İki hikâye anlatılır; birisi sevdaya, diğeri korkuya dair. İki hikâye de meşhurlaşmıştır, özellikle bu topraklarda. Divan, halk ve günümüz edebiyatında; farklı kültür, jenerasyon ve zamanın etkin trend (uzun soluklu ve kalıcı olmayan eğilim/yöneliş) anlayışları ile çok versiyonlu hale gelmiş/getirilmiş, günümüz teknik ve görsel imkanları ile de sinema, tiyatro hatta animasyonları yapılarak işlenmiş, üzerinde çok yorumlar yapılmış, fenomenleşmiş, hikayelerle ilgi kurulan olaylara ciddi malzeme oluşturmuşlardır!
Hikâyelerden Pasajlar:
1. Sevdaya dair;
Dillere destan bir aşk hikâyesi vardır. Rivayet odur ki; Mecnun, sokaklarda “Leylaa, Leylaa!” diye mütemadiyen inler.
Sultan: Yeter artık! Çağırın şu adamı, derdi ne ise çözelim, der. Ararlar-tararlar, Kays’ı Sultan’ın karşısına çıkarırlar.
Sultan: Evladım, derdin nedir? Söyle… Hal çaresine bakalım.
Mecnun (Kays): Leylaa, Leylaa, Leylaa…
Sultan: Bu, böyle olmayacak! Getirin şunun Leyla’sını da inlemesin artık! Biz de rahat edelim o da rahat etsin!
Leyla bulunur, Sultan’ın huzuruna çıkarılır. Lakin bir gariplik vardır. Leyla, suret olarak hazirunun beklediği gibi değildir! Kara-kura çelimsiz bir kızcağızdır! Sultan, Leyla’yı görünce afallar!
Sultan: Leyla’nı getirdik işte! Bunun için mi kafamızı şişiriyordun?
Mecnun: Bir de siz benim gözümle bakabilseniz!
Lakin daha Leyla Kays’a yanık değildir! Leyla da gel zaman, git zaman Kays’a gönlünü kaptırır. Kays’a meftunluğunu aşikâr eder. Fakat Kays, Leyla’ya beklenilenin dışında karşılık verir ve şöyle der:
Mecnun: Kays, artık sana meftun değil! Hürsün!
Leyla: Ama nasıl olur? Bunca çile, yıkım içerisinde yaşamışken ve ben de sana aşkımı itiraf ederken!
Özetle şöyle yorumlar yapılır: Kays’ın Leyla’ya olan aşkı, yüreğinde öyle büyüdü ve aşama kaydetti ki zahiri Leyla’yı terk etti. Kalbindeki Leyla’sını arıyor ya da onun ile birlikte yaşıyor! İşte o zaman “Mecnun (cinlenmiş/aklını yitirmiş)” olarak anılmaya başlar Kays… Biz bilmeyiz, Kays mecnun mu, meczup mu, yoksa akıllı mıydı? Allahualem, geçmiş devir!
2. Korkuya dair;
Günlerden bir gün, Dumrul adında yiğit (bir o kadar da deli!) ve genç bir adamın karşısına Azrail (a.s.) çıkar, kendisini tanıtır:
Dumrul: Ne istiyorsun benden?
Azrail: Vakti geldi! Canını…
Dumrul: (Kalp çarpıntısının eşlik ettiği, telaşlı ve korku dolu melül bakışlarla, mühlet ister) Yok mu bunun hal çaresi? Hedeflerim, yarım kalan işlerim, yaşanmamış gençliğim… var!
“Yiğit namıyla anılır” sözünden hareketle; Dumrul, ya gerçekten deli ya da topluma aykırı yaptığı işler dolayısı ile “deli” yaftası takılmıştır (yapıştırılmıştır). Biz bilmeyiz, Dumrul deli mi, yoksa akıllı mıydı? Allahualem, geçmiş devir!
İnsandan insana farklı türev ve dereceleri olsa da insan sever ve korkar. İnançlar, idealler, ego, toplumsal bakış/yaklaşım ve davranış bilimlerinde de iyi-kötü, zayıflık-fazilet, doğru-yanlış, ayıp-sayıp gibi, ne tür karşılığı veya tanımlaması olursa olsun tabiat/fıtrat budur (bunu yani sevmeyi ve korkmayı gerektirir).
Korkmak ve sevmek:
Bu iki sözcük, insanın fıtri temayülleri içerisinde yer alan, insanoğlunun yaşamının hemen hemen her alanında ona yön veren, kimi zaman iradesini hiçe sayan ve çoğu zaman da geleceğini olumsuz şekillendiren, üzücüdür ki kimi zaman da insanoğluna ağır bedeller ödettiren iki özelliktir!
