Soğuk savaş sona ermemişti. Irak işgal edilmemişti… Baas Rejimi Irak ve Suriye’de hâkimiyetini sürdürüyordu. Amerika ve müttefikleri İslam’ı siyasi bir tehdit olarak algılamıyorlardı. Genelde İhvan çizgisinden yer yer de olsa Hüzbut-Tahrir ve benzeri hareketlerden etkilenen Müslüman gençlik olsa da onlar, çeşitli parti ve kuruluşlar eliyle “bütüncül İslâm”dan uzaklaştırılıyorlardı. Tarikatler, cemaatler, çeşitli STK’lar buna bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyorlardı. O dönemlerin siyasi aktörleri, kanaat önderleri İslâmi bir şahsiyet ve ona ilişkin bir duruş yerine, çoğu kez Kur’anî kavramları ters yüz ederek; genç, samimi Müslümanları adeta bir “gâvur kayırıcı” konumuna getiriyorlardı.
1976’nın bir kış ayı idi. Ankara Gölbaşı Sinemasında Necip Fazıl’ın konferansı vardı. Her zaman olduğu gibi heyecanla sinemaya koştum. Üstad’ı dinleyeceğim, ne de olsa kültürel dokumuzun oluşmasında önemli katkısı olan bir kişi… Üstad konuşmasını heyecanla sürdürüyor. Sıra İslâm Coğrafyasındaki İslâmi hareket ve öncülere geldi. Mevdudi, Seyyid Kutup, Muhammed Hamidullah vd. ne Üstad ağır hakaretler etmeye başladı. Dayanamadım ve sinema salonunu terk ettim.
Oysa 1960’lı yılların sonlarına doğru başlayan okuma hayatımdan Mevdudi, Seyyid Kutup, M. Hamidullah, Malik b. Nebi, Muhammed Ebû Zehra gibi âlimlerin önemli bir yeri vardı. Ve hatta ‘bütüncül İslâm’ anlayışımın şekillenmesine en büyük katkı, evvel Allah sonra bunlara aitti. İşte o, 1976’daki Üstad’ın konferansı beni çok etkiledi ve ben yeniden başa dönmek, yerli kültür unsurlarını, kanaat önderlerini, cemaat ve tarikatları sorgulamaya başladım. Bu çabalar devam ederken elbette Merhum Ercümend ÖZKAN’la olan ve 1972’de başlayan ‘İslâm’ı anlama ve yaşama’ ilkesi doğrultusundaki birlikteliğimiz ve çabalarımız da yoğun bir şekilde devam etmekte idi. Merhum ÖZKAN ve bizler nerede İslâmi bir pırıltı görsek hemen ona ilgi duyar ve incelerdik. Nitekim Fethullah Gülen’in de İzmir’deki faaliyetlerine bu nedenle ilgi duymuştuk. Hatta bu ilgimizi pratize etmek için de Merhum Ercümend Bey’le Eflâtun Saygılı’yı İzmir’e, Gülen’le görüşmek üzere gitmeye ikna etmiştik. Görüşemediler, o da ayrı bir fasıl. Ama görüşemediğimizi görüşmek üzere Ankara’da karşılaştığımız F. Gülen, bizlerle görüşme iradesine sahip olmadığını ifade etmişti… Bugün de bu durum açık değil mi?
Milli Görüş Hareketi, MSP ve onun lideri Erbakan ise mevcut sistem içerisinde bir faaliyet sürdürüyor. Ve hareket ve parti daha çok benim gibi ‘bütüncül İslâm’ anlayışına sahip gençlerle ilgileniyor, bizlerin mevcut sistem ve onun kurumları içerisinde faaliyet göstermemizi temine çalışıyorlardı. Yani sisteme rağmen değil, sistemle birlikte bir İslâmi kimlik ve anlayışın oluşmasına gayret sarf ediyorlardı. Zaten bizim gibilerin anladığı, yaşadığı İslâm’ın kökü dışarıdaydı!!!
