Kur’an ile Hemhal Olmak
Arşiv Yazarlar

Kur’an ile Hemhal Olmak

Resulullah’ın Eminlik Sıfatı:
Emin kelimesi, sözlükte kendisine güvenilen insan, nezaret eden, hain olmayan, kendisine teslim edilen şeyi koruyan kimse manalarına gelir. Emniyet, emanet, iman ve mü’min kelimeleri de aynı kökten türemişlerdir. Peygamberlerin sıfatlarından birisi de “emanet’tir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde “Emin” kelimesi peygamberlerin sıfatı olarak geçmektedir. Şuara Suresi’nde Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb Peygamberlerin kavimlerine “Ben size gönderilmiş emin (güvenilir) bir elçiyim” dedikleri zikredilmektedir (Şuara Suresi 107, 125, 143, 162 ve 178. ayetler).
Hz. Muhammed’in (sav) sıfatlarından birisi de “el-Emin” idi. O’na “Muhammeduni’l-Emin” denilirdi. O, her şeyden evvel kendisine indirilen ve bir emanet olan vahyi en güzel bir biçimde insanlara ulaştırmıştır. Bunun yanında Hz. Muhammed (sav), insanlar arası ilişkilerde de güvenilir idi. Mekkeliler, henüz peygamber olarak gönderilmeden dahi onun güvenilir olduğunu kabul etmişler ve kendisini “el-Emin” diye vasıflandırmışlardı. Hatta 25 yaşına kadar, sadece “el-Emin” diye anılıyordu. Nitekim Hz. Hatice, O’nun güvenilir olduğunu öğrenince ticaret için malını teslim etmiştir.
Aynı zamanda Mekkeliler, kıymetli eşyalarını O’na teslim ederlerdi. Hz. Muhammed (sav), bu emanetlere asla ihanet etmez, onlardan istifade etmez ve sağlam bir şekilde sahiplerine iade ederdi. En zor anlarında bile bu emanetlere ihanet etmemiştir. Bilindiği üzere Mekke’den Medine’ye hicret edeceği gece, müşrikler, O’nun evini kuşatmışlar ve kendisini öldürmeye karar vermişlerdi. O, evini terk etmeden önce, yanında bulunan emanetleri Hz. Ali’ye teslim etmiş, ertesi gün bu emanetlerin sahiplerine verilmesini söylemiştir. Hz. Ali de kendisine verilen bu görevi yerine getirerek emanetleri sahiplerine iade etmiş ve Medine’ye hareket etmiştir (et-Taberî, Târîhu’l Ümemve ve’l-Mülûk, tah. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim, Beyrut trz, II, 382).
Hz. Muhammed’in (sav), Hz. Ali’ye teslim ettiği bu emanetlerin Mekkeli müşriklere ait olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o sırada Müslümanlar, Medine’ye hicret etmişlerdi ve Mekke’de kalanlarda birkaç kişiden ibaretti. Buradan şu ortaya çıkıyor ki; Hz. Peygamber (sav), kendisine emanet edilen şey müşrik malı, düşman malı dahi olsa ihanet etmemiştir. Karşısındaki düşman dahi olsa kendisine duyulan güveni sarsma cihetine asla gitmemiştir ve kendisine duyulan güveni kesinlikle kötüye kullanmamıştır.
Kendisine emanet edilen şey hususunda güvenilir olduğu gibi, Hz. Peygamber, sözünde ve işinde de güvenilir idi. Asla vefasızlık yapmazdı. O’nun başarısında güvenilir oluşunun payı büyüktür. Şayet O, sözüne güvenilmeyen, insanlara davranışlarıyla güven vermeyen birisi olsaydı, başarıya ulaşması elbette mümkün olamazdı.
Hz. Peygamber (sav), ashabına, daima güvenilir olmayı telkin eder, emanetin zıddı olan hıyanetin çirkin bir davranış olduğunu söylerdi. Hatta hainliği münafıklık alametlerinden biri olarak kabul etmiştir.
Hz. Peygamber (sav), bizim için güzel bir örnek olduğuna göre O’nun her vasfını örnek aldığımız ve almamız gerektiği gibi, eminliğini de kendimize rehber edinmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla Müslüman, kendisine güvenilen kişidir ve öyle olması gerekir.
