“Minnet” kavramını işlemek istedik. İşler, minnet ile yapılınca bereketi kaçmakta, anlamını yitirmektedir. Seküler dünyanın cahili yaşam şekli, bencildir. Çıkarcı ilişkiler, karşılığını bu dünyada almak üzerine kuruludur. Cömertliği, diğergamlığı, ihsanı, vefayı yani sevabı ortadan kaldıran, en iyi haliyle sözde bırakan yanlış bir fiildir.
İslami çalışmalar karşılıksız yapılan fedakârlıklar ile neşv u neva bulur. Sosyal hayatta yapılan güzel ameller, toplumsal birlikteliği güçlü kılar. İslam’ın ana hedefi de toplumu Allah’ın rızası doğrultusunda yekvücut kılmaktır.
Sözlükte; “Birine iyilik etmek, ihsan ve iyilikte bulunmak” (menn) anlamı veriliyor. Minnet, Arapça bir kelimedir. Rağıb el-İsfehanî şöyle açıklar: “Ağır minnet, Allah’a izafe edildiğinde, O’nun bütün varlıklara olan lütuf ve keremi, ihsanı. İnsana nispet edildiğinde, yaptığı iyiliği başa kakması, karşılık beklemesi gibi olumsuzluk ifade der.”
Mutlak anlamda minnet, Allah’adır. Allah’ın ihsan ettiği her nimet, şükran ile karşılanır. Rahmeti öyle geniştir ki yaşadığımız veya yaşamadığımız her an, O’na muhtaç olunmaktadır. Bu haliyle kul, Allah’a ait olan bir hakkı yine Allah’a teslim etmiş olacaktır. Kulları minnet ve rahmete ortak kılmak, tevhidin aleyhinedir.
Minnet, kişinin muhtaç olduğu bir şeye, onun vesilesi ile ulaşmış anlamına gelir. Bu, maddi bir ihtiyaç da olabilir, manevi bir ihtiyaç da. Birebir elde edilen de olabilir, dolaylı şekilde de. Minnet duygusu, insanların hassas duygularındandır. Allah’a minnet, “minnetullah”, sevaba ve takvaya götürür iken, Allah’a itaati aşan şekilde kullara minnet, şirke dahi sebep olabilecektir. Saygıdan dolayı da minnet duygusu oluşabilir. Kibir, minnet beklentisi ile zirve yaparken, zillete düşüren minnet duygusu da olabilmektedir. Yani bir tarafı sevap, bir taraftan haram ve günaha yol açabilecek bir davranıştır.
Kulun kula minnettarlık göstermesi, kendi arasında farklı yönlere kaymaya sebep olabilecekken; kulun Allah’a minnet içinde olması ise kulun Rabbine karşı görevidir.
“Minnette sınır” için belki şunu diyebiliriz; “Her hak sahibine hak ettiği kadar minnet edilmelidir.”
Esmau’l-Hüsna’da “Mennan” ismi ile geçer. Hadislerde Mennan ismi, “çok lütufkâr, ihsanı bol” anlamında kullanılmıştır.
Kur’an’da minnet kavramı, ilk nazil olan ayetlerde bir uyarı olarak nazil olmuştur. “Karşılığını bekleyerek minnet etme” (Müddessir-6). Katade: “Ameline güvenme” diye tefsir etmişken, başka müfessirler, “Hediye verip başkasından da hediye bekleme” demişler. Hasan Basri ise: “Amelini sayıp döküp Rabbine karşı çok görme” demiştir.
Arabistan yarımadası, özelde Mekke cahiliyyesi; atalara, aile bağlarına, yardım etmeye minnet duyulması gerektiğine inanmışlardır. “Yoksa sen, onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, haksız bir borçtan dolayı ağır bir yük altındalar?” (Tur-40).
