Dünya öte durmalıydı, dünyalık bulaşmamalıydı hayatımıza. Âlemlerin rabbine dönük olmalıydı yüzümüz ve “elest bezmi”nde verilen sözün gereği yerine getirilmeliydi. “Üç günlüktü” dünya hâlbuki konuşmalarımızda, kıymeti o kadardı bizim için lafta. Baki hayatın tarlasıydı dünya. Bu tarlayı haseneyle ekmek, semeresini ahirette toplamak biricik gayeydi. Yolun başında tüm niyetler halisti, ameller Allah rızası gözetilerek ortaya çıkıyordu. Sonra sanki her şey bir anda unutuldu. Faninin baki olduğu zannı kuşattı bizleri, gözlere perde iniverdi. Kapıldık dünya seline, dünyanın lezzeti geçici fiilleri süsleniverdi bizim için.
Bir türlü sonu gelmeyen kazanma hırsı, mal biriktirme sevdası engin bir derya gibi serildi önümüze. Doymak bilmeyen nefsin arzuları dolduruverdi içimizi ve bizler, artık ebedi olmadığını adımız gibi bildiğimiz dünyevi malların sevdasındaydık. Dillerimizde dünyanın faniliği eksik olmazken amellerimizle tam tersini söyler olduk. Bu uğurda hiçbir şeyi görmez olduk. Ne anneyi ne kardeşi bildik. Tüm bu güzellikler, aile bağları, bizi dünya malına ulaştıracak yolun üzerinde dikilen birer engel olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmedi. Bizim için geçer akçe elimizin değdiği, gözümüzün gördüğüydü; iyilik, merhamet sadece edebiyatını yaptığımız içi boş birer kavram olmanın ötesine geçemiyordu.
Öyle olmamalıydı, biliyorduk; fakat dünyalığın karşı koyulmaz cazibesine, büyüsüne kaptırdık kendimizi. Ahiret, yitik bir hazine olarak kalmaya, boynu bükük beklemeye mahkûmdu artık. Onu, karanlık ve sessiz köşelere yolladık ki arzularımıza ket vurmasın, bizleri vicdan azaplarına sevk etmesin. Bazen insafa gelip onu, o ücra köşelerden görmeye çalıştığımız da oluyor elbette; ama bu durum, yalnızca dinî bir ritüel hâline getirdiğimiz özel günlerde oluyor. Böylece kendimizi bir nebze olsun rahatlatabiliyor, avutabiliyoruz. Belli ve sayılı günler… Sadece bu günler, bize Allah’ın kulu olduğumuzu, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu hatırlatıyor, o da sınırlı düzeyde oluyor. Yani sadece edebiyat kısmıyla ilgileniyoruz, icraat boyutu hak getire.
Konuşurken abid, zahid, fakih, âlim oluyoruz, mangalda kül bırakmıyoruz yani. Değme ulema su dökemez elimize, bizler allame olacakmışız da okulumuz eksik kalmış âdeta.
Gençlerimiz, ne idüğü belirsiz akımların girdabında deli divane gibi dönüp duruyor, boğulmalarına ramak kalmış. Manevi buhranların, kaybolmaların, inkârların pençeleri arasında, etlerinden et gidiyor her gün. Gözlerimizin önünde bir yok oluş yaşıyorlar ve bizler, hiçbir şey yapamıyoruz veya yapma gereği duymuyoruz. Sanki böyle bir şeye ihtiyaç yokmuş gibi davranıyoruz aslında. Çünkü gençlerin dünyalık başarıları, kazanacakları maddiyat, elde edecekleri şöhretle ilgileniyoruz daha çok. Kısa yoldan dönecekleri köşelerin hesabını yapmak, ahiret hesabının çok çok öncesinde bulunuyor bizim için. Kişilikleri oluşmamış, zayıf imanlı bireylerin varlığı bizleri rahatsız etmiyor. Varsa yoksa elde edecekleri unvanlar, makamlar; kazanacakları paralar… Tüm bunları elde etmek için ailelerin zorladığı, kendilerinin mecbur kaldığı gençlerin, dünya için harcadıkları enerjinin onda biri, belki de yüzde biri ahiretlerini kurtarmak, en azından Allah’tan bunu beklemek için yeterli olabilecekken maalesef böyle bir çaba, ne ebeveynlerde ne de gençlerde görülüyor. Oysaki tüm bu çabalar, dünyalıklarını da garanti altına almıyor. Her gün farklı başarısızlık hikâyeleri duyar olduk. Ne ümitlerle çıkılan yolların sonu, çoğunlukla umulanlardan çok uzak neticelerle geliyor. Unvanlar, makamlar, maddiyat ya elde edilemiyor ya da istenen hayatlar beraberinde gelmiyor. Sonuç, hüsran. Bu arada ahiret de çoktan uzaklaşmış oluyor bizden. Yani ne bağa girebiliyoruz ne de üzüm görebiliyoruz. Çift taraflı bir kayıp… Hele çıktıkları yolun sonunu göremeden bu dünyadan göçüp gidenler, apayrı bir mevzu. Onlar için çok üzücü bir durum bu. Diğerleri bir nebze olsun dünyalık elde ederken onlar için sonuç hiç de öyle olmuyor. Onların gidişi, yarışı kaybedişleri geride kalanlar için bir ibret kapısı da aralanıyor. Sadece dillerde görülen bir hüzün, artakalan: Genç yaşta ayrılıverdi aramızdan, daha ne planları vardı oysaki. Ölüm vazifesini yapıyor da hatırlatmak istemeyen nefsimiz, en vurdumduymaz tavırlarını takınıyor.
Hâlbuki ey insan, yalnız geldin imtihan sahnesine, yine yalnız gideceksin. Hesapta da yalnızsın. Bunu bilirsin de neden bilmezden gelirsin? Nedir bu öz güven, kimedir itimadın? Gaflet midir içinde olduğun yoksa kibrin şahikalarında mı dalgalanıyorsun? Bil ki her ne hâl üzereysen “kelemhil bilbasar” miktarıncadır yaşamın. Uyanıvereceksin uykudan, hakikat şah damarından yakalayacak seni apansız. Lakin pişmanlıkların gölgesindeki dövünmeler fayda vermeyecek. Ne gaflette oluşun bahanedir ne de kibrin kurtarır seni. Hâl böyleyken inat etmek, görmezden gelmek olmaz. Yol yakınken dönmek lazım Allah’a, O’nun yoluna.
Taşkın Önel