Dünyevileşmek (Dünyayı sevmek):
Komplike bir varlığız, insan olarak! Bizi oluşturan her bir bileşen, bize dair keşfettiğimiz ve ilk defa farkına vardığımız özelliklerimiz, insan olmanın yeni tanımlamalarını beraberinde getiriyor. Ölçüm ve tahminleri bir kenara bırakarak, kim bilir kaç bin yıldır acun bize ev sahipliği yapıyor, kim bilir bizi ne kadar daha hanesinde ağırlayacak? Bunu, şu an bilmemiz mümkün görünmüyor. Yalnız bilinen bir şey varsa her yeni gün, öğrenilen her yeni bilgi bizi (insanoğlunu) adeta baştan aşağı yeniden ifadelendiriyor, anlam katıyor.
Her ne kadar konuk olduğumuz şu fani dünyaya ihanet etsek de, onu yıksak da, onu yaksak da, onu viraneye çevirsek de ve onun da Yüce Mevla’nın (c.c.) kullarından bir kul olduğunu ihmal edip, üstüne üstlük bütün suçlarımızı üzerine yıkıp, ona her türlü galiz hakaretleri etsek de, onun üzerinden Allah’ın nimetlerine, onun vesilesi ile eriştiğimizi idrak etme zahmetine katlanmıyoruz. Çünkü ben-i âdemin tabiatında olan nisyan ve nankörlük onu vefasızlığa sevk ediyor. Mevzu bahsimiz; Bir ruhban gibi, tabiatımızın herhangi özelliğini köreltmek, öldürmek, hususiyetlerimizi görmezlikten gelmek değil, geniş yelpazeye sahip fıtri melekelerimizin farkına varıp, yapımızın bize dair bu özelliklerine muvazene kazandırmak ve aralarında müspet bir koordinasyonun tesis etmenin gerekliliğidir!
İnsan; güzel olana düşkün, ona sahip olma arzusu ile birtakım hesaplar içerisinde, hırs derecesine çıkacak kadar kendinden dahi vazgeçebilen, konforu için taassuba varan endişeleri (korkuları), asla elde edemeyeceği şeyler (tul-u emel) için; kendisine dair ne varsa çiğneyip feda edebilecek kadar bile ileri gidebilir bir varlıktır! Ve insan, kendisine ikram edilen güzellik anlayışına yaklaşırken oluşan mana da; görgü, bilgi, duygu, gayba dair ilham ve vesveselerin vermiş olduğu itilimlerin bileşkesiyle, objelere nitelik ve nicelik ile nazar edebilirliği ona (insana) sübjektif derinlik kazandırdığı da düşünülürse, insan denen varlığın özel olduğu daha da sarih hale gelecektir.
Metaforik tasavvurla;
1. Rahim (Anne rahmi): Bir fetüs, anne rahminde ekmek elden su gölden hayatına ve gelişimine devam ederken; birisi çıkıp dese ki: “Kardeşim, benim bulunduğum hayata (dünyaya) gel, burası çok cafcaflı, eğlenceli, renkli, farklı mahlûkların, farklı tatların bulunduğu bir yer ve burada gelişimin nitelikli aşama kaydedecek, koşacaksın, familyana uygun kişilerle tanışacaksın…” hitabına karşılık, sıvı içerisinde, baş aşağı, iki büklüm, bir kordona bağlı olarak yaşayan, orada kendine göre konfor oluşturan(!), oradan başka bir mekân bilmeyen, görmeyen, tanımayan cenin; muhtaçlığının, çaresizliğinin ve acizliğinin farkına nasıl varabilir? Nidada bulunana nasıl iltifat edebilir? Ona, ne tür gerekçeler karşılığında itimat edebilir?
2. Rahim (Dünya): Peki, başka bir adam (âdemoğlu) çıkıp dese ki; “Bak güzel kardeşim, burası (dünya) gelip geçici mekân, asıl istikrar ve karar kılınacak yer, mavera! Gel şunları-şunları yapalım, şunları-şunları yapmayalım! Senin hasret çektiğin, özlemini duyduğun, arzularını burası teskin edemez! Bu dünyanın debdebesi seni sarhoş etmesin, dikkatli bak! Gelen gidiyor ve dönen yok! Hiç düşünmez misin? Biraz sabır… “ demiş olsa, acaba nasıl bir kalp iltifat eder ve teveccüh gösterebilir?
