Bir tek, mutlak gâlip, sonsuz kudret sahibi, çok bağışlayıcı olan, gönül ehli ve basiret sahiplerine bir hatırlatma, akıl ve düşünce ehline bir ibret olsun diye geceyle gündüzü birbirine katan Allah’a hamdolsun. Allah, yarattığı kullarından bir kısmını seçip, bu dünyada zühd ehlinden kıldı. Onları, emir ve yasaklarını gözetme, devamlı olarak düşünme, öğüt dinleyip sapıklıktan uzak durma, unuttuktan sonra hatırlama ve gafletten sonra uyanma meziyetleriyle donattı. Onları, Allah’a itaatta ve âhirete hazırlıkta, gazabını gerektirecek davranış ve cehenneme girmelerine sebep olacak işlerden sakınmada, zamanın ve şartların değişmesine rağmen güzel hallerini korumada başarılı kıldı.
Hamdin en yücesi, en üstünü, en şümullüsü ve en mükemmeliyle Allah’a hamdederim. Kullarına çok iyilik yapan ve Kerîm olan, onlara çok acıyan ve Rahîm olan Allah’tan başka ilâh olmadığına, Efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve resûlü, sevgilisi ve dostu olduğuna, dosdoğru yola ulaştırıp, en kâmil dine dâvet ettiğine kesinlikle inanırım. Allah’ın salât ve selâmı, onun, bütün peygamberlerin, herbirinin inanmış dostlarının ve diğer sâlih kimselerin üzerine olsun.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum” [Zâriyât sûresi (51), 56-57]. Bu âyet, onların ibadet için yaratıldıklarını açıkça ifade eder. O halde onların, yaratılış gayelerine özen göstermeleri, zühd yolunu tutarak dünyanın geçici zevklerinden yüz çevirmeleri gerekir. Çünkü bu dünya geçici bir yurt olup, ebedî kalınacak bir yer değildir. Dünya âhiretin bineği olup, kalıcı bir sevinç ve neş’e yeri de değildir. Ayrılık yeridir; sürekli vatan değildir. Bu sebeple, dünya halkının en uyanıkları, Allah’a en iyi kulluk yapanlardır. İnsanların en akıllı olanları da zâhidler, dünyaya bağlanıp kalmayanlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Dünya hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zînetini takınıp rengârenk süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz gelir de, onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz” [Yûnus sûresi (10), 24] (İmam Nevevi’nin Riyazu’s Salihin’e yazdığı mukaddimeden)
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:“Kulları arasında Allah’tan en çok korkanlar, âlimlerdir.”(Fatır,28)
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Allah’ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse; Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)
Yüce Allah, hiç bir dönemde, kendisine iman edenleri alimsiz/öndersiz bırakmamış; Rabbani alimler de bu ümmetin kandilleri ve önderleri olmaktan geri durmamışlardır. Bu kıymetli ve nadide şahsiyetlerden birisidir İmam Nevevi (rahimehullah).
İmam’ın tam adı, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ İbni Şeref İbni Mürî en-Nevevî’dir. 631 yılı Muharrem ayının ortalarında (Ekim 1233),(Günümüzde; Esed, İran, Rusya vb zalim mücrimlerce 4-5 yıldır bombalanan ve tarumar edilen) Suriye’nin güneyindeki Havran bölgesinde bulunan Nevâ köyünde doğdu. Köyüne nisbetle en-Nevevî veya en-Nevâvî diye anıldı. Kendisinin Nevevî nisbesini kullandığı, yazılarında görülmektedir. Adı Yahyâ olanlar, baba oğul iki peygamberin hâtırasına hürmeten Ebû Zekeriyyâ diye künyelendikleri için, o da geleneğe uyarak, hiç evlenmediği halde, bu künyeyi aldı. İslâm dinine olan hizmetlerine bakarak kendisine, dini ihyâ eden kimse anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir.
Nevevî on yaşında, babasının dükkânında çalışmaya başladı. Fakat o ticaretle uğraşmayı sevmediği gibi, arkadaşlarıyla oynamayı da arzu etmezdi. Erginlik çağına girerken hıfzettiği Kur’ân-ı Kerîm’i her fırsatta okumaktan büyük haz duyardı.
