Akla Gelen 9- Vermek I
Arşiv Yazarlar

Akla Gelen 9- Vermek I

Rivayet odur ki; Genç bir adam, Rasulullah’ın (a.v.s.) kapısını çalar ve ihtiyaç halinde olduğunu ifade ederek, muhtaçlığının giderilmesi için talepte bulunur.

Rasulullah (a.v.s.): “Neyin var (imkânların nelerdir?)”

Genç Adam: “Bir yatağım var!”

Rasulullah (a.v.s.): “Git yatağını sat! Elde ettiğin kazançla bana gel!” Genç Adam, yatağını satar, kazancıyla Rasulullah’ın (a.v.s.) huzuruna varır.

Rasulullah (a.v.s.): “Bu kazancınla çarşıdan urgan al ve bana gel!” Genç Adam, kazancıyla urganı alıp, Rasulullah’ın (a.v.s.) yanına varır.

Rasulullah (a.v.s.): “Şimdi şehir dışından (orman, dağ ve tepelerden) odun topla, topladığın odunları (aldığın urgana sar/bağla) pazarda sat ve kazancınla bana gel!” Genç Adam, toplamış olduğu odunları pazara götürür, satar ve kazancıyla Rasulullah’ın (a.v.s.) huzuruna varır. Rasulullah (a.v.s.): “Şimdi bu kazancınla karnını doyur, yatağını al, iaşeni temine (ve çalışmaya) devam et!” der.

‘Vermek’ fiili, her ne kadar birinde olan imkanların bir başkasına aktarımı, el değiştirmesi, uzatılması, ulaştırılması, muhtaç olanın ihtiyacının giderilmesi gibi müspet manalar içerse de birtakım fiillerle olumsuz tanımlamalar da ortaya çıkmaktadır; Rüşvet vermek, faiz vermek, ödün (taviz) vermek gibi. Fiillerin olumsuz oluşu, failin de olumsuz ifadelendirilmesine götürür. Aynı zamanda habis amel icra eden failin güvenilirliğinin sorgulanmasını gerekli kılar. Neticede fail, yasaların karşısında suçunun rengine göre birtakım yaptırımlar da görebilir. Ahlaki değerler ve yasaların kökeni insanın inşasını, suçun tanımı ile müeyyidenin derecesini izafileştirebilir.

‘Vermek’ eylemi daha gerçekleşmeden, bünyesinde birtakım kompleks (karışık) aşamalar barındırır. İnanç, ilim-irfan, niyet, amaç, araç, olanakların nitel ve nicel değerleri, beklenti, enaniyet gibi. Bu saydıklarımız, ‘vermek’ eylemine götüren basamaklardır.

Birtakım eylemler gibi ‘vermek’ eylemi de asgari iki kişi ile gerçekleşir. ‘Veren’, verme eyleminde bulunan ve karşı taraf, ‘alan’ alma eyleminde bulunanın olması gereklidir. Burada alışverişin olumlu veya olumsuz olmasından daha ziyade, her iki taraf için de her neyse o şeyin verilmiş-alınmış olması gerekir. Yani veren yoksa alan yoktur ya da veren var, alan yoksa ‘verme’ eylemi gerçekleşmez.

Malumdur insanı herhangi bir amel (fiil) işlemeye sevk eden unsurların başında inanç, bilgi, dünyevi (harici) etmenler, şahsiyeti, nefis, vesveseler vs. diye söyleyebiliriz. Yeri gelmişken iyi ve kötü olgusunun insanlığın bunca (kaç binlerce) yıllık birikimine rağmen hâlâ ibret ve ders çıkarılacak zemine oturtulamaması, maalesef birtakım amellerin sebep, sonuç ve bedel bağlamında insanlık için göreceliğini korumasına neden olmuştur!