İşte bulunduğumuz dünyayı da nefislerimizin şekillendirdiği, alışkanlıklarımız çerçevesinde, anne rahminden bir sonraki rahim olarak tecrübe edersek; yukarıda ifade ettiğimiz gibi güzel olana meftunluğumuz, rahata müptelalığımız ve ona sahip olma ihtirası, ne yaraların açılmasına ne kavgalara, ne kadar acılara, kederlere ve türlü-türlü hicranlara neden olmaktadır(olmuştur)!
“Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki bitirdikleri çiftçileri imrendirir, sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmıştır, ardından da çerçöp haline gelmiştir. Âhirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı yararlanmadan başka bir şey değildir.” (Hadîd-20)
İç içe matruşka gibi aşamalardan geçen insanoğlu; Heva ve hevesinin kurbanı olarak (bkz. Furkân-43) bir önceki halini unutmuş, bir sonraki evre için mevcut bulunduğu zaman ve mekanın cümbüşüne kendisini kaptırarak tekamülünü (metamorfozunu), bir kelebek misali olması gerektiği zaman ve ölçüde geçirememiş-tamamlayamamışsa vay haline (halimize)! Kelebeğin ömrü insana kıyasla daha kısa, üstüne üstlük bir de iyilik ve yardım niyetiyle(!) kozaya müdahale kelebeğin ömrünü daha da kısaltmakla kalmayacak, kanatlarını zerafetli hal ve renkleriyle açıp, baharda çiçeklerle buluşmadan, minicik-şirin bir o kadar da görkemli tavırlarıyla insanı mest eden, Allah’ın ayetlerinden olduğunu dünya ve içerisindekilere beden diliyle ifade edemeden, böceğin nazik bedeni acılar içerisinde kıvranarak onun için kısacık olan şu dünya hayatına veda edecektir! (bkz. Sâd-27)
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler): “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân 190-191)
Evet, temaşa ve tefekkür edebilmek, insana verilen bu müthiş hasletlerle varlık hakikatini idrak edebilmek, Âdemoğluna sınırlarını gösterecek, bu tecrübe ile de İlahi ölçüye müdahale etmeden kırk düşünecek bir yapacak (veya yapmayacak). İnsanı da kelebeğe kıyasla değerlendirirsek; Allah’ın ahsen-i takvim üzere yarattığı insana (insana dair her şeye) yaklaşımımız egolarımız ve ihtiraslarımızın gölgesinin dahi değmeyeceği tarzda olması gerektiği, tabiatını yaratanın şaşmaz ölçüler (Sünnetullah) ile koyduğu ve bu ölçülere riayet edilmesi inancı hâkim olacaktır. Ne yazıktır ki İlahi ölçülere düşüncesiz ve gaddarca müdahalelerin hazin ve ıstırap dolu yaşamlara kapı araladığı müşahede edilmektedir.
“… Size o gün vehn verilecek! Vehn’in ne olduğunu bilir misiniz? … Vehn(düşüklük); ölümden korkmak (korkacaksınız), dünyayı sevmektir(seveceksiniz)!” Hz. Muhammed (a.s.v.)
İnsan denen varlık, esasen bir yolcudur. Yolculuğunu Külli İrade’nin yaratması ve kontrolü ile evrelerden (kapılardan) geçerek devam ettirir. Dünya öncesi, dünya ve dünya sonrası evreler (aşamalar)/duraklar olarak, iradesi dışında istikrarlı ve istikameti belirli, hesaplar içerisinde varacağı yere vardırılır! Şunu da ifade etmek gerekir ki; Dünya hayatına varan yolcu, sınavın hikmeti gereği, cüzi iradesi ile birtakım dünyevi yolları (inançları) seçebilir/sapabilir ve o yol (inanç) üzerinde yürüyebilir, bu dünya hayatını seçimine göre sonlandırabilir. Ayrıca insana kaza ve kader gereği; (Allahualem) kendisindeki nakıslıklara (noksanlıklara) göre, kendi ihtiyarı dışında zaman ve mekânlar yaratılarak yolculuğuna devam etmesi de takdir edilmiştir.