İşte böyle bir atmosferde İran’da Devrim’in ayak sesleri duyulmaya başladı. 78’lik bir ihtiyar önce Necef’ten sonra Paris’ten kendi halkına ve tüm ümmete İslâmî çağrılar yapmaya başladı. İslâmî kimliği olan ve olmayan birçok kişi ve kuruluşlar bu çağrının Marksist Müslüman Çağrısı olduğunu duyurmaya başladılar. Tabii ki bizler yani: akidesi, ibadeti, muamelâtı, sabrı, siyaseti ve şehadeti bir bütün olan İslâm anlayışına sahip kimseler bu ‘Marksist Müslüman’ dayatmasını yutmadık. Ve başından itibaren Devrim Önderi Humeyni’nin ‘Tevhidde Vahdet’, ‘ne Şiilik, ne Sünnilik ancak İslâm’ sözlerini ciddiye aldık. Ve devrim ABD’nin yoğun desteğine sahip olan Şah’a karşı gerçekleşti ve bizler büyük bir mutluluk içerisinde ve heyecanla bu devrime sevindik. Sonuç olarak devrim önderinin deyimi ile mezhepler üstü, Doğu ve Batı siyasi anlayışından uzak yalnızca TEVHİDİ bilinci önceleyen bir devrimle yüz yüze gelmiştik. Sevincimiz, beklentilerimiz fazla uzun sürmedi. Zira Humeyni ve onun İslâm anlayışına sahip önemli şahsiyetler teker teker ya da topluca (Cumhur-i İslâmi Merkezi’nde olduğu gibi) suikasta kurban gitmeye başladılar. Talagani, Mutaharri, Beheşti, Bahonar, Recai bunlardan bazılarıdır. Sanki bu suikastlarla Humeyni’yi hayattayken öldürmeye çalışıyorlardı. Şu an rehberiyet konumunda olan Ali Hamaney daha İmam’ın sağlığında ona muhalefetten geri durmuyordu. Bunun tipik örneği Mir Hüseyin Musavi’nin başbakanlığı döneminde Çalışma Bakanı Serhendizade’nin kanun teklifine İmam’a rağmen muhalefet etmesidir. Zaten bu özelliği nedeniyle bugünkü mevkiini elde etmiştir. Zira değişiklik olmadan önceki İran Anayasası’na göre rehberiyet makamına gelmesi mümkün değildi. Ve O, şimdi Irak’tan Yemen’e kadar “Tevhid’de Vahdet’in değil, “Mezhebde Vahdet’in” mücadelesini veriyor. Ya da etnik yayılmacılık faaliyetleri yürütüyor. Bu cümleden olarak Kasım Süleymani Irak’ta ve Suriye’de ne adına çalışıyor, Müslümanların öldürülmesini zafer çığlıklarıyla karşılayanlar hangi hesabın peşinde kimin emrindeler? Neredeyse bölge ve dünya gençliğinin kıyım merkezi haline gelen Suriye ve Irak topraklarında İsrail ve ona destek verenlerin dışında kazanan var mı?
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle İran Devrimi’nin küresel güç odaklarını inciten, tehdid eden bir boyutu kalmadı. Soğuk savaş sonrası belki de kapitalizmin karşısına çıkacak en önemli güç, alternatif dünya görüşü İslâm iken, İslâm dünyası ve Müslümanlar, onların yönetici ve yönetim birimleri küresel güç odaklarıyla içli-dışlı olarak hem İslâm’ı hem de Müslümanları alternatif olmaktan çıkarttılar. İslâm dünyasının en enerjik coğrafyası Bereketli Hilâl ve Yakın Doğu bilhassa Amerika, Rusya ve müttefiklerinin oyun alanı haline getirildi. Humeyni’nin vefatı (4 Haziran 1990) ve ardından Saddam’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve müttefik kuvvetlerin Körfez Harekâtı (17 Ocak 1991) ile birlikte yeni bir İslâm coğrafyasıyla yüz yüze geldik. İslâm dünyasının farklılıkları dün tartışma düzeyinde iken; bugün savaş boyutuna evrildi. Tezlerimizi unuttuk, muhatabımızın güzelliklerinden çok çirkinliklerini aramaya, görmeye başladık. ‘Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak’ yerine, emrettikleri gibi hareket etmeye ve yaşamaya başladık. Küresel güç odaklarının tenbih ve direktifi ile bölgenin önemli gücü Türkiye’de 12 Eylül 1980’de İhtilâl gerçekleşti ve on gün sonra da İran-Irak Savaşı başladı (22 Eylül 1980). Allah aşkına tüm bu gelişmelerin tesadüfi olması mümkün mü? 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi, bir hafta sonra da 22 Şubat 1999’da Gülen’in ABD’ye teslim edilmesi de mi tesadüf? Bunlar tam da Necip Fazıl’ın dediği gibi ‘üst üste sorular soru içinde akıl almazların zoru içinde..’