Kendisinde ilme karşı öyle bir iştiyâk vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona göre “İlimle uğraşmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili nâfile oruç, namaz ve zikirden daha faziletliydi.”
“Bir kimsenin hocaları, onun dinde babalarıdır. Allah ile irtibatını sağlayan vâsıtalardır” diyen Nevevî, en çok fıkıh ve hadis sahalarındaki âlimlerden faydalandı. Günümüzde kendisine hoca denilen fakat Rabbanilikten uzak o kadar çok ilim ehli(!) var ki. Bu tip hoca(!)lardan uzak durmalı, Rabbani ulemaya ittiba etmeliyiz.
İmam Nevevi (rahimehullah), Şâfiî fıkhında devrinin en büyük âlimiydi. Bu mezhebin esaslarını, usûl ve fürûunu, bir meseleye dâir sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi. Bir gün İmâm Gazzâlî’nin el-Vasît’inden yapılan bir nakil hakkında kendisiyle münakaşa ettiler. Hâlbuki Nevevî münakaşa etmekten hiç hoşlanmadığı gibi, münakaşa edenleri de sevmezdi. Şöyle dedi:
“Benimle el-Vasît hakkında münakaşa ediyorlar. Ben o eseri dört yüz defa okudum.”
Tahsil için geldiği Dımaşk’ta (günümüzde Şam diye isimlendirilmektedir) kendisinden ilk faydalandığı hocası Şam müftüsü Firkâh ile aralarında daha sonraki yıllarda ganimetlerin taksimi konusunda görüş ayrılığı çıktı. Hocalarına aşırı derecede saygı duymakla beraber, sünnetin açık hükmüne aykırı görüşleri karşısında hiç mütevâzi davranmayan Nevevî, devrin şartlarını dikkate alarak fetvâ veren hocasını tasvip etmedi; bu sebeple araları açıldı. Bu noktada İbn-i Kayyım’ın şu sözünü hatırlatmak isterim: ”Biz şeyhimizi/hocamızı severiz fakat şeriatı şeyhimizden daha çok severiz.”
Nevevî orta boylu, kara yağız bir kimseydi. Bir kaç teli ağarmış sık ve siyah sakalı heybetli görünüşüne ayrı bir ağırlık verirdi. Ciddi yüzünde tebessüm az görülürdü. Kılığı kıyafeti devrinin âlimlerinin özel giyim kuşamına hiç benzemezdi. Sırtındaki kaba dokunmuş pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla onu gören, Dımaşk’ı gezmeye gelmiş Nevâlı bir köylü zannederdi.
Ömrünü ilme nikâhlayan Nevevî hiç evlenmedi. Belki evliliğin kendisini meşgul edeceği, belki de kendisine muhtelif sorumluluklar yükleyeceği kanaatıyla evlenmeyi hiç düşünmedi.
Âhirete duyduğu özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca söylemek gerekirse rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren bulunurdu. Eti, köyüne gideceği zamanlar yerdi. Sadece seher vakti su içerdi. Karla soğutulmuş suyu içmez; rutubeti uyku getirir diye salatalık bile yemezdi. Kebap ve tatlıya zâlimlerin yiyeceği diye iltifat etmezdi. Talebeliğinden itibaren kazandığı az uyuma alışkanlığını, fânî ömrü, yeterince değerlendirebilmek için hayatı boyunca uyguladı.
Onun hayatını yazanların hemen hepsinin belirttiğine göre, Dımaşk’ta yetişen meyveleri yemezdi. Bunun sebebini soran talebesi İbnü’l-Attâr’a, Dımaşk’ta pek çok vakıf arazi bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın meşrû bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvelere haram karıştığını söylerdi. Babasının getirdiği yiyeceklerle geçimini sağlar, sadece onun getirdiği incirleri yerdi. Bütün bu hâller onun iradesinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.
En büyük ibadetin samimi bir niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söyleyen Nevevî, hayatı boyunca kimseden bir kuruş almadı. Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Eşrefiyye dârülhadisinden hiç maaş almadı. Onun bu hâli, hak mefhumuna ne büyük önem verdiğini göstermektedir. Nevevî’yi yakından tanıyan bazı âlimler onun bir sahâbî gibi, bazıları ise bir tâbiî gibi yaşadığını söylemişlerdir.