“Bu dünya, bir yolcunun bir ağaç gölgesinde gölgeleneceği kadar durulacak yerdir.” Hz. Muhammed (a.s.v.) Ancak bu dünya hayatında İslam davetiyle karşılaşmış ve davete icabet etmiş yolcunun; sıfatı, sorumluluğu ve istikrar bulacağı yer, yolun Sahibi, adı, mahiyeti ve istikameti yolcuya bırakılmamış, işlemiş olduğu zerre miskal amellere göre de kendisi isimlendirilmiş, dünyevi ve uhrevi cezalarla (karşılıklarla/bedellerle/ödüllerle) karşılaşacağı kendisine Şari (yolun sahibi) tarafından birtakım vesilelerle bildirilmiştir. Ayrıca imanın gereği ve hakikati içerisinde yer alan iki sözcük de vardır ki sıradan insanların idrak edemeyeceği, kalpleri onaylasa da dillerinin söylemekte zorlanacağı ve bünyeye oturmasının zaman alacağı bu kelimeler; ‘hayır (istemiyorum, reddediyorum, kabul etmiyorum)’ ve ‘seni seviyorum (karşısındaki zatın kendisine mesabesi ölçüsünde niyet yükleyerek) diyebilmektir. Bu iki sözcüğün içselleştirilememesi durumunda iman ettiğini söyleyen şahıs, Yüce Şari ve elçisi tarafından güven kaybına uğrar. Artık ona farklı sıfatlar yüklenir.
Bahsi geçen ilk sözcük, ‘Kelime-i Tevhid’e dair, müslümanın Allah ile yaptığı ahdinin dildeki ilk yankısıdır. ‘LÂ’/’Hayır(Reddediyorum) tüm ilahları (sevgili ve otoriteleri), illa (ancak/kesinlikle/şüphesiz) Allah İlah’tır (sevgilimdir/otoritemdir/varlığım O’nundur/O’nun için yaşayacağım, hayatıma ve vefatıma dair ne varsa artık O yönlendirecek, takdir edecek) (lâ ilahe illallah). İman; reddiyesiz, muhabbetsiz olmaz. Reddiye ve muhabbet de güvensiz olmaz. Allah için sevmek, buğz etmek, davranışlarda bulunmak imanın derecesini yükseltmekle direkt olarak bağıntılıdır.
“Deki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’âm-162)
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe tam iman etmiş olmazsınız …” Hz. Muhammed (a.s.v.)
“Kardeşinize Allah için sevdiğinizi söyleyiniz.” Hz. Muhammed (a.s.v.)
“… Ey Ömer en çok Beni sevmedikçe tam iman etmiş olmazsın.” Hz. Muhammed (a.s.v.)
Maalesef günümüz dominant mantalitesine yenik düşüp ahdini unutan birtakım Müslümanların(!) melez bir sevdaya (inanca/anlayışa) gebe kaldıkları görülmektedir! Bu iki başlı sevda o Müslümanları(!); iki sevgiliyi bir bedende tek gönle sığdırmaya ve idare etmeye yönlendirmiş, dilleri Allah derken, beden dilleri dünya diye yanıp tutuşmaktadır. İki sevgili (!) arasında med-cezir yaşarlar. Lakin kendi kendilerini aldatmaktadırlar, bu aldanışı da kabule yanaşmazlar. Allah’a verilen ahde, fıtrata aykırı olan zorlama ne demektir?
“Dedi ki: Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, and olsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp saptıracağım.” (Hicr-39)
Bu nevi Müslümanları(!); gazetelerin renkli fotoğraflarına hapsolmuş, podyum ve defilelerde ayak ayak üzerine atmış vaziyette, banka kartlarına puan biriktirirken, piyango-loto-toto-ganyan bayileri önünde görürüz (diğer Müslümanların uyarılarını dinlemez de, gariptir ki onları bir de paylarlar), kimi zaman da dijital ortama yansırlar; mahrem alanlarını deşifre ederken, günahlarını cümle aleme servis ederken, sahillerde haşemaları ile endamı arz ederken, lüks otellerin barlarında(!) kahve yudumlarken(!), evlerinde türlü-türlü kıyafet tahsis edilmiş enik beslerken şahit ediliriz…(v.s.) İslam’ın ana referanslarını baz alarak müşahede ettiğimizde, kalbimizi rencide eden görüntü-tutum ve davranışları ile; maalesef tüketim çılgını, müsrif, istifçi, hedonist (hazcı/haz tutkunu) ve narsist (kendilerini beğenen/kendilerine aşık) hale gelmiş gibilerdir!