İnsan, kendisine verilen nimetlere (imkân veya olanaklara) karşı ekseriyetle kayıtsız kalmış, kimi zaman imkanların kullanılması aşamasında kapasitesi çerçevesinde biçare kalmış, kimi zaman ise nankörlük etmiş ve kimi zaman da hor görüp hoyratça davranmıştır. Müslüman için mastar halindeki ‘vermek’ eyleminin daha iyi anlaşılması için, aşağıda verildiği üzere beş madde halinde bazı konulara dikkat çekmeye ihtiyaç vardır. Âcizane üzerinde duracağımız konu başlıklarına; “şu, şunun içinde değerlendirilebilirdi” veya “şu da eklenebilirdi” ya da “konu sıralaması şöyle olabilirdi” denebilir! Konu başlıkları: 1. El/Yed, 2. Hikmet vermek, 3. Nimet vermek, 4. Güven vermek, 5. Yön vermek.

  1. El/Yed: ‘Vermek’ fiilinin gerçekleşmesinde en önemli katkı sağlayan ve ilk akla gelen organ el/yed’dir. Neden birinden birine aktarım (vermek) için ilk akla gelen el/yed’dir? Acaba el/yed organı inançta ve örfte daha öte bir anlamlar zinciri mi oluşturmaktadır? Oysa ki muhtacın istemesini, duygu sömürüsünden ari, reel bir muhtaçlık içerisindeki halin oluşturduğu düşüncenin itilimiyle mevcut (asgari) ihtiyaçları için böyle bir eylem içerisine girdiğini farz ettiğimizde; ihtiyacın gerçek ve imkân sahibinin muhtacın talebini giderebilecek gücünün muhtemel olduğu kanısı güçlenmektedir.

Bildiğimiz kadarıyla Türkçede el/yed, bilek ve parmakları kapsamına alan bir organ tanımlaması içerirken, Arapçada omuz ve parmaklar arası bir organ olarak tariflendirilir. Muhtemeldir ki bu sebeple Risalet yıllarında abdest/el suyu (vudû/güzellik/temizlik) omuz ve parmaklar dâhil, arası sudan geçirilerek gerçekleştirilirdi. Zahiren tanımlaması aşağı yukarı böyle iken, bazı İslam âlimleri mecazen el/yed mefhumuna; erk sahibi (her şeyi yapabilme gücünde, sözü geçerli), iktidar sahibi yani muktedir olan olarak tanımlamışlardır.

“Bir kötülük görürseniz elinizle düzeltiniz (…)” [Hz. Muhammed (a.s.v.)] Buradaki ‘el’in devlet gücüne delalet ettiği, dolayısı ile devlet tanımlamasının; toprak bütünlüğü, yasaları, ordusu, içerisinde tebaası, sınırları dâhilinde ve dışında gücüne göre söz sahibi olan tüzel bir kişilik olarak izahı yapılmıştır. Hadis-i şerifin bütünlüğü içerisinde geçen ‘kötülüğün’ niteliğine binaen; kötülüğü düzeltebilecek ya da kötülüğe karşı koyacak gücün asgari o oranda büyük olmasının icap etmesidir. Burada İslami anlamda devletin meşruiyetinin, izahının ifadelendirilmesi ayrı bir konu olmakla beraber, takatimizi de aşan bir mevzudur. Ancak karınca kararınca şunu da ifade etmek gerekir ki; hadis-i şerifin bütününü incelediğimizde ve bütünlüğüne zarar vermemeye gayret ederek, kötülüğe karşı koyacak gücün, İslam akidesine göre azamiden asgariye doğru (el/yed, dil ve kalp) tasnife tabi tutulduğu, kalp seviyesinde (asgari) ise bir kötülüğe karşı koyuşun (buğzun) olmamasının, imanın zerresinin bulunmamasına işaret ettiği Yüce Nebi (a.s.v.) tarafından zikredilmiştir. Ayrıca dikkat etmek gerekirse bu veche (yüz/yön/üslup) ile de sözün Rasulullah’a (a.s.v.) ait olması münasebetiyle kötülük, hasene, muktedir olma hali tanımlaması- habis olana karşı durma, yol ve yöntem belirleme Müslüman için izafi olmaktan çıkar!

  1. Hikmet vermek: “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nail olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlar” (Bakara-269). “(Ey Muhammed!) Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür” (Nisâ-113).