BUGÜNKÜ HALİMİZ
RAND Corparation, 2008 tarihli ‘UZUN SAVAŞIN GELECEĞİNİ AÇIKLAMAK’ başlıklı raporunda, ABD hükümetine, ‘birleşik bir İslâm dünyası’ oluşturmaya eğilimli düşmanlara karşı takip edilecek politika seçeneklerini ortaya koyar. Raporda, ABD Ordusu’na bölgede mevcut jeopolitik düzene meydan okuyan tüm Müslüman siyasi grupları “DÜŞMAN” olarak görmeyi ve bunları zayıflatma tavsiyesinde bulunur. Bu zayıflatmanın da en önemli stratejisi ‘böl ve yönet’. Keza bu kapsamda, ‘Çeşitli Selefi Cihadcı’ gruplar arasındaki fay hatlarının istismar edilmesi, bunların birbirlerine düşürülerek enerjilerini iç çatışmalarda tüketmelerinin sağlanması çağrısı yapılıyor. Kendi hükümetlerini devirmeye odaklanan yerel Selefi Cihadcı gruplarla El-Kaide gibi uluslararası cihadcıların birbirine düşmeleri buna örnek gösteriliyor. Bu strateji, şu ana kadar Libya ve Suriye’de tatbik edildi. RAND’ın raporuna göre: ABD ve onun yerli müttefiklerine yaptığı tavsiyede Milliyetçi Cihadcıları, uluslararası cihadcıları gözden düşürecek kampanyalar başlatmak için kullanmaları öngörülüyor. (Bak. Ahmed Nazif, Middle East Eye, 28 Mayıs 2015, Dünya Bülteni)
Hatırlanacağı üzere Rand Corparation Şubat 1990’da da bir rapor yayınlamıştı. O raporda da özetle soğuk savaş sonrası İslâm’ı alternatif olmaktan çıkarmak için Müslümanların iktidara getirilmesine salık vermişti. Zira o rapora göre Müslümanlar çağdaş ekonomik, sosyal, siyasal, eğitim, sağlık vb. alanlarda başarılı olamayacakları için hem İslâm’ın hem de Müslümanların iktidar şanslarını kaybettirecekleri ifade edilmişti. Aradan 25 yıl geçti. Köprülerin altından çok sular aktı. Cezayir’de FİS olayı (Aralık 1991), Filistin’de Hamas ve seçimler (Ocak 2006), Mısır’da Mursi’ye yönelik darbe (3 Temmuz 2013), Yemen’de Devlet Başkanı Abdurrabbu Mansur Hadi’ye karşı Husi darbesi (Ekim 2014) gerçekleşti. Ve bugün neredeyse yakın coğrafyamızın her yerinde iç savaş yaşanıyor. İran ve müttefikleri bu savaşın önemli bir tarafı haline geldi. İran, ümmetin vahdetine yönelik en ufak bir adım atmıyor. Birinci derecede Şia yayılmacılığı, ikinci derecede Pers yayılmacılığı ön plana çıkmış durumda. Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de İran’ın ortaya koyduklarının arkasında ABD’nin olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Yukarıda bahsetmiş olduğum Ahmet Nazif’in makalesinde deniliyor ki: “David Hearst’ün Ekim 2014’te bildirdiği üzere Husi saldırısı ABD’nin Cibuti’deki askeri üssünün burnunun dibinde gerçekleştirildi. CIA’nın insansız hava araçları orada faaliyet gösteriyor. ABD’nin Sanaa’daki büyükelçiliği de HUSİLER tarafından korunuyor.”
Yani Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Yemen’de müthiş bir plan devrede. Bu planın kurgusu ABD ve müttefiklerine ait, uygulama İslâm coğrafyasındaki İslâmî ya da onların deyimi ile Cihadcı örgütlere ihale edilmiş durumda. Onlar, emperyalistler bununla bazı şeyleri hedeflemekteler: İsrail’in güvenliği için düşmanlarını güçsüz hale getirmek, İslâm’ı ve Müslümanları alternatif olmaktan çıkartmak, enerji kaynaklarını ve diğer çıkarlarını korumak, Avrupa ve Çin’in enerjiye ulaşımını kendi kontrollerine almak gibi.
