İbadette Takvaya Ulaşmak
Arşiv Genel Yazarlar

İbadette Takvaya Ulaşmak

Hamd ve şükür, yarattığı her mahlukatın rızkına kefil olup gökten su indiren, yerden çeşit çeşit, renk renk, tat tat bitkiler ve yiyecekler çıkaran ve bize bu güzellikleri görecek göz, tadacak dil, anlayacak akıl ve ihtiyaç duyan bir beden lütfeden, alemlerin rabbi olan Allah’adır.
Salat ve selam, Allah’ın (cc) son resulü, âlemlere rahmet, insanlara nimet olarak gönderilen Hz. Muhammet (sav) ‘e, onun seçkin ve örnek arkadaşlarına ve güzide ehlibeytinin üzerine olsun.
Allah’ın yeryüzünde canlılara ikram ettiği nimetleri saymaya ne gücümüz ne de ömrümüz yeter. Sonsuz ikram sahibi olan Allah, dilediğine hesapsız rızıklar verir.
İslam inancına göre her şeyin mutlak ve yegâne sahibi Allah’tır. Bütün Müslümanlar da buna böylece inanır, iman eder. Tasarrufumuzda bulunan her şeyin, bizim için birer imtihan vesilesi olduğunu biliriz. Bu bilgi, yine âlemlerin rabbi olan Allah (cc) tarafından bildirilir: “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitne (imtihan vesilesi)dir. Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Enfal \28)
Kuran-ı Kerim’de buna benzer birçok ayet ve kıssa bulunur. Dünya hayatı ve nimetlerinin hakikatteki mahiyetini en doğru şekilde anlatarak bizi, dünyada yaşadığımız gerçeklik dayatmasından, mutlak hakikat düzlemine davet eder.
Hakikate talip olmak, meşakkatli bir iştir. Hakikatin bilgisi, nefsin hevesini ve arzularını kursağında bırakır. Bu bilgi, sahibi olduğumuzu zannettiğimiz, gönüllerimizi neşelendiren, göğüslerimizi kabartan, geleceğe dönük hayaller kurduran; bazen gözümüzün nuru saydığımız evlatlarımız, bazen bilgimiz ve çalışmamız karşılığında bize verildiğini düşündüğümüz dünya metaının, hakikatte olan öz bilgisidir. Hakikat, işin ve maddenin ilahi makamdaki mahiyetidir.
Bizler insan olarak gördüğümüze hükmederiz, ona göre yorumlar yaparak bir sonuca varırız. Bizim için kâr ve zarar hesabı, gerçeklik ve zamanın şartları düzleminde yapılan bir hesaptır.
Her insan, zamanının dünya görüşüne göre bu hesabı yapar. Bu hesaplar, zamana göre değişiklik gösterirken hakikatin bilgisi asla değişmez. İnsanın dünya hayatı ve nimetleriyle alakalı yargıları, yaşama şeklini ve tasarruf tercihlerini belirler. Dünya hayatına aşırı düşkünlük, ebedilik arzusunu tetikler.
İnsanda ebedi olmak, gibi bir istek hep olagelmiştir. Şeytan; insanlığın atası, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem (as)’i de insandaki zaaf ile aldatıp bulunduğu makamdan etmişti. “Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki : ‘Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” ( Araf \20)
Ebedi olmak, sınırsız bir hayat sürmek insan için tatlı bir arzudur. Her gün ölüme şahit olmak bile bu arzunun önüne geçebilmiş değil. Ölümsüzlüğe ulaşamasa da ölümsüzmüş gibi yaşıyor insan. Ölümsüz olduğunu düşünen insan için merkezde, kendi nefsinden başka bir şeyin olması beklenemez.
Ben merkezli bir hayat anlayışı, dünyada egemen bir sistem olan kapitalizm ile ciddi biçimde uyum sağlayarak bencil, umursamaz ve fırsatçı bir insan tipi oluşturdu. Sermaye ve lüks yarışı öyle bir noktaya taşındı ki aslında muhtaç olanlar bile kendini bu yarışta hayal eder oldular.
Paylaşmak, yardımlaşmak, düşkünü kaldırmak, merhamet etmek, hak ve hukuku gözetmek, komşu hakkı ve daha birçok insani erdem maalesef tedavülden kalkmış durumda.
Dünyaya ölümsüzmüş gibi bağlanan insan, kendine ikram edilen nimetlere de bir o kadar bağlanıp onu sahiplendi. Kazandıkça daha fazla istedi, malını çoğalttıkça zalimleşti ve kendi tasarrufunda olmayan topraklara, mallara, canlara göz dikti. Yeryüzünde adaletsiz ve zulme dayalı sistemler kurdu.
