İnsanoğlunun, nefsinin tesirinde kalması ve kendini Kaf Dağı’nda görmesi, hiç kimsenin yabancısı olmadığı, tarihsel bir gerçeklik olarak durur karşımızda. İnsanlık tarihi boyunca zaaflarının kurbanı olmuş ve nefsini yüceltmekten büyük hazlar almış, kendilerini tanrılaştırmış figürleri hep olmuştur. Kimine Nemrut, denir Kommagene Krallığında; kimine Ramses, denir Mısır İmparatorluğunda; kimine Sezar, denir Roma İmparatorluğunda. Zalim tiranların, hükümdarların, kralların, prenslerin hatta kadın yöneticilerin isimlerini tek tek saymaya kalksak herhalde sayfalar dolusu bir isim listesi oluşur: Cengiz Han, Timur Han, Hülagu Han, İskender, Napolyon, Trump, Şaron, Netanyahu… Bu listeye isim eklemek istediğinizde aklınıza ne kadar çok isim geldiğine siz de şaşıracaksınız. Bir de bunlara, adları duyulmamış komutanları ekleyin; yöneticileri, bürokratları, teknokratları…
Tabii hiçbir vasfı olmayıp da eşsiz cevherlere sahip oldukları zehabına kapılan nice vasıfsız, isimsiz, ahlaksız, vicdansız bireyi eklemek, liste işini iyice uzatacaktır. Zira kıymeti kendinden menkul onlarca, binlerce hatta milyonlarca insan, kendini dev aynasında görmekten kopamıyor nedense.
Peki, sayıları milyarlarla bile ifade edilemeyen gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden oluşan bir evren içinde, gerçekten de zerre timsali olan ve bir zerreye dahi güç yetiremeyen, acziyet içinde boğulan insanoğluna neler oluyor da kendini zirvelerde görüyor? Bütün mahlûkatı kusursuz bir nizam içinde yaratmış olan âlemlerin rabbini dahi nefsine kurban edebilecek kadar büyük bir kibrin esiri oluyor, nasıl? Acziyet timsali bu mahlûkata, Tanrı ölmüştür, dedirtecek kadar büyük bir ego, nereden musallat olmuştur?
Bu sorulara envai çeşit cevap vermek mümkün elbette. Dünya üzerindeki insan adedince -tabii ki akletme fiilini yanlış da olsa icra edebilenler kadar- fikirle karşılaşmak mümkündür. Her birinin bu soruya vereceği cevap, kendince eşsizdir ve fikrinin doğruluğunu sonuna kadar savunur. Kimi zaman fikrinin doğruluğunu ispat uğrunda, hayal bile edilemeyecek hâllere girer, bir inat uğruna yapmayacağı kötülük yoktur bazen. Nefsinin şerrine o kadar kapılır ki asıl savunduğu düşüncenin ne olduğunu, kime karşı çıktığını, tam anlamıyla ne için savaştığını unutur ama inadından yine de vazgeçmez. Ebu Leheb, Ebu Cehil bu türden bir mücadelenin sembolleri olarak tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından çıkıp dikiliverir karşımıza. Aslında bu durum bile sorunun cevabının tek olduğunu, insanın nefsinin kurbanı olduğunu ve kâinat kitabını okuma işini nefsi doğrultusunda yaptığını yani okumayı tersinden yaptığını göstermek bakımından yeter de artar bile. Ancak sadece bu türden insanlar olduğunu düşünmek safdillik olur.