Korku; insanın konforunu (mevcut imkânlarını/bağımlısı olduğu alışkanlıklarını), güvenliğini tehdit eden unsurların insana tattırmış olduğu hissiyat ve nevileridir. Genel hatlarıyla insana korkma duygusunu tetikleyip, harekete geçiren etmenlerden bazıları; karşısındaki güç, açlık, hastalık, ölüm, elinin altındaki imkânların zayiatına dair taşımış olduğu endişe, gelecekte olabilecek olumsuzluk kaygısı… gibi.
Ya sevmek? Muhtemeldir ki insanın tüm hasretinin itminan bulacağı derinliklere sahip, en ufak hatayı dahi affetmeyen, görenler için temaşa, âmâ/görme kusuru olanların temas, tını ve koku ile kalpte kendisini hissettiren, hoşlanmak ve aşk arasında dereceleri olan, içerisinde karmaşık imgelerle dolu labirentler barındıran bir haslet. Sevda; içerisinde korkuyu taşıyan hatta korkudan da beslenen eğilimdir. Çünkü aşığın, maşukunu (cananını) kaybetme riskine karşı endişesini içinde taşır ve bu korkuyu da bırakmak istemez. Âşık bilir; bu endişe (korku), sevdasını diri tutar. Bu nedenle de maşukunun dileklerini yerine getirmeye gayret eder.
Ve öyle sevdalılar da vardır ki ayran gönüllü (yağı, kaymağı alınmış, durdukça ekşiyip tadı bozulan/kararsız, hevesi çabuk geçen, güvenilmez), şıpsevdidir. Her çiçekten bal alabileceği düşüncesi onu hercai karakter düşkünlüğüne indirgemiştir. Ne yazıktır ki adeta; biçare başı kesik tavuk misali, yön duygusunu kaybetmiş, yardıma muhtaç hale gelmiştir.
‘Korku’ ve ‘Sevgi’, madem insana verilen diğer melekeler içerisinde yer alır, varlıkları da bir hakikattir; peki, konumuz itibari ile bu melekeleri çağın aktüel (güncel/gelip geçici) konseptine ve insanın hevasının tesirine terk ederek, her bir insan için yeni tecrübelerle, münferit kişilikler mi inşaa etmek gerekir? Yoksa insanı komple ele alırsak; diğer melekeleri gibi ‘korku’ ve ‘sevgi’nin varlık hakikatini inkâr etmeden, bu hakikati nasıl bir hakikatle aslına uygun geliştirilebilir, insan denen mükerrem varlığa nasıl müspet katkı sağlanabilir?
Korku ve sevginin zihin ve kalbe ilkâ (attığı, bıraktığı telkin-ilham) ettiği dehlizlerde ilerlemek için muhakkak işin ehli ve sahibi, iz süren, yol gösteren bir mihmandara (rehbere) ihtiyaç vardır. Sevmenin mecaz (dünyaya dair) yönü olduğu gibi, İlahi (rıza-i İlahi’ye kavuşma) yönü de vardır. İşte aşığın içine düştüğü veya tercih ettiği sevda, onun için ya yolu seraplarla bezeli, nihayeti gayya (azap kuyusu) olur ya da sevdasının tatmin olacağı, yolu çetrefilli, neticesi vaha olur… (bkz. A’râf, 16-18)
Ve ilahi sevda (aşk); işitme (davetle temas) ve temaşa (evreni yaratılışını tefekkür-tahayyül) ile başlayıp, kalbe intikal eden, orada imandan ivme alarak, dilde ikrara, nihayetinde bedende eyleme dönüşen, kulak-göz-kalp ve dilde senkronize hal alan inanç, ilahi sevdaya (ilahi aşka) ulaşır. Tabir yerinde ise yükselir (olumlu aşama kaydeder). Meftununu kendinden geçirmez. Müslümanın içkin ve aşkın aksamlarını birbirine yaklaştırır, aktifleştirir ve koordine eder. Aşığı, kendi derununa ve âlemleri tefekküre yönlendirir. Bu yönelişler, onun sınırlarını fark etmesini sağlar, ona ağırlık (vakar) katar ve aşığı maşukuna kullaştırır (Rabbine yaklaştırır). İlahi sevda, aşığı dünyevi ağırlıklardan ve prangalardan kurtarır, onu hürriyetine kavuşturur. (Kimilerinin dediği gibi) Müslümanı kendinden geçirmez, Müslüman, bu sevdayla sapmaz-sapıtmaz, dar kafalı ve yoz-yobaz da değildir. O (ilahi sevdanın müptelası olmuş mümin) kişi; varlığının-var olmasının nedenlerini çözmüştür. Yapıp-yapmaması gerekenlere kavuşmuş, kendiyle buluşmuştur. O (Mümin), görüş alanını, Rabbinin inayetiyle o kadar genişletmiştir (perspektife/uzama sahiptir) ki, sanılanın aksine dar görüşlü (örümcek kafalı) değildir. Çünkü O (Mümin), varoluş, şu an ve mavera arasında ciddi bağlar kurarak sevgiliye; vuslat yolculuğunda gerekli ikmalleri, sevdasının ihtimamıyla yaparak ilerler. İşte bu aşamadan sonra endişe (korku) ile tanışmıştır.
