İddiasını Yitiren Müslümanlar -I
Gündem Son Sayımız Yazarlar

İddiasını Yitiren Müslümanlar -I

BÖLÜM 1: İDDİASI OLMAYANLAR VE İDDİASINI YİTİRENLER

İddia, yürekte taşınan bir kimliktir. İddia sahibi insanlar; idealist ve hedefleri olan, bu hedefler uğruna yoğunlaşarak mücadele veren ve bedel ödemeyi göze alan insanlardır. İnsanoğlu iddiası olduğu sürece iddiası uğruna mücadele eden bir varlıktır. Verilen mücadelenin hak/batıl yolunda olması fark etmez. Savunulan iddia, insanın benliğini ve karakterini ortaya koyar.

suda-yurumek

İddia, ispat gerektiren bir söylemdir. İddia sahibi; iddiasındaki samimiyet derecesine göre, iddiaya konu olan ne ise, o konu hakkında ispat mücadelesine girer. Verilen mücadele ise iddianın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. İnsanlar çoğu kez ütopik bir hedef uğruna mücadele ederler ve bu yolda ömür tüketirler.

İddiada fayda ya da zarar gözetilmez. Tek gaye doğru bilinen ve değerli görülen ne ise onun gerçekleşmesi için ortaya konulan gayrettir. Kimi insana göre iddia, varlığını devam ettirebilmek ve garantili bir yaşam için her türlü gayri meşru kazanç yollarını kullanabilmektir. Kimi insana göre, şöhret olmak, korkulan olmak, saygı duyulan olmak adına insanlar üzerinde zorbalık yapmak ve müstekbirleşmektir. Kimi insana göre huzurun ve mutluluğun kaynağı olarak gördüğü iddia uğruna dünyada hayırla anılacak eserler bırakmaktır. Kimi insana göre kutlu bir sevdanın bir neferi ve tüm bağlarından kurtulmuş olarak iddiasının ispatını yaparak huzura varmaktır. Şüphesiz ki iddiaların en değerlisi Allah yolunda verilen mücadele ve bu iddianın ispatıdır. “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzab Suresi 23.Ayet)

İman iddiasından vazgeçen Müslümanlara ise Rabbimiz şöyle uyarıda bulunur: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Maide Suresi 54. Ayet)

Müslümanlar açısından iddialı olmak bütün bir hayatı kapsar. Allah yolunda cihad ise iddianın en zirvesidir. Çünkü cihad, tüm İslami değerlerin korunması adına iktidar olma iddiası ile Allah ile kul arasındaki tüm engellerin kaldırılma mücadelesidir. Bu mücadeleden vazgeçme sebebinin başında dünya sevgisi gelir: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.” (Tövbe Suresi 38. Ayet)

Müslümanlar iktidar olma iddiasından vazgeçtikleri için küresel kâfirler, müstekbirler, zalimler, Müslüman coğrafyada istedikleri gibi at koşturuyorlar ve Müslümanların tüm değerlerini ele geçiriyorlar. Müslümanlar artık kendi değerlerini koruma, savunma mücadelesi içine girmedikleri gibi; sel üzerindeki çer-çöp gibi oradan oraya savrulur hale geldiler.

Aslında Müslümanlar üzerinde her türlü yozlaştırma, pasif kılma ameliyatı gerçekleştiren bu şer ittifaklarının en çok korktukları şey, en büyük motive araçlarıydı: Müslümanların iddia sahibi olmamaları…

Bilinçli ve sistemli bir şekilde yürütülen bu operasyon, iddiası olmayan Müslümanlar üzerinde çok kolay gerçekleştiriliyor. Dezenformasyonda sınır tanımıyorlar, her türlü basın yayın kanallarıyla etkisizleştiriyorlar. Hedef yönlendirmesi ile algı yönetiminde şeytana akıl hocalığı yapıyorlar. İdealsiz, iddiasız, hedefsiz, sadece tüketen, elinde olmayan parayı tüketmesi için verdikleri kredilerle kazanmadığı paraya bile ipotek koyan şeytani bir düzenin gönüllü kulluğu haline getiriyorlar. Bu seküler küresel emperyalizmin iddiasız Müslümanlar üzerindeki kolay olan hâkimiyet gücü… Her an şeytanın ayartması ile saf değiştirecek kesim…

İman edenler için vahiy artık dinamik bir güç oluşturmuyor. Vahiy, iman edenleri hedefe ulaştırması gereken bir kılavuz olmuyor. Hedefler artık basit ve küçülmüş durumda. Vahyin dünyayı değiştirme hedef ve gücünü, kendisine hedef edinmeyen ama bu gücün, potansiyelin farkında olan Müslümanlar; maalesef günü kurtarma derdinde.

