İslami Çalışmalarda Aidiyet Bilinci
Arşiv Yazarlar

İslami Çalışmalarda Aidiyet Bilinci

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar da inkârcılara karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların rükû ve secde ederek Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Yüzlerinde secde izlerinden (meydana gelen) belirtiler vardır” (Fetih-29).

Müslüman, her şeyden önce İslam’ın adamıdır. Ehlullah, ehli’l-kuran. Müslümanın aidiyeti, İslam ümmetinin bir parçası olmaya çalışmaktır. Aidiyet, İslam’a hizmet ile geçirilmesi gereken bir ömürdür. Ölüm gelinceye kadar bu yolda sebat edenin adı Müslüman’dır. İslam’a hizmet eden, ifrat ve tefritte bulunmayan cemaat, İslam cemaatidir. Ona müntesib olan, aslen aidiyetini İslam’a yapmıştır. “Cemaat aidiyeti” derken asıl olması gereken, ümmetin bir parçası olduğunu unutmamak ve ümmet birlikteliği için çalışmaktır. Bu yazıda, -âcizane- bu aslı akıldan çıkarmadan cemaat aidiyeti bilincinden bahsedeceğiz inşallah.

“Bedeviler, ‘inandık’ dediler. De ki: İnanmadınız ve fakat ‘Müslüman olduk’ deyin ve inanç, henüz gönüllerinize girmedi sizin. Ve Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz yaptığınız iyiliklerin sevabından hiçbir şey eksilmez, şüphe yok ki Allah, suçları örter, rahimdir” (Hucurat-14).

Bedeviler, peygamberin cemaatinden bir ferd olmayı tam anlayamadılar. Doğru karar verebilmeleri için o işin şuurunda olmaları lazım idi. Şuur oluşmadığı için yanlış davranışlarda bulunabildiler. Rabbimiz, Müslüman olan fakat iman dairesinin sınırlarını bilmeyenin, aidiyet kavramını kullanmasına müsaade etmemiş. Aidiyet, şuurlu bir tercih olmalıdır; şuur yoksa İslam’ın kişiden, kişinin İslam’dan istifade etmesi mümkün olmayacaktır. Bununla beraber yaptığı hizmetin İslam cemaatine fayda sağlayacağına tam emin olunamaz. Bu açıdan bakıldığında aidiyet, önemli bir kavramdır. Bu bilincin kalben, ilmen ve hal ile kendini göstermesi, görülebilmesi gerekir. Bu şuur, daima denetlenebilmelidir. Bu da verilen görevlerde, itaatteki fedakârlıkta, hükümleri uygulamadaki mahirliğinde, liyakat yolunda sabır ve sebatında ölçülmelidir. Her mümin kişi, kendi aidiyet şuurunun muhasebesini yerli yerince yapmaya özen göstermelidir. Şuurun küllendiği ya da durağanlaştığı demde, cemaat, kişiyi yenileyebilmelidir. Tabisine sahip çıkan cemaate, tabisi, aidiyet ile geri dönüş yapacaktır.

Her bir insanın, akıl ve iradeleri dışında doğuştan kendilerini içinde buldukları doğal bir aidiyet ortamı vardır. Aile, akraba, yaşadığı şehir ve ülke buna örnek olabilir. İkinci bir aidiyet şekli, girişte kısaca yazmış olduğumuz aklı ve iradesi ile tercih ettiği, kurallarını benimsediği, fikir, düşünce, eylem birlikteliği bulduğu aidiyettir. Din, cemaat, örgüt, ideoloji vb. Burada önemli olan bilinçli tercih, vahiy-akıl ve iradenin benimsediği aidiyettir.

Aidiyet, Müslümanı, bireysellikten ve bencillikten kurtarır, sosyal ve paylaşımcı olmaya yönlendirir. Bu yönüyle önemli bir kurallar bütünüdür. Şöyle denmiştir; “Yapılan çalışmalar, aidiyet duygusunun bireyin hem psikolojik hem de sosyal işlevselliği ile ilişkili olduğunu ve aidiyet duygusunun yüksek olmasının bireyin işlevselliğini arttırdığını göstermektedir.”[1] Hz. Âdem’den günümüze Rabbimiz, ait olmamız gereken şartlarını vahyetmiştir. Bu yer ve şartlara ister İslam toplumu diyelim, ister ümmetçilik, isterse cemaat birlikteliği. Sonuçta hepsi aynı hedefi gösterecektir. “Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın” (Fatır-43). Hedef birlikteliği, aidiyetin temel şartlarındandır. Hedefsiz hareket olamaz. İslam’ın öncelikli hedefi, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul kılma çabasıdır.

