Sözlükte “bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak” gibi anlamlara gelen şehâdet (şühûd) mastarından türeyen şehîd (çoğulu şühedâ), dinî bir terim olarak Allah yolunda öldürülen Müslümanı ifade eder. Kelimenin sözlük ve terim anlamları arasındaki bağı, “görülen, tanıklık edilen” (meşhûd) mânasına göre açıklayan âlimler, canını Allah yolunda feda eden kimsenin hemen cennet nimetlerine erişmesine; Allah ve melekler tarafından şahitlik edilmesinden dolayı, “gören, tanıklık eden” (şâhid) anlamını esas alanlar ise Allah’ın vaad ettiği nimetleri hazır olarak görüp onlardan yararlandığı yahut kıyamet gününde kendisinden Hz. Peygamber’le birlikte geçmiş ümmetler hakkında şahitlik etmesi isteneceği için ona şehid dendiğini belirtirler.
Allah yolunda canını feda ederek şehitlik mertebesini kazanan kimseleri ifade etmek üzere üç âyette (en-Nisâ 4/69; ez-Zümer 39/69; el-Hadîd 57/19) şühedâ olarak çoğul geçer. Hadislerde şehid kelimesi, yukarıda belirtilen anlamlarda sıkça geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “şhd” md.). Birçok âyette şehitliğin önemine ve Allah katındaki değerine dikkat çekilmiştir. Meselâ, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Zira onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz” (el-Bakara 2/154). “Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini zayi etmez (…) Allah, onları kendilerine tanıtmış olduğu cennete koyacaktır” (Muhammed 47/4-6).[1]
“Sakın Allah yolunda öldürülenlerin ölü olduklarını sanma! Onlar, diridir ve Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadır” (Âl-i İmrân-169). Maddi olarak insan için en kıymetli olan canı, ailesi, malı (iktidar, mevki vb.), vatanı gibi şeylerdir. Bunlar için de en önemlisi insanın canıdır. Can olmaz ise diğerlerinin var olmasının pek bir önemi yok. Ölü biri için sarayların, mevkilerin, malın mülkün ne anlamı olabilir ki! Tabi insanoğlu yani bizler, çok değişik varlıklarız. Canımızı her şeyden aziz biliriz fakat en fazla zulmettiğimiz yine canımızdır. Gerek yeme içmede düzensizlik ile, gerek ağır işler ile, gerek stres ve birçok zihinsel-fikirsel sapmalar ile hayatımızı zorlaştırırız. Bu pencereden baktığımızda, anlamsız bir hayat karşımızda durmakta. İnsan için en değerli olan canın en kıymetsiz durumda yaşatılması, muamele görmesi olmuş olur. Her şeyi dünyevi anlamda sevmeye çalışan, elde etme mücadelesi veren insan, bu mücadelede yine kendi cinsinin kurdu olmaktadır. Bu sözün anlamı, maneviyat beklentisi olmayan, ahirete hazırlık yapmayan insan topluluğudur. Malı, binaları, ipekli elbiseleri, arabaları, şunları, bunları değerli kılan insan nefsidir. Bu kadar fedakârane peşine düştüğü şeyler, hâlbuki Allah katında azıcık metadan başka bir şey değildir. Müslüman için değerli olan şey, Rabbinin ölçüleridir. Ölçüye uymayana müşteri olunmaz, hele hele uğrunda cefa çekilmez.