Müslümanlar başlarına gelen her olumsuzluğa adapte olup, evrimleşip öncelik sırasını dertlerine göre belirler hale geldiler. Hayatı her evrimleşmede yeniden yorumlayarak önce anlam erozyonuna uğradılar. Vahyi doğru anlamlandırdıkları o nefislerindeki altın çağı her imtihanda kaybettiler, uzaklaştılar. Her vahiyden uzaklaşma yerini dünyevi içerikli anlam kaymalarına götürdü. Her doğru anlam bir değer katarken her imtihanda yaşanan çözüntü bu değerleri kaybettirdi.

Dünyayı değiştirecek iddiada olan, iddiası olan Müslümanlar; her darbede bu iddialarından uzaklaştılar. İçinde bulundukları yanılgı yaşanan gerçekliğe dönüştü. Gerçek sandıkları, doğru sandıkları her şey aslında vahiyden uzaklaşmanın ve vahyin zafere götüren yoluna tekrar dönememenin acı bir kabullenişiydi.

Vahiyle kimlik, kişilik kazanan ve hem Allah nazarında hem de insanlar nazarında itibarlı olan, övgüye layık bir mücadele içinde hayatını anlamlandıran Müslümanlar kazandıklarını kaybetme şuursuzluğu içinde vahyin mücadele çizgisinden uzaklaştılar. Mücadele azmi ile hareket edip yeni insanlar kazanmak zor hale geldi. Dünyalık dertler davayı dert edinmekten çıkardı. Öncelikler değişti. Muhataplar saflara çekileceğine yaşanan geleneksellik içinde erimeler başladı.

Yaşanan bu savrulma ve yok oluş, kendi içinde tutarsız bir zemin buluyor. Vahyin hayat ve İslami mücadele alanındaki direktiflerini sağlam zeminde değil de kaygan zeminde içselleştirme kolaylığını tercih edenler ya ayakları kayarak düşüyor ve Nasrettin Hoca misali ‘düşmeseydim zaten inecektim’ vurdumduymazlığını sergiliyor ya da daha kötüsünü yaparak sağlam zemin diye içinde bulunduğu mücadele platformunu savunuyor. Özden uzaklaşıp, merkezi mücadele ekseninden kayanlara şu soruyu sormak gerekiyor: “Ne değişti?”

İnsan aynı insan. İstekleri, ihtiyaçları aynı. İlahi vahyin, insanlık tarihi boyunca öğretileri aynı. Kural hep aynı: toplum yozlaşır, Allaha; nesneleri, şeytanı, nefsini ortak koşar. Bu durumda ıslah amaçlı ya peygamberler gönderilmiştir ya da vahyin, günümüze kadar gönderilmediği zaman dilimlerinde ve kıyamete kadar vahyin gelmeyeceği gelecek tüm zamanlarda, tevhidin savunucuları toplumun ıslahı ve bir olan Allaha kulluk daveti sorumluluğu ile harekete geçmişlerdir. Aslında çözülmeyi bu cümleden sonra aramak daha anlamlı olur, ya da doğru soruyu sormak…

Böyle bir sorumluluğun farkında mıyız?

Farkındaysak mücadelesini veriyor muyuz?

Mücadelesini veriyorsak neden bıraktık?

Bıraktıysak bir önceki paragraftaki soruyu yenileyelim: ne değişti?

İDDİANIN YİTİRİLME SEBEPLERİ

Dünyevileşme.

Teknolojinin gelişmesiyle bireyselleşmenin artması ve sanal ortamda daha fazla vakit geçirme.

İktidar olma ve İslami devlet iddiasından vazgeçilmesi.

Mevcut iktidar bünyesinde rant elde etme gayreti.

Mevcut iktidarın dine dair söylemlerinin yeterli bulunması.

Vahiyden kaynaklı toplumsal sorumluluk bilincinin kaybedilmesi ve toplumun dönüşeceğine dair umutların yitirilmesi.