İnsan topluluğunun olduğu her yerde belli kurallar vardır. Bu kuralları canından aziz bilenler ve fedakârca bağlı olanlar, aidiyeti bilenlerdir. Müslüman dava adamı, kurallı yaşayan, inandığı değerleri her ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışandır. Hayatını başıboş bir şekilde dünyaya ram etmez, ahiret hayatındaki af, mağfiret ve cennetler için dostları ile beraber yarışa girendir. “Rabbinizden olan mağfirete (bağış ve nimete) ve genişliği, (içinde milyarlarca galaksi barındıran) göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; (çünkü) o, müttakiler için hazırlanıvermiştir” (Ali İmran-133). “Şüphe yok ki Allah, adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı ve yakınlara ihtiyaçları olan şeyleri vermeyi emreder ve çirkin olan, kötü görünen şeylerle haksızlığı nehyeder; öğüt alasınız diye de size öğüt vermededir” (Nahl-90). “İman edip salih ameller işleyenler için (kötülüklerden) sakındıkları, iman edip salih ameller işledikleri, sonra yine sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde önceden tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik sahiplerini sever” (Maide-93).

Aidiyetin sınırları korunmadığında taassup oluşur. “Biz en iyiyiz, doğru bizde” gibi iddialar, aidiyetten öte körleşmeye götüren bağlılık şeklidir. Her şeyde var olan sınır veya ölçü, burada da vardır. Ölçüyü kaçırmak, kişiye ve cemaatine zarar verir, helak eder. “Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık” (Nisa, 160-161).

Müslümanın her konuda olduğu gibi aidiyet konusundan da temel dayanağı/kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Kur’an dışında hüküm koymak, İslam’ın temel görüşlerine “ideolog” edası ile yeni güncellemeler yapmaya çalışmak, nakıs olan nefsanî görüşlerin düşeceği çelişkilerdir, bocalamaya sebebiyettir yani sapmaktır. Kalplere değmeyen bu gibi görüş ve ameller, güven kırılmasına sebep olacaktır. Hâlbuki aidiyet bilincinde öncelik, ortak akide birliğini sağlamaktır. Akide, niyetlere bağlı olarak önem kazanabilir. Rabbimiz, nasıl ki kitab-ı mubin’inde aile, akraba, komşu bağlarını güven, sevgi ve saygı gibi erdemler ile kuvvetli kılmıştır, iman kardeşliğini de sadakat ve güven üzerine sabit kılmıştır.

Mekke döneminde ilk müminler, kendilerini ait gördükleri davaları uğruna başlarına ne gelirse gelsin sebat etmişlerdir. Aidiyet, öyle perçinleşmişti ki şüphe diye bir şey kalmamıştı. Her soruyu sorabilen, ikna olmuş bir toplumun aidiyeti yıkılmaz bir duvar gibi sapasağlamdır. “Mü’minler, ancak o kimselerdir ki Allah ve Rasûlü’ne iman ederler, sonra imanlarında en küçük bir şüpheye düşmezler, malları ve canlarıyla da Allah yolunda cihâd ederler. İman iddia ve ikrarında özü sözü doğru olanlar işte bunlardır” (Hucurat-15).

Cemaatte maddi ve manevi yardımlaşmak… Canları hakka, hakikate, kardeşliğe, mazlumiyete siper etmek… Yorulmak bilmeyen manevi bir kuvvete sahip olmak, aidiyetin ilkeli, ikna edici, bilinçli kabul edilmesinin bereketi olacaktır. Hicret, Medine’de kardeşliğin tesisi (muahat), mescitte saftaki yerini almaya koşmak, cihada iştirak edebilmek, fakir Müslümanlara yardım etmeye çalışmak vb. hayatın her alanında İslam ailesinin bir ferdi olduğunu hissettiren emirlerdir ve Müslüman’ı yüce davasına “ait” kılmak içindir. İstikamet, bir olan Allah’ın tevhidi üzere olmaktır. Müslüman, çift kimlikli olamaz. Bir kalpte hem dünyalığı hem de ahireti arzulamak, imana ait hallerden değildir. “Allah, bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır” (Ahzab-4).

Aidiyet şuurunu bazı maddeler ile somutlaştırmak isterim:

  1. Bilinçli bir karar verebilmek: İslami bir cemaate ait olmak için, mükemmel bir işleyiş aramak, riyakârlığa götürebilir. Temel ilkelerde anlaşmak, ilk etap için yeterli olmalıdır. Güven de hasbelkader oluştuysa cemaate aidiyet bağı ile bağlanmak şart olmuş demektir. İslam, organizeli bir harekettir. Kendine inanan, güvenen şuurlu erler ile davayı yüklenir ve yürütür. Müslüman, ne yaptığını, kimlerle beraber olduğunu yürekten görebilmelidir.
  2. Hedeflerin olması ve bu hedeflerin nasslara uygun olması: Hedefleri olmayanların davaları olmaz. Rabbimiz, kitabının her süresinde defalarca, hedeflerimizin ne olması gerektiğini buyurur. “Takvalı bir mümin olabilmek”, “izzetli”, iffetli”, “kâfire sert”, “mü’mine merhametli”, “davasında kararlı”, “Allah’ın rızasına erme çabası”, “cihad”, “şehadet” vb. böyle devam eder. Dolaysıyla hedeflerimiz; Kur’an ve Sünnet denetiminde, ibadet şuuru ile adım adım hakkı hâkim kılmaktır. Aidiyet bilincinin pekişmesi, bu hedefleri içselleştirmek ile mümkündür. İçselleşmemiş hedefler, softa aidiyet görüntüsünden başka bir şey olmayacaktır.
  3. Söylem ve eylemde tutarlı olunmalı: Aidiyet, söz ve eylemde çelişkiler ile sağlanamaz. Dönemsel değişen, iktidarlara göre şekil alan, taviz vermekte sakınca görmeyen İslami bir cemaat, tabela cemaatidir. Dışarıdan birlik görünürler, içten içe darmadağındırlar. Birliği sağlayan, tutarlı fikirlerdir. Tutarlılık, hakkın kendisidir. Hak, Yahudi ve Hıristiyanları tutarsızlık ile suçlamıştır. Ehl-i kitabın aidiyet bilinci, zorluk ile karşılaşana kadardır. Tüm değerlerini geride bırakıp kaçabilirler. Ama Müslüman, öyle değildir. İnandığı ve amel ettiği tutarlıdır, geri adım atmaz. Aynen Enfal süresinde savaş ile ilgili ayetin Müslümanlardan istediği şu davranışı gibi: “Taktik icabı geri çekilmenin ve diğer bir safta yeniden mevzilenmenin dışında, böyle bir günde kim onlara arkasını döner kaçarsa Allah’ın gazabına uğramış olur. Onun mekânı cehennemdir. Orası ne kötü bir cezalandırma ve nihâî bir dönüş yeridir” (Enfal-16). Ve başka bir ayet: Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın” (Maide-49).
  4. İlkeler üzerine birliktelik: İşini ciddiye alan, davası uğruna başına gelenlerden dolayı karşılığında ne kazanacağını ve ne kaybedeceğini bilenler, ilkeli olabilirler. Ait olduğu davanın ilkeleri ne öğretmiş ise onda sebat etmek, aidiyettir. Yeri gelince ilkelerine bağlı olan, yeri gelince taviz veren kişide aidiyet şuuru olduğu söylenemez. Bir cemaatin ilkeleri, onların kırmızıçizgileridir. İdeallerinin bütününün özetidir. Kendini tanımanın ve tanıtmasının temel söylemidir. Çalışmaların istikrarı, bireylerin güvencesidir. Aidiyet, ilkeli bir mücadele bilincidir. Nice Allah erlerine zindanlarda, akla gelmedik işkenceler yapılmıştı. İşkencelere uğramışlar, idam ile yargılanmışlar; fakat İslam davası, dünyalıklarından daha kıymetli olmuştur. Hiçbir zalimden özür dilememişler yani ilkeli duruşlarından taviz vermemişlerdir. Aidiyet bilinci için ilkeli birliktelik şarttır. Neyi, ne zaman, ne için söyleyip yapacağının bilincinde olacaksın.
  5. Emre itaatte tereddüt etmemek: Aidiyetin bir diğer olmazsa olmazı, itaat ile belirginleşir. “Bizler, sağ kaldığımız müddetçe ebediyyen İslâm (veya cihâd) üzerine Muhammed’e (s.a.v) bey’at edenleriz!” (Müslim). İtaatin icabı, davanın istek ve arzuları olmalıdır. İstikamet üzere olan bir davaya itaat etmek, aidiyetin gereğidir. İtaat, meşru konulardadır ve meşru konularda verilen görevleri yapmak, davanın ilerlemesi için olmazsa olmazdır. İtaate gönülden sarılıp, fakat bazı konularda geri adım atmak, cemaatine bağlılığı iptal edecek derecede sıkıntılı bir durumdur. Aidiyet şuuru yerleşmiş bir Müslüman, niçin itaat edilmesi gereken bir görevden imtina edebilir ki? Evet, aidiyette kaçmak/kaçınmak diye bir tercih mümkün olmamalıdır.

Sözün özü; kendini, nereye ait hissediyorsan, oranın adamısın. Aidiyetini gizlemek olmaz. Bu şekilde Müslümanları yormamak gerekir ve hatta kendini de yormamalı. Tercihini özgürce yapmalı, çantada ikinci bir dosya ile gelip gitmemeli. Çünkü bu durum, aidiyetin oluşmamasına ve kısa vadede dağılmaya yol açacaktır. Bu durum; ümmete, özelde de Müslümanlara yeterli bir sıkıntı sebebidir ve aldatmaktır. Tercihinin bilincinde olan kişi, Habib-u Neccar gibidir. Safı bellidir ve can güvenliği olmasa da ilk elden davet ve hizmet eridir: “Şehrin taa öbür ucundan bir adam, başına gelecek her şeyi göze alarak çıkageldi ve dedi ki: Ey kavmim! Şu görevli Allah elçilerini, dinleyin ve dediklerini tutun” (Yasin-20).

Aidiyet, besmeledir. “Her şey Allah içindir”, “her şey Allah’ındır” şuuruna ermektir. Allah için her şeyi göğüslemeye dayanmaktır. Vesselam…

Haydar ÖZALP

[1] Hagerty, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/198264

GRUBA KATIL