Bu sistemde yaşayan insanların, mal mülk anlayışı tamamen kâr odaklıdır. Araç olması gereken dünya metaı, amaç hâline gelir. Eşya, insanlara hayatı kolaylaştırmak ve hizmet etmek için yaratılmışken insan eşyaya hizmet eder olur. Roller tamamen değişir, hakikat makamında değerli olan, değer görmez, beşerî olan insani olana, bayağı olan erdemli olana tercih edilir. Değeri belirleyen ve ölçen terazi, kapital ve lüks olur.
Dünyevileşmiş insanların değer silsilesi böylece peşin ve hazırda bulunanı art arda dizerek ahiretteki nasibini yok eder.
İslam’ın değerler bütünü ise adalet, merhamet, paylaşma ve yardımlaşma, ben merkezli değil toplum merkezli düşünme ve hareket etme, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak gibi birçok üstün vasfı barındırır.
Ölüm hakikati, mümin birey için belirleyici ve yönlendirici bir etkendir. Çünkü mümin birey, hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını bilir ve iman eder. Bu imanın gereği olarak Allah’ın ona lütfettiği malı, yine Allah’ın rızasını kazanmak için harcar. Biriktirmeye ve lükse tevessül etmez. Geçici olan dünya hayatına değil, ebedi olan ahiret yurduna yatırım yapar. Bu yatırımın ödemelerini dünyada iken Allah’ın (cc) öğrettiği yollarla gerçekleştirir.
Zekât, sadaka, kurban, infak ve daha birçok yol ile Allah’ı (cc) razı etmenin gayreti içindedir.
İslam’da bütün ameller, teslimiyet ve gönüllülük esasına dayanır. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah bu tutumu “takva” olarak adlandırır.
Takva ile yapılmayan her amel, her tutum eksik ya da marazlıdır, üstelik ilahi makamda bir karşılığı da yoktur.
“Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” ( Bakara \262)
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.” (Bakara\ 263)
“Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez) ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez.” ( Bakara \ 264)
Yine Hz. Adem (as) ‘in iki oğlunun kıssasını örnek olsun diye anlatır Kuran-ı Kerim: “Onlara Adem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku. Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) demişti ki seni mutlaka öldüreceğim. Öbürü de Allah ancak korkup sakınanlardan kabul eder.”
Korkup sakınmak, kabulün kriteridir. Allah’tan korkmak ve sakınmak takvadır. Takva ise yapılan amelin, infak edilen malın, zamanın, çabanın hatta bir tebessümün bile Allah (cc) katındaki değerine ölçü olandır. Yani amelin değerine, sahibinin takvası ölçüdür.
Bu açıdan baktığımız zaman İslam, bir sistem kurarak bunu kurumsallaştırıyor. Bu sistemde aldatmaca, torpil, rüşvet, peşkeş, gösteriş, desinler, israf ve adam kayırma gibi etkenler söz konusu bile olamaz. Çünkü ölçü takvadır. Takva ise bu dünya ile ahiret, Allah ile kulları arasında bir köprüdür. Sisteme muhalif olan bu etkenlerin bulaştığı ameller, köprüden geçemez ve kabul görmez.
“Onların (kestiğiniz kurbanların) ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır ancak ona sizden sadece takva ulaşır.” ( Hac \37)
Allah’a ( cc) ancak takva ulaşır. Çünkü takva, sadece ve sadece Allah’ın rızasına ulaşmak için yapılan amellerin sebebidir.
Takvanın üssü kalptir. Kalbe zorla bir şey yaptıramazsın. Akıl ikna olup kendine bile muhalefet edebilir, dil yalan beyanda bulunabilir, eller ve ayaklar istemeyerek de olsa yanlış olana itaat edebilir, göz hoşlanmadığı şeylere bakabilir ama kalp bir şeyi istemiyor ve kabul etmiyorsa ona hiçbir şeyi zorla kabul ettiremezsin. İnsanın keskin duyguları, hep kalp merkezlidir. Sevgi, nefret, kin gibi duygular kalpte yuvalanır. Bu yüzden takva kalbe yerleşmedi mi ameller yüzeysel kalır. Kalp ile inkılap, aynı kökten gelir. Değişim ve dönüşüm, kalbin işidir. Yapılan iyi ameller ve davranışlar, kalpten gelmez ise bedende, dolayısıyla hayatta ciddi değişimler beklenemez. Bu yüzden takva, kalbin sevmesi ve özümsemesi dersek hata etmiş olmayız.
Kuran-ı Kerim’de münafık ve münafık huylular için yüce Allah şöyle buyurur: “De ki isteyerek ya da istemeyerek infak edin, sizden kesin olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasıklar topluluğu oldunuz.
” İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir.” (Tevbe \ 53-54)
Âlemlerin rabbi olan Allah (cc), bundan ötürü olsa gerek, her amelimizde takva ister.