Hz. Peygamber (sav), yine şöyle buyurur: “Mü’min, insanların kendisine güvendiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların salim olduğu kişidir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, şerlerinden komşusunun emin olmadığı kimse cennete giremez” (İbn Hanbel, Müsned, III, 154).
Bugün kendimizi özeleştiriye tabi tutarsak, Ramazan ayında topluca Kur’an okumaya gayret ediyoruz, mukabele yapıyoruz, teravihleri kaçırmıyoruz. Peki, Kur’an yaşantımıza yön veriyor mu? Hayır! Bizler de bazı kesimleri Kur’an’ı okuyorlar ama içeriğinden bihaberler, diye eleştiriyoruz. Ticaretle uğraşırken, sakallı, sarıklı birisiyle iş yaparken, ne olur ne olmaz Müslüman alametleri var ama ben yine de işimi sağlama alayım, diyorsak? Müslümanlar, eminlik sıfatını üzerinde taşımıyor, demektir.
Bizler, içeriğinden haberdar olarak çevremizde emin sıfatını taşıyabiliyor muyuz? Bir topluluk da ismimiz geçince, bu adam emin kimsedir, gözün asla arkada kalmasın, denebiliyor mu? Eğer ki denmiyorsa bizler de Kur’an’ın içeriğinden bihaberiz demektir.
Rabbimle Aramı Bozuyorsun! (Salih Selman İle Söyleşi)
Bu dünyada, gerçekten dert edilecek tek şey, sadece imanla ve nasuh tövbeyle ölebilmek, günahlarımız ve Rabbimizin rızasını kazanıp kazanamadığımız olmalıdır.
23 yaşlarında. Ayakları doğuştan yok, değneklerle yürüyen bir genç geldi. Kıl dönmesinden. Yarasına iğne yaptım, temizliyorum. Bir taraftan da manevi bir şeyler vermek istedim. Çok da neşeli bir genç, hiç depresyon alameti yok. Şikâyet yok. Doğuştan mı böylesin, dedim. Evet, dedi. Demek hiç yürüyemedin, koşamadın oynayamadın, dedim. Genç hiç duymazlıktan geldi. Sonunda dedim ki, “Herkes en ufak şeyde depresyona giriyor, Telefonum bozuldu, diyor, Kocam kızdı, Karım küstü, Altın fiyatları düştü, Uçağım kaçtı, diyor, Olur olmaz her şeyi trip, sıkıntı, problem, dert ediniyor, oysa sen hiçbir şey demiyorsun, deyince; genç “Ben, buradan gitmek istiyorum, aletlerinizi toplayın, burada kalsın her şey” dedi. Şaşırdım.
Dedi ki; “Sen, Rabbimle benim aramı bozuyorsun. Her şeyimi ama her şeyimi bana veren Rabbim ayaklarımı vermemiş, niye abartıyorsunuz. O, benim Rabbimdir, böyle uygun görmüş, O biliyor, ben bilmiyorum, O beni imtihan ediyor olamaz mı? Söz verdim ben Rabbime, O’nu kimseye şikâyet etmeyeceğim, diye.”
Dondum kaldım. 5000 ameliyata girdim, hiçbir aletim elimden düşmedi. Ama bunu duyunca elimdeki aletler düştü. Ne zaman darlansam, sıkıntıya düşsem, “Hani doğuştan yürüyemeyen bir genç vardı ya, onu hatırla. Hiçbir şeyi dert etmiyordu, şikâyet etmiyordu” derim. “İman ile para kimdedir bilinmez” derler ya. Nasihat edecektim ama o gençten aldığım nasihati asla unutamam, unutmam. Unutmayalım.
Bu dünyada gerçekten dert edilecek tek şey, sadece imanla ve nasuh tövbeyle ölebilmek, günahlarımız ve Rabbimizin rızasını kazanıp kazanamadığımız olmalıdır.
Rabbim, sevdiğimiz bir yakınımızı aramızdan alsa, biraz para kaybetsek, biraz hasta olsak, birinden olumsuz bir söz duysak, işlerimiz ters gitmeye başladı mı hemen yüzümüz düşer, Rabbim neden bunları bana verdin, biraz rahat etmek benim de hakkım değil mi, der şikâyetleniriz. Rabbimizin bizlere verdiği nimetler karşılığında küçük imtihanlar bizi yılgınlığa düşürür. Hâlbuki Rabbim, bizleri dünyaya gezip eğlenmemiz için göndermemiştir. Peşinen bizleri imtihan edeceğini kitabımız Kur’an-ı Kerim’inde söylemiştir:
“And olsun biz, sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara Suresi, 155. ayet). “And olsun ki, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu, size yakışan davranışlardır” (Al-i İmran Suresi, 186. ayet).