Şu sorular ile devam edelim. Hayatımız hakkında biz mi karar vereceğiz, başkaları mı karar verecek? Yoksa Allah mı? Karar vermek, niyetin iradesidir; bu irade, ruhumuzu, dünya ve ahiret hayatını şekillendiren şuurdur. Mallarını Allah’a satanlar, zamanını Allah yolunda sarf edenler, rahatından Allah için vazgeçebilenler ve canlarını Allah için cennet karşılığı mübadele konusu edinebilenler, rıza-ı ilahiye ulaşmak için imanı devreye sokmuş mümin insanlardır. Resûlullah Efendimiz buyurdular: “Şehit olmayı, Yüce Allah’tan samimi olarak dileyen (karar veren) kimseyi Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehitlerin derecesine eriştirir.”[2] “Şehitliği, gönülden arzu eden (niyeti halis olan) bir kimse, şehit olmasa bile sevâbına nâil olur.”[3] Karar verin, Allah da hakkınızda karar verecek, demişti davetçi. Kararsız yürüyüş, yorgunluk verirken, belli bir karar ile küçük adımlar dahi atmak, güçlü kılıyor mümin kişiyi. Hayata dair inancın, ahirete dair bir duan olmalı. Duan, davaya dönüşmeli ve gaye-i hayalin oluşmalı. Mesela rızık için yürüyüş, “O halde onun üzerinde yürüyün ve O’nun rızkından yeyin” (Mülk-15). Namaz için koşun, cennet için yarış edin, “Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Bu cennet, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmıştır.” (Ali İmran-133) demiş Rabbimiz. En ehven adımları, rızık için atılan adımlara has kılmış iken, en kararlı, en hızlı ve terletici adımları cennet için, Allah’ın rızasına firar etmek için istemiştir. “(Bedensellik dünyanızdan) Allâh’a firar edin! Ben kesinlikle, O’ndan size apaçık bir uyarıcıyım!” (Zariyat-50)
Şehadet, ahirette zengin olma arzusudur. Dünya ve içindekilerin arzusundan sıyrılmış, hakikat olana perdeleri aralamış Müslüman şuuru. Bu şuurun tersi bir hayat ise, “Bırak onları yesinler, yararlansınlar, emel onları oyalaya dursun. İleride bilecekler” (Hicr-3). İki insanın hayata bakışının zıtlıklar içinde oluşu. Birisi, dünya ve içindekileri Allah’a kurban ederken, bir diğeri ahiretini dünyaya kurban etmekte. Her ikisi de “Rabbim Allah” diyor iken!
Şehadet, gönül işidir. Nice âlimler, can korkusu ile evlerine sığınıp şehadet davetçisinden kaçmış, nice sultanlar devleti istilaya açık hale getirme pahasına sarayların şatafatına sığınmış, nice komutanlar esareti yani zilleti şehadete tercih etmiştir. Öte taraftan, yüreği Allah rızasına erme arzusu ile yanan talebe hükmünde veya fakir fukara Müslümanlar ise düğüne gider gibi gülerek kanlarını toprağa akıtmış, bedenlerinin parçalanacak olmasına aldırış etmemiştir. Bu iş, gönül işi yani imanın kaynayan bir suya, akan bir çağlayana dönüşmesidir.
Canını çok sevenler, şehadete erişemez, malını şehadetten çok sevenin kapısına şehadet uğramaz, evlad-ı iyalini Rabbinin rızalığından daha çok arzu edenin bu yolda nasibi olmayacaktır. Arzumuz nereye ise canımız orada vefat edecek. Neye vefa edilirse orada vefat olacaktır. Şehadet, vefalı olmanın üst şuurudur. Allah’a verdikleri söze, akitlere vefa gösterenler, şehadetin kendisine nasip olması için mücadele edenlerdir; şehadet bir hak ediştir, lafa bakılmaz, işe bakılır.
Şehadet bilincinin olmadığı yerde zillet hâkim olur. Zillet, ağır bir hastalıktır, yüreklere ve bedenlere musallat olur. Zillet, imanın esareti, namusun namussuza teslimi, emanetin ihanete tevdi edilmesidir. Boynuna, şerefli iman ipinin yerine, hakkın düşmanlarının zincirini taktırmaktır. Şairin dediği gibi; “Zalimin elinde herkes bir alet, ya şerefli bir ölüm yahut sefalet”. İşte şehadet arzusu ile hürriyet, aynı yerde bulunur. Şehadeti arzu etmeyen Müslüman toplumda, hürriyet de yoktur, demektir.