Oysaki verdikleri ahde (Müslüman olduklarını söylüyor olduklarına) göre; hani boş şeylerden yüz çevireceklerdi, malayani (anlamsız/yararsız) şeylere dalanlarla birlikte onlar da dalmayacaklardı. Dinlerini, dillerini ve apış aralarını koruyacak, gereği olan namazı ikame edecek ve zekâtı da vereceklerdi. Yalan söylemeyecek, zinaya yaklaşmayacak(!), hırsızlık yapmayacak, faizle iştigal etmeyecektiler. Kimsesizi, miskini, muhtacı itip kakmayacak, ellerindeki imkânları paylaşacaklardı. Kibre, riyaya ve dalkavukluğa tevessül de bulunmayacak, fasıklara hele-hele getirdikleri haberlere itibar etmeyecek, gıybet ve iftiraya tenezzüle düşmeyeceklerdi. Renkleri, dilleri, etnik kökenleri, yaşadıkları coğrafyalar ve koşulları, iktisadi seviyelerine bakmadan, tüm Müslümanlara “kardeşim” diyecek, dar günlerinde bir şekilde yanlarında olduklarını hissettireceklerdi! İslam dava ve davetini hayat (dirilik/dirilme/diri kalma) bilecekler, Allah’ın emir ve yasaklarına göre yaşayacak, örnek olacaklardı!
Emrolunmuşlardı o Müslüman Hanım kardeşlerimiz! Peygamber’in (a.v.s.) lanetine maruz kalmamak için vücut hatları belli olacak tarz da (giyinik çıplak halinde) giyinmeyeceklerdi. Örtünecek, ziynetlerini ve ziynet yerlerini göstermeyecek, topuklarını yere vurmayacak, cahiliye kadınları gibi kırıta kırıta yürümeyecek, ifsad eden bakışlar atmayacaklardı! Erkek olsun, kadın olsun birbirlerinin velisi olmuşlardı! Ve bakıldığında onlar Allah’ı hatırlatacak, kafirlerin Allah’tan daha fazla korktukları şahsiyetlere dönüşecekler ve çiftçilerin hoşuna giden ekinler gibi secde izlerinden tanınacaktı? (bkz. Ahzâb-33/Nûr-31)
“Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat etmeye geldiklerinde onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Mümtehine-12)
Netice: “Size iki şey bırakıyorum. Allah’ın Kitabı Kur-an’ı Kerim ve Sünnetim. İkisine sarılır, bırakmazsanız sapmazsınız, birlikteliğiniz bozulmaz.” Hz. Muhammed (a.s.v.)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a /İslam’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın nimetini hatırlayın. Hani sizler, birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah, size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân-103)
Malumun ilamı olarak fıtrat boşluk kabul etmez. Misalen; mevcut mekânların köşeleri süpürülmez ise örümcekler gelir yuva yaparlar. Adlarından ziyade, teşbih yaptığımız mekânlar sabittir. Mekânın hâkimiyetinin kaybedilme ya da terk edilmesi durumunda bir şey/bir düşünce /bir sevda oraya yerleşir söz sahibi olur ve zamanla da hâkimiyetini ilan eder.
Allah’a ve Rasulü’ne iman ve sevgide zafiyet, dünya ve dünyaya dair şeylerin sevgisine zemin hazırlar. Zamanla bu yakınlaşma, kalpte halüsinasyonlar ve illüzyonlarla (sanrılarla/sihirlerle) çevrili platonik bir hal alır. Bu hal, kişiyi, arkasında bıraktığı değerlerin yerini alan, kendisini teslim ettiği yapı tarafından biçare dolap beygiri gibi; eker (bir bir ellerindekileri feda eder), (zamanı gelince) ektiğini biçer (aldığı mahsulü ise cefadır/azaptır) hale getirir. Bu yakınlaşmanın kazananı yoktur. Kaybedeni her zaman Hablullah’ı bırakan taraftır!