Kur’an ile diyaloğumuz iyi olursa başımıza gelen imtihanlar, musibetler karşısında Rabbimizin imtihanı olduğunu bilir, sabırla karşılarız. Çok şükür, Rabbim bizlerin azalarını yerli yerinde yaratmış, bundan güzel şükür sebebi olabilir mi?
Sahabe-i kiram gelir, beş ayet alır, bunları ezberler, hayatlarına aktarır; gelir tekrar beş ayet daha alırdı. Bugün Müslümanlar olarak bilgiye kolay ulaşıyoruz, okuyoruz, öğreniyoruz ama hayata aktarmıyoruz veya aktaramıyoruz. Kur’an’dan öğrendiklerimizi hayata aktarmada sorunlar yaşıyoruz. Öğrendiklerimizi, bazen sistem uygulamamıza izin vermiyor olabilir bazen de nefsimiz uygulamamızı istemiyor, suçu sisteme atmak kolayımıza geliyor.
Resulullah (sav) da güllük gülistanlık bir ortamda peygamberlik yapmamıştır. Bizlerden daha zor koşullarda davet görevini yerine getirmiştir ve “Eminlik” vasfını hiç kaybetmemiştir. Belki enerjisinin düştüğü zamanlar olsa da tebliğ davetinde aksama olmamıştır.
“Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şânını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. Ancak Rabbine yönel ve yalvar” (İnşirah suresi). Surede belirtildiği gibi Resulullah (sav) göğsü daraldığında, enerjisi düştüğünde, Rabbi onu teselli ediyor ve “durmak yok, yeni bir işe koyul” diyerek onu motive ediyordu.
Kur’an ile diyaloğu olan herkesin bildiği bu sure, özelde Peygamber Efendimize (sav), genelde hepimize hitap etmektedir. Yılgınlık, bezginlik tükenmişlik belirtileri göstermek Müslüman’a yakışmaz. Bizler, eksikliklerimizi gördüğümüzde moralimiz bozulabilir; eğer ki bizler, birbirimize kenetlendiğimizde gayrimüslimlerin bizlerde gördüğü heybeti görebilseydik, yılgınlık belirtilerimiz dağılıp giderdi. Kur’an ile hemhal olan birinin umutsuzluğa, yeise (karamsarlığa) kapılması mümkün değildir.
Endonezya’da Müslümanlığın Yayılması:
Hacca veya umreye gidenler, bilirler. Endonezya veya Malezya bölgesinden gelen hacılar, her kesim tarafından takdirle karşılanır, onların terbiyeleri, efendilikleri, saygılı tavırları herkes tarafından övülür. Peki, nasıl olmuştur da İslamiyet, Endonezya’da böylesi yayılmıştır?
250 milyonluk nüfusa sahip bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece beş akçelik kumaştı ve inancını hayatına geçirmiş bir Müslüman tüccarın örnek davranışıydı. Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Ver elini Endonezya. Aylarca deniz aşırı yol aldıktan sonra bir adacığın sahiline yanaştı gemi. Kumaşları indirdi. Gitti, çarşıdan bir dükkân kiraladı, satışa başladı. Dil sorununu çözmek ve müşteriye kolayca ulaşmak için de yerli halktan bir işçi tuttu. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Berekete inanmıştı bir kere. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Kısa zamanda tanındı ve sevildi. Dükkân Müşteri kaynıyordu. Tutunmuştu bir kere yabancı bir ülkede.
O gün biraz geç geldi iş yerine. Eleman, iyi bir satış yapmıştı. Bir hayli de kâr bırakmıştı satılan mallar. Merak etti, sordu: “Hangi kumaştan sattın?” “Şu kumaştan efendim?” dedi elemanı. “Metresini kaça verdin?” “On akçeye” dedi elemanı. “Nasıl olur?” diye hayret etti. “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Çok fahiş fiyata vermişsin, kandırmışsın müşteriyi. Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen, tanır mısın onu?” “Evet efendim, tanıdığım birisi” dedi elemanı. “Öyleyse hemen git, adamı bul ve buraya getir.”