Uzun soluklu bir mücadele azminin ve heyecanının bitmesi.

Kimliğinden kaynaklı siyasi duruşunun, gerekçeleriyle azimli bir şekilde muhataplarına lanse edilememesi.

Hakkı savunan ve toplumsal dönüşüm hedefleyen cemaatlerin azlığı ve bu cemaatlere itaat ve ahdin kırılması.

Bireysel özgürlük ve hakları temel alan liberalizmin kuşatıcılığında söylemlerin sığlaşması.

Mevcut iktidarın Müslüman coğrafyada ümmetin kurtuluşu olarak gösterilmesi ve dolayısıyla hak/batıl mücadelesinde iktidarın merkeze oturtulması sonucu, varlık sebebini sorgulama psikozuna girilmesi.

Şahsi hatalar ve günahlardan dolayı suçluluk psikolojisi ile yapmadığı şeyleri tavsiye edememesi.

Şahsında yaşadığı İslami hassasiyet ve sorumlulukları çocuklarına ve çevresindekilere verememesi.

İddialı olmada ince bir çizgi vardır. Daha doğrusu şeytanın kullanabileceği bir alan söz konusudur. İddia sahibi olmak bir duruş sergilemektir ve bu duruş insanı kibre düşürebilir. Bazen insan iddiası ve ideali uğruna kırıcı olabilir. İdealist ve iddia sahibi olması sebebiyle söyleyecek sözü vardır ve mücadelesini verdiği bir davası olduğu için tek doğru düşünce kendisine aittir. Kibirli olma, benimsemediği düşünce sahiplerine tepeden bakma, kazanma gayesi ile değil; ezme ve küçük düşürme amaçlı tavırlar içerisine girebilir.

Kibir hastalığı iddia sahibini ölümüne kadar takip eder. Her taşın altından çıkan şeytanın bu kavramda da kalbi marazlı olanlara örneklik teşkil ettiğini görüyoruz. En büyük iddiası ateşten yaratılmak ve topraktan yaratılana göre üstün olduğunu düşünmesidir. İddiası uğruna bedel ödemeye razı olan şeytan bu iddiasında haklı ve üstün olduğunu ispatlamak için kibrine yenik düşmüştür.

Maalesef günümüzde iddiasını yitirmiş pek çok akademisyen ve yazar, düşünür takımı; varlıklarını İslami bilgi ve kültüründen devam ettirirken, çıktıkları televizyon programlarında farkındalık oluşturma derdine düşmüşlerdir. İddialarını asıl kaynağa yani kuran ve sünnete dayandırmak yerine zorlama yorumlara girmişler, zayıf rivayetlere sarılmışlar ve iddiaları su yüzeyindeki köpük gibi kalmıştır. Çünkü iddiaları İslam değildir. İddiaları Allah’ın ahkâmını yeryüzünde hâkim kılma mücadelesi değildir. İddiaları toplumu ıslah çalışması değildir.

İddiaları; İslam üzerinden nemalanmak ve rant elde etmek, İslam üzerinden kariyer yapmak ve egolarını tatmin etmektir. İddia ettikleri tezlerin zemini sağlam değildir onun içindir ki birkaç sene sonra iddia ettikleri tezleri kendileri çürütür. İddiaları kıyama sebep olması gerekirken, popülerlik adına yaptıkları “ben böyle düşünüyorum”cu yaklaşımları ile kıyımlara sebep olurlar.

Çünkü egolarını tatmin etmek için samanlıkta iğne arar gibi zayıf rivayetleri, zorlama yorumları bularak İslam’da çığır (!) açarlar. Akıl bulanıklığı bulaşıcı bir şekilde haleflerine geçer. Kanı damarda durmayan gençleri modernist yorumlarla fikren çökertirler. Hoca sıfatıyla televizyonlarda boy gösterirler ve maalesef ki toplumu dönüştürecek ve uyanışa vesile olacak gerçekleri anlatmazlar. Anlattıkları dinde hüzün vardır, gözyaşı vardır, peygamberlerin ve özellikle peygamberimizin ibadetleri, zikirleri vardır, hayat hikâyeleri vardır ama her ne hikmetse bir türlü “La İlahe İllallah” ta anlam bulan mücadele iddiası ve bu uğurda çekilen sıkıntıların sebebi gündeme getirilmez. Program başı yüklü miktarda aldıkları paralar, ne kadar iddialı olduklarını gösterir.

