmektir. Biz samimi olarak sorumluluklarımızı kuşanırsak, Allah bir çıkış yolu gösterecektir.

Bu ümmet dün nasıl aziz olduysa bu günde aziz olabilir. Allah’ın vadi vardır: Bir toplum kendi özünde olanı değiştirirse Allah’ta onların durumunu değiştirir. Peygamberler bu değişimin canlı örnekleri ve şahitleridirler.

Yeni dönemde; Din-i Mübin’in, Nebevi Sünnet’in rehberliğinde hayatın her alanında Tevhid’e Şirk bulaştırmadan, sosyal anlamda aile ve kardeşlik kurumunu yeniden ihya ederek, siyasi anlamda Ümmet perspektifinden ayrılmadan çağımızın şahitleri olarak mücadelemizi sürdürmeliyiz. Bu üç değeri, imkânı, hedefi açımlayarak ve güncelleyerek sorunları aşmamamız için bir neden yoktur. Amellerimizi az ama sürekli kılmalıyız.

Türkiye örneğinde, Ortadoğu ve Afrika’daki örneklerde olduğu gibi; Müslüman kitleler ve hareketler dün ülkelerinin iktidar imkânlarından uzak tutulmaya çalışılırken bu gün ısrarla iktidar olmaya davet ediliyorlar. İktidarı hak etmekle, iktidara davet edilmenin farklı durumlar olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu süreci doğru anlamak ve gereğini yapmak zorundayız. Şeytan ve dostlarının tuzak hazırladığını unutmadan, sürekli istişare ederek teyakkuz halinde olmalıyız. İslam’ın hem iktidar dili hem de muhalefet dili olduğunu unutmamalıyız. İktidara ilişkin dilini de muhalefete ilişkin dilini de özgün haliyle kavramak zorundayız. İktidarında, muhalefetinde, direnişinde bir imtihan hali olduğunu unutmadan her durumun gereğini Müslüman’ca yerine getirmek durumundayız. Mekke döneminin gereğini de Medine döneminin gereğini de güncelleyerek yerine getirmeliyiz. Mekke döneminin direniş ahlakını, Medine döneminin, Dört Halife döneminin murakabe ahlakını, emr-i bil ma’ruf nehy-i an’il münker ahlakını hakkıyla yerine getirmeliyiz. Tevhidi mücadele ilânihaye bir iktidar tutkusu ya da ilânihaye bir müzmin muhalefet hareketi değildir. İktidarında, muhalefetinde yozlaştırıcılığına karşı dikkatli olmak zorundayız. Hayat yürüyüşü bir bütündür.

İslam bizlere iktidardayken de muhalefetteyken de İlahi, nebevi değerlerden ödün vermemeyi öğütler.

Meryem suresinin genelinden, özellikle 56. ve 181. ayetlerinden mülhem bizlere de, bizden sonraki çağlarda anılmaya değer işler yapan bir ümmet olmayı, bizden sonrakiler tarafından, 21. yüzyıldaki İslam Ümmeti’ne selam olsun denmeyi Rabbim nasip etsin.

Selam olsun peygamberlerin örnekliğine ve şahitliğine uyarak, insanlığın yüz akı olacak çağın Müslüman şahitlerine…

NOT:Genç Birikim Dergisinin  170.Sayısında (Temmuz-2013) yayınlanmıştır.

GRUBA KATIL