Kur’an, üstün bir ahlâk vaaz eder. Allah için yapılan amelleri kabul eder. “En büyük olan ise Rabbinin rızasıdır” buyurur. Yapılan bütün davranışlar, nefsin karışması ile İslami olmaktan çıkar, dünyevi işlere dönüşür. Sevap beklenemez, günah bir amele dönüşür. Rabbimiz, anne baba olma hakkını ihsan, hürmet ve şükür ile anne babaya teslim etmiştir; fakat çizdiği sınırlar, Allah’a itaat ile de sınırlandırılmıştır. Çünkü asıl teşekkür edilecek olan Allah’tır. Emzirdikleri sütten dolayı anneler, çocuklarına karşı bunu çok fazla kullanırlar. Hâlbuki İslâm’da süt, Allah’ın vergisidir, annenin o sütü vermesi lazımdır. Sütünden vermek ile evladına minnet hakkı yoktur. Bizler için kutsal görünen bu mesele, maalesef sınırlarını aşmıştır. Evlat, annesi sütünden verdi diye ihsan sahibi olmaz. Allah, “Anne babaya ihsanda bulun, onlara şükret” dediği için bu vefayı gösterir.
Minnet, minnettarlık, insanlar arasında ağır bir zaaf ve sapmaya sebep olmaktadır. Kendini, borçlu hissetmekte ve onu ödemek için neredeyse her şeyi yapmaya sevk edebilmektedir. Bunu, ihsan şuuru ile tezkiye etmek gerekir. İhsan, “Allah görüyor, mükâfat ondandır” şuurudur. Minnet, insanlar bilsin ve karşılığını versin şuursuzluğudur. Allah katında olanın, dünyada değer olarak benzeri olamaz. Allah’ın vereceği mükâfat ve rıza makamı, paha biçilmez bir karşılıktır. Minnette sınırı aşmanın insana kaybettireceği büyük nimetler vardır. Dünya hayatını önemseyenlerin, dünya sevgisinin şu hilesinden kokmaları lazım: “De ki: Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacak kimseleri size haber vereyim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir” (Kehf-103/104).
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ, bana: ‘Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın,’ diye vahyetti” (Müslim, Cennet). Müslüman, yaptığı amellere şahsi istek, beklenti ve heveslerini katmaz. Ameller, Allah için yapılır. Şahsi beklenti, huzur kazandırmaz, huşuyu kaybettirir. “De ki: Ancak Allah’ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlar ile sevinsinler” (Yunus-58).
Minnet ve başa kakma ile yapılan işler, Bakara suresi 264’te şöyle buyrulmuştur: “Ey inananlar! Sadakalarınızı (ve yaptığınız iyilikleri), insanların başına kakarak, (gönül) inciterek boşa çıkarmayın; tıpkı Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş olsun diye malını (güya Allah yolunda) harcayan (ve böylece tüm iyilikleri boşa giden münâfık)lar gibi sadakalarınızı geçersiz kılmayın.” Böylesi bir iyilik, tıpkı üzerinde biraz toprak bulunan kayalığa atılan tohuma benzer ki, ansızın yağan bir yağmur, (tohumu filizlendireceği yerde, kaya üzerindeki toprağı silip süpürerek) onu çıplak bir taş hâlinde bırakır. (İşte bu tür sadakalar, böyle bir kaya üstüne atılmış tohum gibi boşa gitmeye mahkûmdur. Dolayısıyla gösteriş amacıyla iyilik yapanlar veya yaptıkları iyilikleri insanların başına kakanlar), kazandıklarından hiçbir şey elde edemeyecekler. Allah, inkâra sapan (ve cömertçe sunduğu nîmetleri yoksullarla paylaşmaktan kaçınanlara) nankörlük eden bir toplumu, asla doğru yola iletmez.”
Seyyid Kutub (Allah rahmet eylesin), tefsirinde, bu ayetin, davranışların aynı zamanda inancı da açığa çıkardığını şu ifadeler ile anlatmaya çalışmış:
“Birinci manzarada, katı bir kalbi görüyoruz. Bu kalp, imanın yüceliğini hissetmemekte; ancak bu katılığını riya örtüsüyle kapatmaktadır. Riya ile kaplı bu kaskatı kalbi, ‘(…) toprakla örtülü bir kaya…’ temsil ediyor. Nasıl ki riya, imandan yoksun kalbi örter, onun gibi hafif bir toprağın, katılığını gözlerden sakladığı bitkiden ve yumuşaklıktan yoksun bir taş. “(…) Sağanak halinde bir yağmura tutulunca çırılçıplak kalır…” Şiddetli bir yağmur, o hafif toprak örtüsünü giderince, hiçbir bitki yetiştirmeyen ve hiçbir meyve vermeyen kayanın katılığı ve kasaveti ortaya çıkar. Tıpkı malını insanlara gösteriş yapmak için infak edenin hiçbir iyilik, hiçbir sevap elde edememesi gibi…
Buna karşılık sahnede yer alan ikinci manzarada ise; iman ile onarılmış, sevgiyle yücelmiş, malını “Allah rızası için” ve hayırda sabitleşip, imandan kaynaklanan ve vicdanın derinliklerinde yer eden güven duygusuyla infak eden bir kalp yer almaktadır. Riya ile örtülü katı kalbi, üzerinde topraktan bir örtü bulunan kaya temsil edince, “mümin kalbi” de bir bahçe temsil etmektedir. Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya karşılık mümbit ve derincedir. Manzaradaki şekillerin uygunluk oluşturması için bir tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde bir avuç toprak bulunan kaya yer almaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği gibi buradaki verimli toprağı gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.”