İsmet Özel şöyle der: “Maalesef günümüzde el alem ne der, diye kahrolası bir putumuz var.
Yapılan her güzel amelin ardından başa kakma, desinler, gösteriş ya da ayıp olmasın gibi tabirler maalesef amellerin toplumda ve amelin sahibinde olumlu anlamda etkisinin olmasına birer engeldir.
İslam, inşaya bireyden başlar. Her bir bireyin aklına ve gönlüne hitap ederek bir anlamlar ve değerler bütünü oluşturur. Bu değerleri benimseyen ve içselleştiren bireyler, toplumu oluşturduğu zaman o toplumda herkes birbirinden gönüllü olarak sorumlu olur.
İslam medeniyetinde, paylaşmak ve yardımlaşmak kurumsal bir statüde bulunur. Bu medeniyetin temel mantığında insana, dünya nimetlerine ve ahiret hayatına büyük oranda yer verilir ve her birini diğerine nispet ederek aralarında mutlak imana dayalı bir bağ kurulur. Saydığımız üç etken, birbiri ile sıkı ilişki kurmak zorundadır. Baş aktör olarak mümin birey hem bu dünyada yaşadığı hayatın selameti ve huzuru için hem de bu dünyada ektiğini biçeceği yer olduğuna kesin bir imanla inandığı ahiret yurdu için Allah’ın (cc) belirlediği ölçülerde hareket eder.
Kuran-ı Kerim’de bu üç unsur için ne olup ne olmadığı hakkında ince ayrıntılara kadar açıklama yapılarak müminlerin tutumunun ne olması gerektiği belirlenmiştir.
En başta zikrettiğimiz gibi dünya hayatı ve süsü, müminler için bir imtihandır. Bu hayattan gelip geçen birer yolcuyuz. Ve bu kervan Allah’ın (cc) belirlediği zamana kadar yürümeye devam edecektir. Hiçbir misafir, konuk olduğu meskeni sahiplenmemeli, en hafif tabir ile ev sahibine büyük bir saygısızlıktır bu.
Bizim olmadığına inanarak bakabilirsek emanetimizdeki malları gerçek sahibi olan için harcamak daha kolay olacaktır.
Üstelik yeryüzünde bu kadar zulüm ve haksızlık varken Allah (cc) tarafından sorumluluk yüklenen ve bu sorumluluğu alıp kabul eden bir müminin, olup bitene kayıtsız kalması mümkün olmamalı.
Aç ve muhtacın sesine kulak tıkamak, yeryüzünü fesada boğan zalimleri görmezden gelmek, misafir geldiği evin sahibiymiş gibi davranmak, emanet verilene ihanet etmek, dünya ile ahiretin irtibatını kesmek kesinlikle mümin vasıfları ile taban tabana zıttır.
Müminler sadece vermek zorunda değildir, en güzelinden ve en sevdiğinden vermek zorundadır.
Bununla ilgili Kuran-ı Kerim’de birçok uyarı mevcuttur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe eremezsiniz. Her neyi infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran \92)
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır.” (Bakara \ 267)
Dikkat edersek Allah (cc) alıcı taraf olarak kendini görüyor. Kişi, kendine layık görmediği bir şeyi Allah’a nasıl layık görebilir. Oysa Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayandır.
Herkes tasavvur ettiği rabbe göre infak eder. Kiminden kabul olur, kiminden ise olmaz; bu yüzden, önce Allah’ı hakkı ile takdir etmek, gereği gibi tanımak çok önemlidir.
Özetle, yaşadığımız dünya ve zaman diliminde egemen olan kapitalizm, insanı bencilleştirerek sorumsuz birer birey hâline getirdi.
Müslüman toplumlar da kendilerine düşen payı aldı ve dünyevileşerek yüklendiği misyondan uzağa düştü.
Takvadan sıyrılmış amellerimizin, bize bir faydası olmuyor ne bu dünyada ne de ahirette.
İnfak etmek, bizi takvaya yaklaştırırken dünyevileşmekten koruyacak olan kalkandır. Dünyanın bazı yerlerinde insanlar açlık ve sefalet içinde iken diğer bölgelerde obezite ile mücadele ediliyorsa bunun sorgulanması, kim kimin hakkı olana çökmüş, kim kimin rızkına el uzatmış, kimler dünyayı kendi malı gibi görmüş, bilinmesi ve buna karşı durulması gerekmez mi?
Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı kimseler, bu çarpık düzenle mücadele etmekle mükelleftir. Unutulmaya yüz tutmuş insani değerleri, tekrar insanlığa kazandırmak, yine bu topluluğun vazifesidir.
Amellerimizi takva ile Allah’tan (cc) umarak yaptığımız zaman kalplerde başlayan değişim Allah’ın izni ile vücut bularak toplum için de gözle görülecektir.

Erdal TUĞRUL

GRUBA KATIL