Yeryüzünde yaşayan canlılar olarak kaçınılmaz bir gerçek olan ölüme (üçüncü rahim alem-i berzah’a/ bkz. Âl-i İmrân 185/ Ankebût-57) doğru ilerliyoruz. Rasulullah’ın lisanıyla “Ağızların tadını kaçıran ölüm”ü anmak (akıldan çıkarmamak) ve yanı sıra da “ölümü arzu etmemek ” gerekir. Böyle dengeli, mukavim bir ölüm anlayışı, sıradan insanların yapabileceği işlerden değilmiş gibi gözüküyor! Lakin bu gerçeğe doğru sürükleniyoruz (yolcuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.). Ama bilinen bir gerçekte varsa ölümün yüzünün sıradan insanlara bu kadar soğuk gelmesinin nedeni, dünya’ya olan ihtiraslı bağlılık! Kul bu bağlıkla yolculuğunu ve gereklerini unutarak, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyanın çarklarına kaptırıverir kendini!
Peki! Bu dünyayı sevmeyeceğiz, ona hakaretler etmeyeceğiz, onun canına okumayacağız, onu da Allah’ın kullarından addedeceğiz (kabul edeceğiz); o halde dünya, biz Müslüman için neyi ifade etmesi gerekiyor?
“Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük isteği insanlara cazip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.” (Âl-i İmrân-14)
İşte bu kadar! Nihai hedef (Rıza-i İlah’i/Allah’ın yanı olduğundan) varılacak güzel yer bu dünya olmadığından dolayı, yol bitmemiştir. Burada yolcu gerektiği miktar ve hesaplar içerisinde gölgelenecek, vakti gelince hedefi için yola râm(!) olacaktır. Dünyanın cazibesi, albenisi sınavın hikmeti gereği (bkz. Zâriyât-56) ahiretin tarlası niteliğinden başka bir şey değildir. “(mecazi) Aşkın gözü kördür” derler. Esasen bu körelme; dünyaya meftunlukta kaydedilen yolun ulaştığı (geri dönülmesi zor olan) eşiktir. Bu eşiğin geçilmesi durumunda kul; ölümü unutur, sonrasını unutur, elinin altındaki dünyalıklar ile oynaşır da oynaşır. Farkında olmasa dahi onun durumu ve akıbeti vahimdir (bkz. Bakara-18). İnsanın dünyevi inancı, onun yaşam, ölüm halini ve niteliğini belirler (“su testisi suyolunda kırılır”) (bkz. Bakara-7). Ukbası (sonrası/ahireti ise) amellerine göre şekil alır!
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara-7)
Dünyevi hayatı; bir ağaç altında gölgelenen yolcu timsali, dünyalık gereçleri bir lokma bir hırka olan, kuru ekmek yiyen, süt sağan, kendi çarığını diken, şecaatli bir o kadar da merhametli olan… Ahlakı Kur’an ve şahsında bizim için güzel numuneler barındıran, Rehber ve önderimiz Rasulullah (a.v.s.) vefatı esnasında Refik-i Âlâ (Büyük Dost) diyerek Dostu/yar ve yardımcı ile vuslata ermiştir. Rasulullah (a.v.s.), hedefiyle, bu dünyaya verdiği değerle(!) diğer melekelerimiz gibi korku ve sevdalarımıza da mihmandarlık ederek, Müslümanlara nadide örneklikler göstermiştir. Muhakkak kurtuluş, Yüce Nebi’nin (a.v.s.) ayak izini takip etmekten geçmektedir.
“Anam, babam sana feda olsun. Diriyken de ölüyken de güzelsin. Artık hiç acı yaşamayacaksın.” (Hz. Ebu Bekir -r.a-)
Şüphesiz sözün en güzeli ve en doğru olanı Yüce Allah’a (c.c.) aittir. Selam ve dua ile…
Yasin Tekin
16 Kasım 2021/Salı
11 Rebîu’l -Âhir 1443
Arşiv
Yazarlar
Akla Gelen-7: Vehn (Gevşeklik-Zaaf) – II
- by Yasin Tekin
- 22 Şubat 2022
- 0 Comments
- 0 Views