Topluma yön verdiği düşünülen ve kitleleri peşinden koşturan, Allaha bağlanmış gibi insanları kendisine bağlayan şeyhler; dinin kaynağında olmayan tasavvufu sapkınlık haline getirerek hâkimiyet kurdukları kitleyi pasifize etmişler, idealsiz/iddiasız, koşulsuz itaat eden kölelere çevirmişlerdir. Bu sözde liderler; ellerini, ayaklarını öpen bu afyonlanmış kitleyi ekonomik yönden potansiyel sağılmalık inek olarak görmüşler ve ne ürettilerse fahiş fiyatla almalarını sağlamışlardır. Ateşte yanmayan kefenden, peygamberimizin toprağının paketlenmesine, okunmuş/üfürülmüş hac ve umre malzemelerine kadar…

Gönüllü kullukta sınır tanımayan bu güruh, kime ne adına itaat ettiğini kavrayamayacak kadar akıl yoksunu ama bir o kadar da takva ehli (!) ve dini bütün (!) Müslüman… Ortada bir din ve ibadetler var kabul ediyoruz ama bu din kesinlikle İslam değil. Kuran ve İslam gerçekliğinden uzak bu sözde iman ehlini Peygamberimiz görse sokak diliyle neyin kafasını yaşadıklarını anlayamazdı sanırım. Mekke’de buna benzer bir takım ibadetler görmüştü Rasulullah (s.a.v.), ama gördüğü kişiler Müslüman değildi. Zümer suresi 3. Ayette açıklandığı gibi müşrikler Allaha yakınlaşmak adına aracı kıldıkları heykellere tapınıyorlar ve tazimde bulunuyorlardı.

Böyle bir kitlenin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Bu insanlara Allah yolunda cihadı, emri bil maruf nehyi anil münkeri, ümmet şuuru ile dünyanın neresinde olursa olsun zulüm altında olan ve toplu katliamlara maruz bırakılan Müslümanların hakları için mücadele etmeyi, toplumu dönüştürme şuuru ve iddiasını veremezsiniz. Öyle bir iddiaları da olmadığı için İslam’ın neresinde olduklarını anlamak hayli güç.

Referans, mukayese ve tek mercii Kuran ve sünnet olmayınca, gönüllü kulluk nefisleri tatmin ediyor. Doğrunun ve yanlışın tek kaynağı lider ise, bir ekol ise o ekolün sahibi söylemleriyle kendisine tabi olan kitleyi helal haram gözetmeden çıkarları doğrultusunda istediği gibi sömürüyor. Fethullah terör örgütü ismi ile gündemimizde yer edinen yapılanmanın on binlerce idealsiz Müslümanı çarklarında nasıl öğüttüğüne şahit oluyoruz. Bu insanlar ne pahasına olursa olsun yaptıkları her ameli, her eylemi şuursuzca gönüllü kulluk bilinci ile yapmışlar, batıl idealleri uğruna yeri gelmiş ibadetlerini bırakmışlar yeri gelmiş Müslümanları sömürmekten geri durmamışlardır.

Hırçın bir şekilde çağlayan, bendine sığmayan deli dolu bir ırmağı; sakin, durağan üzerindeki çer-çöpü atamayan bir dereye dönüştürdüler. Birden bire elimizden almadılar değerlerimizi, alamazlardı da zaten ama değersizleştirerek potansiyel imanı pasifleştirdiler. Bazen sinsice, bazen dostça, bazen bizden olanlarla vurdular iddiaları ve idealleri.

Kıyamcı, iddia sahibi olan bir nesil yetişmez oldu. Çünkü kıyama sebep olacak olumsuz her şey ortadan kaldırılmıştı (!) Camiler açıktı, isteyen istediği gibi ibadetini yapmaktaydı. İslamcı hükümet (!) sayesinde her türlü ibadet özgürlüğü gelmişti. Başörtüsü zulmü bitmişti. Başörtüsü demişken, o yasaklı yıllarda bir amaç vardı, bir ideal vardı ve yapılan zulümlere on binler eylemlerle tepki gösterirlerdi. Nurettin Yıldız hocaya atfedilen ve konuya damgasını vuracak şu sözlerine burada yer vermek gerekiyor: “Tam başörtüsü özgürlüğünü kazandık derken, örtünün altındaki başları kaybettik.”