İmanla, sevda aşaması kaydeden Müslüman, mevcut halinin içselleşmesi ile; İlah’ını, çevresini, kendisini tanıdıkça akıbeti için korku (takva/Allah’ın sınırlarına/Hududullah’a riayet) aşamasına geçmiştir. Bu yükseliş, onu iki cihan saadetine (İlahi şemsiyenin altında gölgelenmeye/en güvenli alana çekilmeye) ulaştırmıştır.
“Ey Âdemoğulları! Size hem edep yerlerinizi örtecek bir elbise hem de giyinip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesine gelince, en güzel ve en hayırlı elbise, işte odur. Bunlar, insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye Allah’ın indirdiği âyetlerdendir.” (A’râf, 26)
“Rableri, onlara şu karşılığı verdi: Ben erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler, birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli, Allah katındadır.” (Âl-i İmrân, 195)
Dile kolay gelebilir. Eğer bir yerde bir sevda iddiası varsa; orada sevdanın test edilmesi, cananın nazı, bitmez istekleri vardır. Ayrıca sevda iddiasında olanın; bir gönle iki sevgiliyi sığdırmamasının gerekliliğini, kendinden maşuku için vazgeçmesi gerektiğini, hiçbir şeyin (sevdası/amelleri dışında!) kendisine ait olmadığını ve artık kuralların tek taraflı vaaz (canan tarafından) edildiğini, meftunun ise kuralsız-şartsız maşukuna tabi olması gerektiğini bilmesi gerekir! Allah (c.c.), kullarının kafalarına göre kendisi ile yakınlaşmayı (muhabbeti) arzu etmez(!), kabul de etmez (reddeder). En Yüce İlah (otorite /sevgili) olarak kulu ile münasebetinde kuralları kendisi koyar. İlahi kurallara kulun herhangi müdahalesi, muafiyet talebinde de bulunması düşünülemez, söz konusu dahi edilemez. İlahi sevdada amaç (hedef) ve araçlar kesin hatlarla çizilmiş, araçların; seçimi, tatbikatının (uygulamanın) yeri-zamanı-tatbikat süresi, kişiye göre düzenlenmesi vs. Şari tarafından belirlenmiştir. Çünkü “Bu din, İlahi olduğu gibi, yöntemi de İlahi’dir.” (Şehid Seyyid Kutub)
“Allah ve Rasûlu, bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakları yoktur. Her kim Allah ve Rasûlune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb, 36)
İnsanın Allah’a veya dünyaya olan sevgisinin bulduğu karşılık:
İnsanın Allah’a olan sevgisinin bulduğu karşılık;
Bir Müslüman, Allah’a inanır ve muhabbetinin gereklerini yapmaya azmederse; artık Rabbi ona (o Müslüman’a) yakındır. İhtiyaçlarının giderilmesi, dertlerinin deva bulması, buhranlarından halâsa ermesi ve düze çıkması için Rabbini yardıma davet ettiği (Rabbine duada bulunduğu/yakardığı) zaman daveti karşılık bulur. Bu yüce lutfa karşılık olarak da kulun Rabbinin davetine ihlâslı bir şekilde icabet etmesi gerekir (bkz. Bakara, 186). Bu samimiyet, Müslüman’ın şanını yücelterek Yüce Allah’ın dostluğuna yükseltir. ‘Dillere destan’ deyimi tabir yerinde ise burada hayat bulur. Yüce Allah, dostluk kurduğu kulunu bizzat kendi koruması altına alarak, kurduğu dostluğun sürecini izah ederek, Yüce’liğine binaen kulunun düşmanlarına karşılık işletimi risk içeren birtakım azalarının kontrolünü Zat’ı üzerine alarak, sevgili kulunun güvenliğini sağlar. Diğerlerini (kulunun hasımlarını) tehdit eder.
“Her kim, dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilan ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum, bana (farzlara ilaveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.” [Kudsî Hadis, Hz. Muhammed (a.v.s.)]