Hikmet; eşyanın arka planını veya eşyalar arası bağı görme, dengeli olma, isabetli karar verme, kötülüğe mani-iyiliği ortaya çıkarmada akıl ve ilmin koordinesi ile hareket etme, ahlaklı-edepli olma, sınırlarını bilme… halidir. İslam ıstılahında; Rasulullah’a verilen ilim (sünnet), nasihat, İslam davet inceliklerini bilme, fıkhetme, takva… olarak ifadelendirilmiştir. Anladığımız kadarıyla hikmet; birtakım özelliklere sahip kullara Allah’ın verdiği (ikram ettiği) derin bilgi, diyebiliriz. Başta peygamberler olmak üzere birtakım kullar bu bilgiyle hayata, eşyaya, hakikate, birlik ve kesrete, sınırlara, bağlara… nazar ederler. Bu ilimle görür, duyar ve konuşurlar. Duyular (bilgiyi ilk karşılayan azalar), zihin ve kalp arası iletişimdeki iman eksenli ilahi uyumla; varlığı ve yokluğu, sebep-sonuç bağlamını, mikro ve makro kosmozu, âlemdeki değer ve hakikatlerini tefekkür ederler. Özellikle Allah’ın (c.c.) elçilerini düşündüğümüzde hikmet; tüm teferruatıyla olmasa bile Peygamberlerin iki âlem arası iletişimdeki söylem ve eylem hallerindeki durumlarından, zihinlerimizde gölge şeklinde de olsa sanki bir şeyler belirir, “ben buradayım” diyerek kendi derinliğini bize tanıtmaya çalışır! “Eğer siz, benim bildiklerimi bilseniz; az güler, çok ağlardınız” [Hz. Muhammed (a.s.v.)].

Hikmetin olmadığı bilgi, sahibi için yüktür (bkz. Cuma-5)! Hikmetten yoksun bilgi; taşıyanı kibirleştirir, zalimleştirir, hoyratlaştırır, dünyevi ihtirasların odağına iter, sınır tanımaz ve mana âleminden yoksun bırakır (uzaklaştırır)…

Hikmetten yoksun kişi; bilgi depoladıkça bilgi oburluğu artar, bilginin sindirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşar, çünkü bilginin kaynağı-tedariki ve sınırlarına (yasak-faydasız-zanlarla oluşan bilgilere yaklaşımda) temkin ve riayete dikkat etmediği gibi, ihlal de eder. Müslümanlar ise hidayet iklimiyle, hikmetle temas sağlamışlardır. Böyle bir iklimin sıcaklığının, kuşatıcılığının ve eminliğinin artmasını-devamını ve hayat boyu yaşamak istiyorlarsa kural şudur; bildiklerini, bilmediklerini ve hadlerini (sınırlarını) bir ömür boyu bilmek zorundadırlar. Müslümanlar, hikmetle yüklendikçe hiçliklerini fark edecekler, bu hiçlik bilgisi onlarda zahire tevazu ve vakar olarak yansıyacak. Müslümanlar en azından iman ve ihlâsla gayret etmeli, azimet içerisinde olmalıdırlar. Ancak bu, onları kurtarabilir!

  1. Nimet vermek: “(Rabbim), bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil (Âmin)” (Fatiha-7). Nimet; genel ve sade tanımı ile insanın elindeki imkânların ona (insana) tattırmış olduğu hoşluk, mutluluk diye ifade edebiliriz. Eğer bir insan elindeki imkânların farkında değil, imkânlarını kullanabilecek yönü (istidadı) yok, kullanamıyorsa ve mutlu değil, sıkıntıda ise nimetin varlığından bihaber olması, nimeti kullanmadaki naçar kalışıyla, mutluluğa erememesi ile nimet içerisinde değildir, demektir. Allah, insana maddi ve manevi, dünya hayatı boyunca ve ahirette o kadar nimetler (imkânlar) bahşetmiştir ki nitelik ve nicelik olarak, saymakla bitirmenin nakısalara sahip Âdemoğlu için na-mümkündür (bkz. Nisâ-69/Tevbe-21). Nimetin vehbi (Allah -c.c.-vergisi) ciheti olduğu gibi kesbi (insanın çalışarak Allah’ın insana ikram edeceği veya ettiği) yönü de vardır.