Kaybedilen başlar sadece bayanlardan değildi. Erkeklerde bu girdaba girdiler. Kaybedilen başların sebebi içtekinin dışa vurumu idi. Bastırılan duygular, sistemin sunduğu özgürlükler, eğitim sistemi, ilahi değerlerin yeni nesillere aktarılamaması, dünya nimetlerinin teknoloji ile daha çekici hale gelmesi, her şeye daha kolay ulaşılabilir olması, sanal bela, başların kaybolma sebeplerinden bazılarıydı.

Kaybedilen ideallerdi, iddialardı, onurlu ve izzetli bir yaşamdı, alnımızın çatına vurduğumuz şehadetti. Kaybedilen şey değerli ise kaybetmenin bıraktığı iz o derece derin olur. Sorun şu ki kaybedilen iman, kaybedilen kıyam ruhu, kaybedilen İslami değerler; kaybettiğimiz bir eşya kadar değersizleşti.

Türkiye’ye damgasını vuran 80 ve 90 kuşağı İslami mücadele kültürü, aynı heyecanı ile günümüze taşınamadı. Şehadetini gösteren ve şehit olanlar kurtuldular ama kanları bir sonraki kuşağın kuruyan yüreklerini sulamaya yetmedi. Her geçen gün bu davanın erleri artması gerekirken günümüze gelindiğinde daha da bir azalmaya başladı.

Mevcut düzenin iman öğüten çarklarını kırmak için devamlı mücadele içinde olmak yersiz gelmeye başladı. Yorgun düştü Müslümanlar. Eskisi gibi neredeyse her gün bir kitap bitirilmiyor, okunan kitaplar üzerinde tefekkür edilip ortamlarda muhasebesi yapılmıyor. Her gün aynı söylemleri diri tutmak zor gelmeye başladı.

Ayetler referans gösterilerek her türlü soruna çözüm önerisi güncel olarak sunulan, büyük bir şevk ve heyecanla okunan kitaplar, artık eskisi gibi heyecan oluşturmamaya başladı. Verilen sorumluluklar ve görevler yapılmaz hale geldi.

Günümüz Müslümanları devraldıkları mirası aynı heyecan ile devam ettiremiyorlar maalesef. Bu mücadeleyi hakkıyla veren iddia sahibi Müslüman şahsiyetler ve cemaatler elbette ki var. İkinci bölümde bunlara değineceğiz. Ama hiçbir şuurlu Müslüman, nitelik ve nicelik açısından yeterli olunduğunu söyleyemez. İslam’ın koru dediklerini koruyamıyorsak öyle bir iddiamız yoksa ve o potansiyel dinamizmi imanımızdan alamıyorsak yenilmeye mahkûmuz demektir.

İslami dönüşüm için iktidara talip olan Müslümanlar bu iddialarından vazgeçtiler. Her vazgeçiş bir kayıptı. İslam’ın siyasal iktidarına en heyecanlı ve dinamik zamanlarında talip olan Müslümanların bir kısmı için bu savrulmanın adresi belliydi. AKP saflarında olmak…

Konu ile ilgili makale araştırırken okuduğum bir itirafı ve özeleştiriyi burada zikretmem gerekiyor. Malatya’daki anılarından yola çıkarak, o dönem Müslümanların çalışmalarını, mücadelelerini ve bu mücadele zeminini AKP’ye kaydırışlarını kaleme alan Yeni Şafak yazarı Kemal Öztürk, 07.04.2015 tarihli ‘İddiasını yitiren kuşak’ başlıklı makalesinde şunları söylüyor: “…80 Kuşağı ya da benim şimdi itiraz ettiğim tanımlamayla “İslamcılar”, muhafazakâr camianın entelektüel tabanını oluşturan, en güçlü fikir akımıydı aslında. Hiçbir tarikat, meşrep ya da ekolle bağlantılı değillerdi. En önemli özellikleri, en çok okuyan, en çok sorgulayan, en bağımsız, muhalif ve en iddialı ekip olmalarıydı.