Şahit oldukları mükemmel insicam karşısında…
Başka bir iradenin yaklaşımı… Bu yaklaşım diğerinden daha tehlikeli görünüyor zira yaklaşımının tehlikeli olduğunun farkında olmadığı gibi, söylediğinin tek doğru olduğunu ispat yoluna başvurur hatta bu uğurda farklı düşüncelere yaşama hakkı bile tanımaz. Son asırlarda bilim alanında görülen hızlı gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan bilimsel akıl, işte tam da bu türden bir akıldır ki akıllar içinde en tehlikeli olanıdır zira bilgisiyle evrenin tüm sırlarına vâkıf olabileceğini düşünür. İnsanın eşsiz gayretleri sonucunda elde ettiği bilginin ışığında düşünmeye başladığını, bu çabasının değerli ve kutsal olduğunu iddia eder. Laboratuvar ortamında yaptıkları birkaç deney, uzay teleskopları marifetiyle gözlemledikleri birkaç yeni yıldız ya da galaksi, atomu parçalarına ayırmayı başardıkları bir iki deney, içinden çıkılması imkânsız gibi görünen birkaç matematik kuramının ispatı, doğada var olduklarını binlerce yıl sonra ancak görebildikleri bir fizik kuralını keşfetmeleri, bu aklın kurbanlarının zirvedelermiş gibi hissetmelerine sebep olur. Hâlbuki şahit oldukları bu mükemmel insicam karşısında yüreklerinin coşması, akıllarının secdeye kapanması gerekmez miydi? Hâlâ akletmiyor musunuz, derken Allah (cc), bunu kastetmiyor mu? Acziyetini fark et, mükemmellik karşısında insafa gel, bu muazzam sanat ve bilim karşısında asıl sanatkârı, ilmin membaını gör, der Allah (cc). İkra, derken mucizeleri, ayetleri böyle oku, diyor. Yoksa mevcudata şaşı bakarak, hakikate karşı kör olmayı asla kastetmiyor. Okumayı tersinden yapmayı ya da nefsin tahakkümü altında hakikatlere can çekiştirmeyi söylemiyor, bizlere.
Okumak, ilim öğrenmek, akletmek, düşünmek gibi özellikler Allah’ın varlığına, birliğine şehadet etmemiz içindir, ona isyan için ya da kendini dev aynasında görmek için değil.
Zannediyorlar ki akletmek, düşünmek Allah’a hesap sormaktır
Sabitelerinin bizatihi kendileri çürük, sorgulanmayan ya da sorgulanamayan temeller üzerine inşa edilmiş bilimin etkisiyle bir halüsinasyon âlemine dalan bilgi kurbanları; akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz tarzındaki ayetlerden kastedilenin Allah’ı bulmak ve anlamak için olduğunu görmüyorlar. Onlar zannediyorlar ki akletmek, düşünmek Allah’a hesap sormaktır. İşte bu yüzden de hadlerini aşan soruları sorduklarında bile bu ayetlerin arkasına saklanıyorlar. Güya bizleri, Kur’an silahıyla vurduklarını düşünüyorlar. Oysa kendilerine neden sarı rengini seviyorsun ya da neden bu tarz işlerle meşgul oluyorsunuz, diye sorulduğunda “Zevkler ve renkler tartışılmaz.” diyerek insanların hayatlarına, düşüncelerine, zevklerine müdahale haklarının olmadığını hiddete kapılarak söyleyebiliyorlar. Ama aynı hakkı Allah için uygun görmüyorlar. Çünkü Allah’ın yarattığı her şeyin, kendi mantıklarına uygun bir açıklamasının olması gerektiğini söylerler. Mesela Allah, neden insanları imtihana tabi tutuyor ki? İstese herkesi cennete koyar, derler. Yani aslında kendilerine yöneltilen benzer soruları kendi tercihleri olduğu yönünde cevaplarla geri çevirirler veya cevapsız bırakırlar; bu, onların hakkıdır ve kimse bu haklarını sorgulayamaz ama Allah’a bu tür sorular yönelttiklerinde bunu unuturlar ve âlemlerin Rabbini hesaba çekmekten imtina etmezler. Hoşlarına gitmeyen bir cevap aldıklarında ise Allah, aklınızı kullanın demiyor mu, derler. Biz de aklımızı kullanıyoruz işte, diye de pişkin ve ukala tavırlarını takınırlar. İşte bu; nefsin, aşılamayan egosudur, insanın müptelası olduğu en onulmaz hastalığıdır.
“Allah ve resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler, doğru yoldan açıkça sapmışlardır” (Ahzap, 36).
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar” (Enbiya, 23).
Ya tersinden okur insan kâinatı, rezile olur ya da “oku” emrini doğru anlayıp ayetleri hakkıyla okur ve iyi bir kul olur. Üçüncü bir seçenek yoktur.
Taşkın ÖNEL
28.07.2025 – Gazimağusa