İlimle bu kadar çok meşgul olmasına rağmen ibadete, Kur’an okumaya ve Allah Teâlâ’yı zikretmeye geniş zaman ayırırdı. Bir gece sabaha doğru Dımaşk Câmii’nde bir direğe yönelmiş karanlıkta namaz kılıyordu. Allah Teâlâ’nın, zâlimler ile onların arkadaşı olan günahkârları cehenneme götürmeleri için meleklere verdiği “Onları tutuklayın; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir”[Sâffât sûresi (37), 24] emrini, hesâba çekilen kendisiymiş gibi derin bir hüzün ve huşû içinde dakikalarca tekrarlayıp durmuştu.
Haçlılara karşı verdiği savaşlarla ünlü melik Baybars, aslında samimi bir Müslümandı. Bu Kıpçak asıllı Türk sultanı, Moğolların (günümüzde Rusya, İran vb mücrimlerin yaptığı gibi) Suriye’ye saldırdığı sıralarda halkın münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de Suriyeli âlimlerin fetvasına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için, bazıları dünyalık elde etmek için sultanın istediği fetvâyı vermişti. Baybars, Nevevî’den de fetva istemiş, fakat bu uygulamanın haksızlık olduğuna inanan Nevevî fetvâ vermeye yanaşmamıştı.
Anlatıldığına göre Sultan’ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî ona şunları söylemişti: ”İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktâr’ın kölesiydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, eğerlerinin kayışları altından mâmul bin kölen, çeşit çeşit zinet eşyalarına sahip iki yüz câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm.” Daha sonra Suriyelilere yüklenen savaş vergilerinin ağırlığından söz ederek bu vergilerin kaldırılmasını, müderrislerin maaşlarının azaltılmamasını istedi. Nevevî’nin bu cesur sözlerine ve istediği fetvâyı vermemesine çok kızan melik: ”Şehrimden çık git!”dedi. Nevevî: ”Baş üstüne!”diyerek Dımaşk’ı terk etti ve Nevâ’ya gitti.
Nevevî huzurundan çıkınca sultan Baybars, onun vazifesine son verilmesini ve maaşının kesilmesini emretti. Adamları ona Nevevî’nin bir vazifesi bulunmadığını, dolayısıyla maaş da almadığını, söylediler. Bunun üzerine Baybars: ”Öyleyse ne ile geçiniyor?” diye sordu.” Babasının gönderdikleriyle, ”dediler. Söylendiğine göre melike Nevevî’yi niçin öldürtmediğini sorduklarında: ”Bunu istemedim değil. Fakat onu öldürtmeyi her arzu ettiğimde, ikimizin arasında ağzını kocaman açmış bir arslan buna engel oldu. Öldürülmesini emretseydim beni parçalayacaktı” dedi. Nevevî ile birkaç defa görüşen el-Melikü’z-zâhir, ondan çekindiğini yakınlarına itiraf etmiştir. Nevevî 665 (1266-67) yılında, 34 yaşında Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduğuna göre, bu hâdisenin daha önce meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Nevevî’nin melik Baybars’a karşı gösterdiği bu yiğit tavrından sonra ünü yayıldı. Eserlerine büyük rağbet gösterildi.
Vefât edeceğini sezmiş olmalı ki, kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitaplarını medreseye vakfetti.
Daha sonra Kudüs’e gitti. Ziyâretini tamamlayıp Nevâ’ya döndü. Birkaç gün sonra babasının evinde hastalanarak 676 yılının 24 Receb (22 Aralık 1277) çarşamba günü seher vakti Mevlâ’sına kavuştu. Rabbim, Firdevs Cennetiyle mükafatlandırsın.
Hakkında Söylenenler
Ashâb-ı kirâmı andıran bu örnek şahsiyeti tanıtırken Zehebî, zühd ü takvâ bakımından eşsiz, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma hususunda benzersiz bir kimse dedikten sonra, onun azla yetindiğini, basitçe giyindiğini, yemeye içmeye değer vermediğini, bununla beraber vakur ve heybetli olduğunu, kısaca onun Allah’dan, Allah’ın da ondan memnun kaldığını, bu sebeple kendisini cennetinde ağırlayacağını (inşaallah) söylemektedir.