“Müslüman’ın duası ret olunmaz; ya duası bu dünyada aynen karşılık bulur, ya başından bir kazayı def eder ya da ahirette günahlarına keffaret olur.” Hz. Muhammed (a.v.s.)
Bu sevda, kulu Allah’a yürütür, Rabbi’ni sevgili kuluna koşturur(!), kul Rabb’ini hayırlı bir ortamda andığında ve hayırlı bir zanda bulunduğunda şirk koşmamak kaydıyla, Rabb’inden gani gani karşılık bulur. Dünyevi sevdalar gibi kulun duyularında ve hissiyatında körelme, kalbinde ise akıl tutulması yaşanmaz. Kulun bu sevdasıyla, her kaydettiği mertebede yeni yeni hayırlı kapılar aralanır. Kalp gözü açılarak, âleme hikmetle nazar etmeye başlar.
“Müminin ferasetinden korkun, zira o, Allah nazarıyla bakar.” Hz. Muhammed (a.v.s.)
İnsanın dünyaya olan sevgisinin bulduğu karşılık:
“Dünyanın peşinden koşarsan o (dünya) senden kaçar, sen ondan (dünyadan) kaçarsan peşinden gelir.” Hz. Ali (r.a.)
Cenk ustası Hz. Ali Efendimiz (r.a.), söz ustalığını da göstererek az sözle, çok şey ifade ederek bizi, o günden bugünü düşünme zahmetinden kurtarmıştır. Kendisini bu vesile ile tekraren rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. Dünya ne yaparsak yapalım asla ve asla bize yar olmayacaktır. Nice müstekbirlere, ordulara, medeniyetlere, zengin ve fakirlere, genç ve yaşlılara, çoluk-çocuğa, bakmaya dahi kıyılamayacak güzellere, âlimlere, salihlere, nebilere makber oldu. Duymadık, dünyanın birilerinin kendisine meftun olduğundan ötürü iltimas geçtiğini! Peşinden geldiğini! Karun, bunun en çarpıcı örneği değil miydi? Sadece hazinelerinin anahtarlarını kervanların taşıdığı, “Bu zenginlik, kendi şahsi çabamla oldu!” diyen, o (Karun); şimdi nerede? Yer yer arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkan, hâlâ Karun’a ait olduğu iddia edilen hazineler (Mülk, Allah’a aittir. bkz. Nûr, 42/Mülk, 1-5)… İbret alınmadan dünyevi nazar atan bakışlarla(!) hayret edilen, üzerine yorumlar yapılan, bu hazinelerin sahibi olduğu(!) iddiasında bulunarak tarihin filan kısmında yaşayıp, necis cesedi kabzedilen, esfel-i safiline itilen, “Benn! Benimmm! Kaaaruuuunuuummm!” diyen zavallı şimdi nerede, Yüce Allah aşkına? Ne hazindir ki insan öldüğünde, onu ilk terk edenler dünyalıklardır!
“İnsan ölünce üç şey kabristana kadar onu takip eder: Dünyası (malı-mülkü/malım mülküm dediği şeyler), dostları/yakınları ve amelleri (zerre miskal yapıp ettiği işler). Biri kalır, ikisi geri döner; dünyası ve eşi-dostları-yakınım dedikleri geri döner, amelleri onunla mezara girer.” Hz. Muhammed (a.v.s.)
Nasıl bir sevda ise! Maşukun memnuniyeti yok, iltifatı yok, zaten herhangi bir konuda meftununa tesellisi ve yardımı hak getire (bulunmaz)! Ne anladık bu sevdadan? Peşinden koş koş nereye kadar? Malum bir deyiş vardır: “Fazla naz âşık usandırır.” Baki olmayan, yerle yeksan olacak, hedefe (Rıza-i İlahi’ye) götürecek bir araca (dünyaya) sevdalanmak çok trajik (Rabbim Sana kullukta ayaklarımızı sabit kıl!). Dünya, sevdaya layık bir yer olsaydı; Rasulullah’ı (a.v.s.) görmüş, O’nun Efendiliğine, ahlakına ve üstünlüklerine şahit olmuş Sa’labe, Rasulullah’ın (a.v.s.) lisanıyla kaybeder miydi hiç? (Devam edecek…)
Yasin Tekin
16 Kasım 2021/Salı
11 Rebîu’l-Âhir 1443
Arşiv
Yazarlar
Akla Gelen-8: Vehn (Gevşeklik-Zaaf) – I
- by Yasin Tekin
- 21 Ocak 2022
- 0 Comments
- 0 Views