Eleman gitti, müşteriyi buldu getirdi. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, özür diledi, helâllik istedi ve dedi ki: “Kusura bakmayın, bizim eleman yanlışlıkla beş akçelik kumaşı size on akçeye satmış, bize hakkın geçmiş.” Arkasından da fazla parayı müşteriye doğru uzattı: “Şu da fazla verdiğin para, hakkını helâl et.” Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Hiç duymamıştı daha önce bu çeşit bir olayı ve böyle sözleri. Ne demek hakkını helâl et? Nasıl olurdu? Gönül rızasıyla pazarlık yaparak satın almıştı. Memnun oldu, teşekkür etti, merak ve hayretler içinde çıktı dükkândan.
Olay kısa sürede şehirde duyuldu. Dilden dile dolaştı. Herkes birbirine anlatıyordu. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı mesele. Sonunda Kral, kumaş tüccarını saraya çağırdı. Meselenin aslını öğrenmek istiyordu. Böyle bir durum, ilk defa yaşanıyordu memlekette. Kendi halkı arasında bu tarz bir şey olmazdı. Herkes istediği fiyattan satar, müşteri de alır giderdi. Bu yabancı tüccarı, böyle şaşkınlık meydana getiren bir muameleye sevk eden olayın sırrı ne olabilirdi?
Kral sordu: “Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk ne de gördük. Bunun aslı nedir? Sizi böyle güzel bir harekete iten sebep nedir?” Tüccar: “Ben, tüccar, bir Müslüman’ım, inanan bir insanım. İslâm dini böyle emreder. O kumaşı dört akçeye almıştım, beş akçeye satıyordum. Ama eleman on akçeye satmış. Müşterinin bana hakkı geçmiş. Dolayısıyla kazancıma haram girmiş. Ben sadece bir yanlışı düzelttim” dedi.
Kral, “İslâm nedir, Müslümanlık nedir, İslâm ahlâkı nedir?” gibi peş peşe sorular sordu. Tüccar, birer birer sorularını cevapladı. Kral, ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti. Kısa süre içinde de halk, Müslüman oldu.
250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece beş akçelik kumaştı ve inancını hayatına geçirmiş bir Müslüman tüccarın örnek davranışıydı.
Endonezya’ya İslam’ı götüren tüccar, çok iyi bir hatip değildi. Endonezya’ya İslam’ı yaymak için de çalışmamıştı; sadece imanı ve ameli birbirine uygundu. İnandığı gibi davranmıştı, kâr hırsını inancının önüne geçirmemişti. Bunun sonucu olarak da ülkeler İslam’ı kabul etmişlerdi.
“Birisinin Müslüman olmasına vesile olan kimseye cennet vâcib olur” (Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, C.1, Sh.405, Hds. 304). İslâm ahlâkının üstünlüklerini ve imanın güzelliklerini davranışlarımızla gösterirsek diğer inanç mensupları gruplar halinde İslâm’ı benimseyeceklerdir; belki yerkürenin bazı kıtaları ve devletleri İslâm’a girecektir, barışın ve sevginin sırlarına ulaşacaklar.
Yapılması gereken tek şey, Müslümanların İnandığı gibi yaşaması, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmasıdır. Çok bilgi sahibi olmaya, çok zengin olmaya, çok meşhur olmaya, çok iyi hatip olmaya da gerek yok.
Bugün Müslümanlar olarak, iman-amel ilişkimizi kurarsak, Kur’an ile diyalogumuzu koparmaz isek, bugün toplumumuz da İslam’a yönelecektir. Avrupa veya başka kıtalar da İslam’a yönelecektir. İslam’ın önündeki en büyük engel, inandığı gibi yaşamayan biz Müslümanlarız. Ahlakımızla, dürüstlüğümüzle, çalışkanlığımızla, teknolojimizle başka kavimlere örnek davranış sergileyemiyoruz.
“Allah’a yemin ederim ki, senin vesilenle tek bir kişinin hi¬dayete kavuşturulması, senin için kırmızı develerin olmasından hayırlıdır!” (Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.101, Hds.152).
Müslüman tüccarın Endonezya’da kazandığı hayrı, sevabı bir düşünün. Rabbim bizleri de okumuş olduğu Kur’an’ı hayatına aktaran ve birilerinin hidayetine vesile olan kullarından eylesin.
Cefai DEMİREL

GRUBA KATIL