İmam Nevevî’nin talebelerinden fakih ve muhaddis İbni Ferah el-İşbîlî (ö. 699/1300), onun üç önemli özelliği bulunduğunu söyledikten sonra, bir kimsede bu özelliklerden sadece biri bulunsa, insanlar ondan faydalanmak üzere, ona dünyanın dört bucağından kalkıp gelirler, diyerek bu üç özelliği şöyle sayar:
* İlim ve görev sorumluluğu,
* Dünyaya ve dünya menfaatlerine değer vermemek,
* İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak.
Tâceddin es-Sübkî’nin naklettiğine göre babası Takiyyüddin es-Sübkî (ö. 756/1355), Nevevî’ye derin hayranlık duyardı. Eşrefiyye dârülhadisine Nevevî’den sonra büyük muhaddis Mizzî (ö. 742/1341), onun vefâtı üzerine de Takiyyüddin es-Sübkî şeyh olmuştu. Fıkıh ve hadis sahalarında değerli eserler vermiş ve Şam kadılığı yapmış olan bu âlim, Nevevî’nin Eşrefiyye dârülhadîsinde ders verdiği yerde geceleri ibadet ederken yanağını yere koyar ve “Nevevî’nin ayak bastığı yere belki yüzüm temas eder” diye duygulanırdı.
Yine Tâceddin es-Sübkî’nin anlattığına göre, babası bir gün binitiyle giderken yolda halktan câhil, yaşlı bir adama rastladı. Bu ihtiyar, bir zamanlar Nevevî’yi gördüğünü söyleyince, Takiyyüddin es-Sübkî binitinden inerek adamın elini öptü, duasını istedi. Sonra da “Nevevî’yi gören biri benim önümde yürürken ben hayvana binemem” diyerek onu terkisine aldı. Takiyyüddin es-Sübkî, Nevevî’nin evliyâullahdan olduğunu söylerdi.
Şeyh Kutbuddîn el-Yûnînî, “İlim, vera, ibadet, azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına katlanma hususunda zamanında tek idi.”
Merhum üstat Abdulfettah Ebu Gudde “el-Ulemau’l-Uzzab (Evlenmemiş Alimler)” adlı eserinde Nevevi’yi evlenmemiş alimler arasında zikretmektedir. Tacuddin es-Subki’nin Tabakatuş-Şafiiyyeti’l-Kübra adlı eserinden şu nakli yapmakta dır: “Yahya (rh. a.), hem seyyid hem de hasur idi. Yani hayatı boyunca evlenmemişti. Nefsine hâkim bir aslan gibiydi. Öyle bir zahid idi ki, dini mamur olduğu zaman dünyanın harap olması onun umurunda değildi. Aşırı derecede kanaati, ehli sünnet ve’l-cemaatin selef âlimlerine saygısı ve mutabaatı vardı. Hayrın her çeşidinde kararlıydı. Tek bir saatini bile taat ve ibadet dışında sarf etmezdi…”
Batılıların, çağımızda “cihadın babası” dediği ve hayatını şehadet ile taçlandıran Abdullah Azzam da şöyle demiştir: “Fikri olarak beni şereflendirip yönlendiren Seyyid Kutub olmuştur. Akidede İbn Teymiyye, ruhi olarak İbn Kayyim ve fıkhi olarak İmam Nevevi beni yönlendirmiştir. İşte bu dört kişi benim hayatımda çok derin izler bırakmıştır.”
Bereketli bir hayatı olan İmam Nevevi, bir çok alanda eser vermiştir. Özellikle Hadis alanında yazdığı eserler, İslam âleminde şöhret bulmuştur.
Özellikle,”Riyâzü’s-sâlihîn min hadîsi seyyidi’l-mürselîn” adlı eseri (halk arasında kısaca Riyâzü’s-sâlihîn diye anılır), İmam Nevevî’nin çalışmaları arasında önemli bir yer tutar. Nevevî (Rahimehullah) bu kitabını, 45 yıllık kısa fakat çok verimli hayatının en olgun ve bereketli dönemleri kabul edilen bir yaşta, 40 yaşlarında yazmıştır. Bundan üç sene önce de, bir başka önemli eseri el-Ezkâr’ ı telif etmiştir. Bu eserle ilgili olarak şu söz darbı mesel halini almıştır: ”Evini sat, el-Ezkar al.” Riyâzü’s-sâlihîn’in telifini, 14 Ramazan 670 (1271) tarihinde bir pazartesi günü tamamlamıştır.