“Hasılı O, size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki, eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan, çok zalimdir, çok nankördür” (İbrahim-34). Nimetin vehbi yönüne dair örnekler: Ruh, can, akıl, zekâ, duyulardaki hassasiyet, hidayet, suret güzelliği, organlarımızın varlığı-çalışma temposundaki ahenk…

Nimetin kesbi yönüne dair örnekler: İman, zenginlik, mal-mülk, itibar, karakterin düzgünlüğü (ahlaklı, dürüst, güvenilir olma), ilim-irfan, iman kardeşliği… (bkz. Âl-i İmrân-103).

Müslüman için şüphesiz, nimetin sahibi/velisi, yoktan var edeni ve karşılıksız vereni, elde edilen nimete şükür edilecek tek merci, verilen bu nimetlerin sorgulanacağı ve kulların tartışmalarına kesinlikle kapalı (bkz. Lokman-20) Yüce Makam, Allah’ın (c.c.) kendisidir.

“Rabbinin her türlü nimetini şükürle an ve anlat!” (Duhâ-11) Öyle ki Anadolu ve hinterlantında nimet tanımlanırken direkt olarak ekmek akla gelir ve nimet kavramı ekmekle özdeşleştirilir. Muhtemeldir ki Kur’an-ı Kerim’in ekin (buğdaya) ve nevilerinden (tahıl çeşitlerinden) hikmetle bahsetmesi, özellikle Anadolu coğrafyasının kadim insanlık tarihine ev sahipliği yapması ve tarih ilminin tahıla dair birikimi Anadolu’daki özellikle İslam toplumunda nimetin ekmek ile ifadelendirilmesi ve ekmeğe saygının aslında nimete saygı olarak, birtakım ritüeller üzerinden canlı tutulmasına yol açması hayrete şayan (uygun/layık/yaraşır) ve ibret vericidir!

“Ekmeğe hürmet ediniz” [Hz. Muhammed (a.v.s.)]. Takribi yarım asrı devirmiş, Anadolu toprakları üzerinde doğmuş ve kısmen de olsa Anadolu insanının özelliklerini üzerinde barındıranlar hatırlarlar ve bilirler ki; yere ekmek düşerse “Bismillah” denir, üflenir ve yenirdi. Sofrada ekmek kırıntısı bırakılmaz, tek-tek parmak uçları ile toplanır yine yenirdi. Yolda yürürken yerde bir ekmek görülse öpülür, alna sürülür ya da baş üstüne temas ettirilerek (başımdan kıymetli manası yüklenerek), yüzde hüzün ve korku eşliğinde, yüksek bir yere konurdu… yemek tabağı ekmekle iyice sıyrılarak “Elhamdülillah” denirdi.

“Yemek tabağınızı iyice sıyırınız, yemeğin bereketinin nerede olduğunu bilemezsiniz” [Hz. Muhammed (a.v.s.)].

Demiştik ki bu kadim topraklarda nimetin değeri ekmekle taçlandırılıp birtakım ritüeller ile canlı tutulması ibretlidir. Bazılarımıza göre bu ritüeller, menşeinin araştırılarak inanç ve ideolojik bazda eksik ya da yanlış olduğu vurgulanabilir. Ayrıca kimilerine [entel/elit tabakaya(!)] göre bu hassasiyetiyle sıradan, amiyane ve cahil diye ifade edilen Anadolu insanı; nimetin ne olduğunu, nimeti verenin kim olduğunu unutmaması, canlı tutması, samimiyeti, inancı, özüne bağlılığıyla; Müslümanlar açısından içerisinde kıymetli, zarif derinlikler barındıran düşünce ve fiilleriyle, saygıyı ve takdiri hak eden âlemin en değerli parçalarından olduğu (bahis edilen hassasiyetlerini, özünü yitirmediği sürece) bilinmelidir. Öyle ki ‘ekmek’ mefhumuyla şartların ve zamanın getirdiklerine göre, bu toprakların insanı tecrübelerinin ışığında, nimetlere (insanın muhtaç olduğu imkânlara) gönderme yaparak deyimler türetilmiş, ileriki nesillere çok manidar öğütler miras bırakmışlardır (vermişlerdir).