Başa kakmak, minnet altında bırakmaya çalışmak, inkâr edenlerin, münafıkların bir sıfatı olarak belirtilmiş. Rabbinin verdiğini unutup malı, gücü, kuvveti kendi ukdesinde zannetmek, riyakârlıktır. Vermeyi emreden Allah, verdiği rızıkları başkaları ile paylaşmayı emretti. Rabbimizin emrini unutan ve sapkınlaşan insanlara, bir de uyarıcı rehberler gönderdi. Buna rağmen kendi “rezzakmış” gibi kibirlenip minnet beklemek, gerçekten akıl almaz bir davranıştır. Durum bu iken insanın kendini yüceltmesi ne ile olabilir ki?
Müslüman için burada ince bir çizgi var: Verdiği ilimde, yaptığı tebliğ ve cihatta, hitabın kuvvetinde, çevresinin sadakatinde her şeyde Allah’ın lütfu ve keremini görmelidir. Mennan olan Allah, karşılık istemeye hak sahibi olandır ama yine de kulluk yapmayana da vermektedir.
Minnet ve başa kakma, “ucub” kavramı ile de ilişkilidir. Ucub: Kısaca kendini beğenme hastalığıdır. İbadet, salih amel, tesbihat vb. ibadetleri yapmak ile, Allah’ın da kendisine dünyada ihsan, keramet vermesi gerektiğine sebep sanır. “Ey Muhammed! Onlar, İslâm’a girip, Müslüman olmak suretiyle, sana bir lütufta bulunduklarını zannederek, Müslüman olmalarını senin başına kakarlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana ilettiği için, Allah size lütufta bulunmuştur. Eğer sözünüzde samimi iseniz” (Hucurat-17).
“Ucub, kibrin kardeşidir” denmiştir. İç dünyasında gizlemeye çalıştığı “ben” duygusudur. Kendini daha değerli gören, kendi kabiliyetlerini üstün zanneden, aklını, fikrini, kazanç şeklini kendinden bilip bununla övünen ve övülmek isteyen kişinin manevi hastalığıdır. Şöyle denmiş: “Kendini beğenmiş insanlar, başkalarını kendine hayran sanır.” Dolayısıyla minnet duygusunu besleyen iki şeyden biri içimizi zehirleyen ucub, diğeri dışımızı zehirleyen, ahiret hayrımızı boşa düşüren kibirdir: “Ey iman edenler! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın izinden giderse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde, Allah’ın lütfu ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse, günahlardan temize çıkamazdı. Fakat dilediği kimseyi arındıran ve temize çıkaran Allah’tır. Çünkü Allah, her şeyi işiten ve bilendir” (Nur-21).
İslami Hareketler, “benim emeğim, benim aklım, benim düşüncelerim ve bunlara tabi olunmalı, ben olmasam sen kimsin ki, kim tanır sizi, benim varlığım ile varsınız”, anlayışı ile birçok dağılmalar yaşadı. Çok kalpler kırıldı, birçok kişinin İslam davasından kopmasına, soğumasına sebep olundu. Davetçi, yaptığı her işte dikkati olmalıdır. Emeğine, dünyalık karşılık beklememelidir. Böyle olunca kalpler daha huzurlu olacak ve insanlar üzerinde daha etkili olunacaktır.
“Hak ile meşgul olan kişi, halktan kaçar. Ne zaman kalp hakkın marifetinden boş olur, işte o zaman kişi halk için ve onlar uğrunda amel yapmaya başlar. Bilmeden riya sebebi ile helak olur” (Ebu’l-Ferec, Hatırlı Satırlar).
Haydar ÖZALP