Ak Parti’nin kuruluşunda siyasi figür olarak kısmen yer aldılar, ancak şunu diyebilirim ki, Ak Parti’nin fikirsel alt yapısı, programı ve söylemlerinin neredeyse tamamını, Bağımsız Muhafazakâr Ekip (Yazarın kendi tanımlaması) oluşturdu. Ankara’ya gelip bakan, milletvekili, danışman, bürokrat olarak, büyük başarılara imza atmış, onlarca isim var bu ekipten. Bunlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yazılı siyaset dili dâhil, siyasi söylem, kavramlaştırma, demokratik reformlar ve büyük projelerin oluşumunda çok önemli katkılar yaptı.

Bugün bile bakanlar dâhil, siyasetin en önemli aktörleri arasında, biraz önce adını saydığım dergilerde yazı yazan, tartışan ve fikirler üreten bu kuşaktan çok sayıda isim bulunuyor. Türkiye’nin pozitif anlamda dönüşümünde ve gelişiminde bu kuşaktan insanların çok güçlü etkisi vardır.

Siyaset, bürokrasi ve iş dünyası içinde eritti bizi ve dönüştürdü. Orijinalliğimizi kaybettik.

Ancak tüm bunları düşünürken, beni en çok üzen şey, iddiamızı kaybetmiş olmamızdır. Bu ülkede, bu dünyada zulme, haksızlığa, sömürüye, adaletsizliğe en çok itiraz eden ve söyleyecek sözü olan insanlar olarak, bugün iddiamızı kaybettiğimizi söylemek çok üzücü. Sadece biz değil, İslam dünyasının tamamı, bir medeniyet olarak, bir düşünce olarak, bir yönetim biçimi olarak diğer medeniyetler karşısında iddiasını yitirdi, çok yıpratıcı bir kaosun içine girdi. Beni en çok bu kahrediyor…”

Gerekçeler, mazeretler baktıkları pencereden vicdan rahatlatıyor. Vahye göre durdukları yer ya da durmayı başaramadıkları yer vicdan yaralıyor.

Kaybedilen her cepheden yara alıyoruz. Dağılan her mevzi şeytanın ve İslam düşmanlarının kalesi durumuna geliyor. Müslüman toplumdan Kuran’ı uzaklaştıramayanlar, Kuran’sız bir yaşam modelini Müslümanlara cazip gösteriyorlar. Değerlerin korkunç bir hızla yok olduğu ve değiştiği bu çağda en büyük darbe değerlerin en üstünü olan insana geliyor. Asli vazifesi analık olan ve Allaha kul nesiller yetiştirmek gibi bir ulvi görevi olan kadınların, ahlaksız yarışmalar ile değersizleştiği, metalaştırıldığı, cinsel obje olarak sunulduğu bir çağı yaşıyoruz.

Tüketim toplumunun kölesi haline getirilen ve dinden soyutlanmış sadece dünyevi bir yaşam biçiminin sunulduğu, dayatıldığı sekülerizm’in kurbanı haline getirilmiş bir kadın modeli oluşturdular. Modayı yakın takip eden, ihtiyacı olmayan her türlü tüketim malzemesini almaya zorlanan ve televizyon kanallarıyla psikolojik baskı uygulanan bir model türettiler.

İhtiyacın mı yok? Nasıl olmaz? Kıyafetin uyumlu değil… Yenisini ürettik eskisini at… Bak yeni kreasyon tesettür kıyafetleri çıktı… Defileleri takip et. Çağdaş ol… Babaannen gibi örtünme… Paran mı yok? Bayrama özel, yılbaşına özel, doğum gününe özel, evlilik yıldönümüne özel kredi hazır… Yeter ki tüket… Sen kadınsın, güzel görün, çekici ol, dikkatleri üzerine topla, dışarı çıktığında en güzel kıyafetlerini ve topuklu ayakkabını giy, parfümünü sık, kendine güvenin gelsin…

Ve başörtüsü evrimleşti. Daha güzel görünmenin bir aracı oldu. Evde yorgun olman, paspal olman hiç önemli değil… Bak kızında seni takip ediyor, senin gibi olmak istiyor… Sahi kızının sosyal medyada takibini yapmana gerek yok… O büyüdü artık… Pek çok resmini paylaşabilir herkese açık sayfasında… Tanımadığı erkeklerden bir sürü beğeni ve iltifat alabilir… Telefon numarasını verebilir, mesajlaşabilir hatta buluşabilir… Bunlar çağdaş yaşamın olmazsa olmazıdır… Allaha hesap vermek mi? Daha yaşınız genç, ihtiyarlayınca düşünürsünüz…