Şehadet öyle bir kimliktir ki, onun mertebesini peygamberler dahi kıskanmış, arzu etmiştir. Allah Resûlü buyurdular: “Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehit olmak, sonra diriltilip tekrar şehit olmak, yine diriltilip tekrar şehit olmak isterdim.”[4] Konuştuğu vahiy olan Allah’ın Resulü, hedefine şehadeti koymuştu. Önderi meydanda olanın, meydandan geri durması ne garip bir imandır. Rabbimiz tarafından en güzel örnek olarak gösterilen Rasulullah’ın arzusu neyde ise, bizim arzumuzun da onda olması gerekir. Çünkü O, Rasul’ün kendisi, en şerefli olanı yapar, en şerefli olana davet eder. “De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben, Allâh’ın hepinize gönderdiği Resûlü’yüm. Allâh ki, bütün göklerin ve yerin sâhibidir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hem diriltir, hem öldürür! Öyle ise Allâh’a ve (O’nun) ümmî olan Resûlü’ne -ki O, Allâh’a ve O’nun sözlerine inanır- îmân edin ve O’na tâbî olun ki, doğru yolu bulasınız!” (el-A’râf-158).
Bugün İslam âlemi içinde Rablerine verdikleri sözlerde durmaya çalışanlar vardır, elhamdulillah. Kardeşlerinin destek olmamaları sebebi ile zayıf düşen, esaret altına giren, işkence çeken, yerlerinden yurtlarından olan, aileleri ile katledilen dava erleri de vardır. Cihat, zor bir ibadettir ve nefislere ağır gelir. Hele bir de enva-i çeşit dünya süsü önüne serilmiş bu çağın Müslümanı için daha zordur. Müslümanların korkularının en önemli sebeplerinden biri, dünyalıklarından uzak düşebilme korkusudur. Dünyalıklar; fikirleri, kalpleri, bedenleri o kadar sarmış olmalı ki, şehadet ile Firdevs cennetlerine ulaşma müjdesi de olsa, dünyalıklardan vazgeçebilmek ağır gelmektedir. Bu davranışlar ile yaşayan Müslümanlar, hayata, düşmanın medyası ile bakar, İslam sancağını meşru dairede yükseltmek isteyen mücahit kardeşlerini, dünya medyası ile tanımaya çalışır, onlara iftira atanları tasdik eder. Bu dava, kardeşlik davasıdır, bireysel bir dava değildir. Kardeşini kurda kuşa bırakanda ne şehadet arzusu, ne cihat takati ne de zilletten kurtulma azmi kalır ve kalmıştır.
İbn-i Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Müslüman, Müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Her kim, Müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyacını giderirse, Allah da ona yardım eder. Her kim, Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah buna karşılık onun kıyametteki sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir Müslümanın ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”[5]
Hz. Lût (a.s.), mahzûn olarak şöyle demişti: “(…) Keşke benim size karşı (koyacak) bir kuvvetim olsaydı veya güçlü bir yere sığınabilseydim” (Hûd-80).
Sonuç olarak; şehadetin ilk merhalesi, cihat etmektir. İlim öğretmek ve öğrenmek ile, tebliğ ve davet ile, zulme karşı fiili mücadele ile ceht etmek, imandan sonra en faziletli ameldir. Ebû Katâde’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, bir gün Peygamber Efendimiz ashâb arasında ayağa kalktı ve: “Allâh’a îman etmek ve Allah yolunda cihat, amellerin en fazîletlisidir.” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam kalkıp: “Ya Resûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu. Resûlullâh, ona şöyle dedi: “Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu, bana Cibril söyledi.”[6]
Bedir Savaşı sırasında Allah Resûlü buyurdular: “Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebât eder de şehit düşerse, Cenâb-ı Hak elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehit olanlara, Firdevs Cenneti hazırdır. Hücûm ediniz, hamle ediniz!”[7] Düşmandan yüz çevirmemeliyiz.
Haydar ÖZALP
[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/fahreddinAtar
[2] Müslim, İmâre, 156, 157; Neseî, Cihâd, 36; ibn Mâce, Cihâd, 15
[3] Müslim, İmâre, 156
[4] Buhârî, Îman, 26; Müslim, İmâre, 103, 107
[5] Buhari, Mezalim
[6] Müslim, İmâre, 117; Tirmizî, Cihâd, 33/1712
[7] İbn-i Hişâm, II, 267-268