İmam Nevevî, gerçek ilim ehlinin önde gelenlerinden biri olarak, böyle bir zamanda ve bu şartlarda ne yapılması gerektiğini, âlimlerin mesuliyetinin büyüklüğünü iyi biliyordu. İçinde yaşadığı topluma ve İslâm ümmetine karşı sorumluluğunu yerine getirme şuuruyla hareket ediyordu. Ona göre, dünyanın en uyanık kişileri, Allah’a karşı ibadetlerini ve kulluk vazifelerini yapmanın bilincine varmış kimseler olmalıydı. O halde yolun en doğru olanını bulmak ve hakikate ulaşmak için, Allah’ın Kitab’ını ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini iyice bilmek ve bu iki kaynağa sımsıkı sarılmak gerekmekteydi.
Nevevî, kendi zamanında gerçek ilim adamı haysiyetiyle İslâm’ın sancaktarlığını yaparak, dinin hakikatini ve güzelliklerini ortaya koymayı, İslâm’ın hayat, cihad, şefkat, merhamet ve müsâmaha dini oluşunu bir kere daha gözler önüne sermeyi, tasavvuf ve zühdü Kur’an ve Sünnet’teki gerçek yerine oturtmayı kendisi için vazife bildi. Bunu yaparken, her türlü eziyete katlanmayı, karşısına çıkacak engelleri aşmayı, kötülerin kınamasına aldırmamayı da hayat düsturu edindi. İnandığı hakikatleri bizzat hayatında uygulayarak, insanlara en güzel örnek oldu.
İmam Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn’i, dindarlık iddia eden bazılarının yaptığı gibi, insanları yanlış yorumlanan bir tasavvuf ve zühd anlayışına, cihadı terk etmeye, dünyadan yüz çevirmeye davet etmek için yazmadı. Bunun tam aksine Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu bir hayatı bütün unsurlarıyla bilip yaşamaya, düşmanlar ve sapıklarla cihada, hakkı ve adaleti toplumda hâkim kılmaya, kişiyi Allah’a yakınlık derecelerinin en yükseğine çıkarmaya, iyilikleri emir ve kötülüklerden nehiy konusundaki naslara ve bu nasların gerektirdiği hayat tarzına sımsıkı bağlanmaya davet etmek için kaleme aldı. O, bu kitabıyla, Kur’an ve sünnetin ışığında yaşanması gereken bir hayatın yollarını gösterdi. Fert, aile, cemaat ve cemiyet planında uyulması gereken ana prensipleri, büyük bir maharet, üstün bir anlayış ve kavrayışla, âyet ve hadis temeline oturttu. Böylece hem dînî hayattan uzaklaşanlara, hem de tasavvuf ve zühd yoluna sülûk ettikleri iddiasıyla sapıklık ve bid’atlara düşenlere hakkı ve doğruyu gösterdi. İfrat ve tefrite düşmeksizin iddiasız, riyasız, gösterişsiz bir İslâmî yapılanmanın yol ve yönteminin nasıl olması gerektiğini, ana başlıklar, alt birimler, âyet ve hadislere dayalı bilgiler halinde bu kitapta ortaya koydu. Kur’an temeline dayalı sünneti ihya ederek, hakikatın önüne set çekmek isteyen bâtılı ve bid’atı, hatayı ve yanlışı ortadan kaldırmayı hedefledi.
Telif edildiği günden bu yana Riyâzü’s-sâlihîn, İslâm dünyasının her yerinde, âlimlerin, ilim tâliplerinin, vâiz ve hatiplerin ve nihayet hadis okumak isteyen hemen her Müslümanın âdeta el kitabı oldu. Böylece bu güzel eser, müellifinin arzuladığı hedefe ulaştı.
Kaynaklar
Riyazu’s Salihin Cilt 1, Erkam Yayınları