Tüm bu olup-bitenlere rağmen bölgede İran ve onun politikasına destek veren güç odaklarına karşı farklı gelişmeler yok mu? Elbette var. Demokrasiyi ve çeşitli özgürlük alanlarını kendi gelecekleri için tehdit olarak algılayan BAE, Körfez Emirlikleri gibi ülkeler ve onların desteklediği darbecilere karşı ciddi oluşumlar da yok değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2 Mart 2015’te Yeni Suudi Kralı Selman Bin Abdülaziz ile Riyad’da görüşmesinin ardından, 5 Nisan’da veliaht Prens Naif ile bir araya geldi. Ve 26 Mart Tahran gezisi öncesinde Irak, Suriye, Mısır ve Yemen konularını masaya yatırdılar. Ve Cumhurbaşkanı Tahran gezisine tabir-i caiz ise yeni bir ittifak sözcüsü olarak gitti. Yani Türkiye, Suud-i Arabistan ve Katar’ın ortak mesajını götürdü. Zaten o yüzden de bilhassa rehber Ali Hamaney ile Erdoğan görüşmesinin gergin geçtiği kulislere düşmüştü. Bugün gelinen noktada yeni Suud-i Yönetimi, Türkiye, Katar ve nisbeten Ürdün ittifakıyla Mısır ve darbeciler rahat değiller, İran ve Hizbullah diledikleri gibi at koşturamıyorlar. Yemen’de Husilerin ilerleyişi neredeyse durdu. Tıpkı bundan 96 yıl önce emperyal güçler Yunanlıları hangi nedenle İzmir’e çıkarttılar ve onlara Haymana Ovası’na kadar destek verdi iseler IŞİD’e de bugün küresel aktörler tarafından aynı gerekçelerle destek vermektedirler. Kimse, kimsenin aklı ile alay etmesin. IŞİD asimetrik savaş yapmıyor, düzenli bir savaş yapıyor. Ve bir el onların her türlü lojistik desteğini sağlıyor. IŞİD şu anda alan çalışması ve çarpışması yapıyor. ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmesi için şartların oluşması halinde IŞİD’i de bekleyen akıbet Yunanlıların akıbeti olacaktır. Ancak Türkiye’nin varlığı, duruşu Erdoğan’ın çabası, oluşan Türkiye merkezli ittifak İran’ın da, Sisi’nin de onlara destek veren güç odaklarının da hesabını bozuyor.
Suudiler ve Yeni Yönetim, Doğu’da İran tehdidi, Batı’da Sisi, Kuzey’de IŞİD, Güney’de Husi tehdidi ile baş başa. Ve tek güvendikleri ülke neredeyse Türkiye. Bilhassa seçim döneminde CHP’nin ve diğer muhalefet partilerinin ve yine NYT gibi gazetelerin yoğun bir şekilde AK Parti karşıtı söylem ve eylemler ortaya koymasının önemli arka planı vardır. İstikrarsız bir Türkiye, emperyal güç odaklarının Yakındoğu Projelerinin gerçekleşmesi için elzemdir. Yeni yeni devletçikler ancak Türkiye’nin güçsüzleşmesi ile mümkündür. Ve bir not: ABD’nin ve müttefiklerinin İran ve Suriye’deki Kürt unsurlarını tahrik ve kışkırtmasına şahid oluyor musunuz? Hayır değil mi? Peki niçin Türkiye ve Irak Kürtlerini kışkırtmaya çalışıyor? Ve son günlerde bilhassa Suriye’de PYD’nin hakimiyet alanını genişletmeleri, bölgedeki Arap unsurlarını Türkiye’ye göçe teşvik etmeleri yeni oluşumların habercisi değil mi?
Sonuç olarak bugün gündemi bizler belirlemiyoruz. Başkaları belirliyor. Bölgemizdeki savaşların bile asalet ya da vekâlet savaşı olmasının kararını başkaları veriyor. BOP’un yerine BİP’in ikamesine onlar karar veriyor. (BOP: Büyük Ortadoğu Projesi, BİP: Büyük İran Projesi)
Gün yeniden aidiyetimize dönme günü. Gün her zamankinden daha çok uyanık olma ve olup-bitenlerin farkına varma günüdür…