Evet, şeytan iddiasında çok samimi ve çok gayretli. Takdir etmek gerek… Yemiyor, içmiyor, uyumuyor ne kadar davasında iddialı olduğunu gösteriyor. Kaybedilen her birey, her Müslüman çocuk, genç şeytanın boşluk doldurmasına açık hale geliyor. O kadar cazip teklifler sunuyor ki bazen bu ilgiye ve yönelişe kendi bile şaşırıyor. Çünkü doyumsuz nefse hitap ediyor. Aileyi dinamitliyor ama gürültüsüz… Şeytanın teklifleri o kadar cazip geliyor ki, kimse kimseye müdahale etmiyor. Çünkü her ferdin şeytana açık bir kapısı var maalesef.

“Şeytanın adımlarına uymayın” ya da “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır” gibi Allah’ın uyarılarına kulak tıkıyor bireyler. Korkumu? Sevgimi? Sorularına hep sevgi ile yaklaşıyorlar. Allah affeder, Allah bağışlayıcıdır. Allaha tövbe et günahlarını sildir, yeni bir sayfa aç, yine günahla doldur, yine tövbe edersin… Şeytanın sağdan yaklaşması bu değil mi? Allah ile kandırması… İnsanı değersizleştirmesi… Yaratılış gayesini unutturması, ideallerinden, iddialarından soyutlaması…

Bu elbette birden bire olmuyor. Yaşanan süreçte nereden nereye geldiğini anlayamıyor insan. Tıpkı şu kurbağa hikâyesinde olduğu gibi: kaynamış suya atılan kurbağa anında tepki verir. Ve can havli ile sıçrar, kendisini kurtarma mücadelesine girer. Ama soğuk suya konulduğunda tepki vermez. Alttan kazan hafif ateşte ısıtılmaya başlandığında hafif gevşeklik gösterir. Ilık suda rehavete girer. Ama her geçen saniye suyun ısınmaya başladığını fark edemez bile. Böylece haşlanmaktan kurtulamaz. Yavaş yavaş değişen şartları fark edemeyip tepki gösteremeyen ve sonunu hazırlayan olaylara yenilen insanlara mecazi bir örnektir.

İddiası olmayan insan yapılacak mücadeleyi gereksiz görür. Ateş evine düşer fark edemez. Evinde ateş olanın da sokakla işi hiç olmaz. İnsanlardan kopuk, bananeci olan Müslüman zaten bitmiştir. En güzel örnekliği bir elbise gibi üzerinde taşımak ağır gelir. Allah ile bağı sadece kaldıysa bir namazdır ve toplum baskısı dolayısı ile senede bir ay oruç… Söylem olarak ibadetlerin yerini toplumda artık iyilik kavramı almaya başladı. Flu’laştırılan ibadetler zor gelmeye başladı. Ne kadar iyilik yaparsan, iyi insan olursan o derece ahirette rahatsın. Maalesef bu anlayış toplumda yaygınlaşmaya başladı. Topluma karşı sorumluluk bilinci körelmeye başladı.

Burada sarf edilen sözler hem kendimize hem de muhatap olunan, cahili kültürün çarkında kişiliği oluşmuş ve kemikleşmiş kitleye yöneliktir. İddia sahibi olmayan bir topluma bir iddia ile gidebilmek, bir yaşam biçimi sunmak, bir tez sunmak elbette ki oldukça güçtür.

Çünkü ideali olmayan ve bu cahili kültürün kurbanı olmuş böyle bir kitle kendilerini zaten Müslüman görmektedir. İslam’ın gereği namaz kılmakta, oruç tutmakta, kurban kesmekte ve İslam’ın genel geçer geleneksel hale gelmiş ritüellerini yapmaktadırlar. Toplumun bu kesimi ile o kadar Girift ve kaynaşmış olarak yaşıyoruz ki ailemizden, komşularımızdan, iş hayatımızdan ve alışveriş yaparak muhatap olduğumuz kişiler ağırlıklı olarak bu kesimi oluşmaktadır.

 

 

GRUBA KATIL