Ekmek aslanın ağzında: İnsanlığın geldiği an itibari ile rızık teminde şartların zorlaşması.

Ekmeğinin peşinde: Kimsenin malında mülkünde gözü yok, kimsenin ne düşündüğünün, neye inandığının peşinde değil. Tek derdi; hanesinin iaşesinin temini.

Ekmeğini bir eline alsa hepimiz “kühh” diyeceğiz (rahat edeceğiz/soluklanacağız!): Onun işsiz oluşu hepimiz için sorun. Bir işi olsa, bulunsa o da yoluna bakacak (gayret edecek) biz de bu düşüncenin verdiği ıstıraptan kurtulacağız.

Yiyecek ekmeği yok: O kadar yoksul, muhtaç ki insanlığın temel ihtiyacı olan ekmeği dahi bulunmuyor.

  1. Güven vermek: Elindekini verdi: Bilinçli ya da bilinçsiz imkânlarını bir başkasına/başkalarına aktardı. Verdiğinin farkında idi: İmkânlarını elinden çıkarırken inanç ve bilgisine dayanarak sarf etti.

Birtakım kavramlar tek başlarına ya yeteri kadar ya da hiçbir anlam içermezler. Aldıkları ekler, önlerine veya ardı sıra ilave sözcüklerle bir olguyu, olayı, öğretiyi, manayı işaret ederler. Yukarıda, örnekleri verilen deyimler gibi. Ek olarak yukarıda şunu da demiştik ki: Birtakım mefhumlar; inanç, örf, kişisel temayüllere göre izafileşebilir ancak bir Müslümana göre nassların ve nassların işaret ettiği alanın içerisinde izafiyet kalkar (iman gereği), yerini teslimiyet alır; çünkü Şari’in alanında (Hududullah) Müslüman için izafiyetten (görecelikten) söz edilemez.

Kavramların kökleri, tekâmülü ve kullanıldığı alanlar (etimolojik, ıstılahî, örfi, jargon – meslekler, nesillerin kavramlara yüklediği manalar) içerisinde yüklenilen anlamlar ile de farklı tanımlamalara maruz kalabilirler. Ayrıca kavramların izahı için de karşıt (zıt) kavramın katkısına müracaat edilebilir.

Güven kavramını ya da güven sahibi faili izahta sarih hale getirmek için zıtları; nifak fiilini ve münafık failini bir miktar yakından görmek, tabir yerinde ise derenin gözlenmesi sayesinde; derenin aktivitesi, debisi ve taban-yüzey yönünün bilinmesi ile paçaların sıvanma derecesi ve kararının makulat çerçevesinde ortaya çıkması gibi, güven-mü’min irtibatı ve güzergâhı zihinlerde netleşecektir (Allahualem).

Lügatte ‘nifak’, bir delikten (tünelden) girip bir başka delikten çıkmak, İslam ıstılahında ise lisanı ile inandığını iddia edip kalbiyle reddetme eylemi olarak tanımlanmıştır. Nifak içerisinde olan faile ise “Münafık” denmiştir. Türkçede ikiyüzlü (kuşkulu-kuşku veren) yani her ortama, karşısındaki muhatabına göre yön, fikir, inanç ve söylem üreten, şartların yapısına göre bukalemun misali renk değiştiren insanımsı varlıklar için sarf edilmiştir. Münafıklar; nifak içerisindeki halleriyle İslam’ı, Müslümanları istihza etmekle kalmazlar, iç dünyalarındaki nifakı zahire taşıyarak, bulundukları toplumda koordineli bir şekilde ifsad ve fitne eylemine geçerler. Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’inde cehennemin en alt tabakasında ikamet edeceklerini (!) buyurur (bkz. Nisa-145).

“Münafık; konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde ahdinde durmaz, emanetlere ihanet eder, hasımlıkta haktan sapar” [Hz. Muhammed (a.v.s.)]. (Devam edecek…)

GRUBA KATIL