Verimli yaşamak, verim alınacak faaliyetleri özenle seçmekle mümkündür. İnsan, gününe öyle yağmurlar katmalıdır ki hem bedeni hem de ruhu hızla filizlensin ve hayatında “boşluk” diye bir kavram olmasın. Kişi, tutunduğu teselliler ile kendini temsil eder ve temsil ettiği şeyler sayesinde teselli bulur. Çünkü bir bilinmezlik, ilerlediği yola duvar ördüğü anda çantasından çıkardığı şey, onun mucizesidir. Bu; bazen bir fener olur, bazen birkaç satırlık paragraf, bazen de rayihasında hayat bulduğu bir çiçek. Her ne olursa olsun, eline aldığı şeyin kurtarıcı olduğunu bilir. İşte o zaman ne korku yerleşir zihnine ne de endişelerle bezenir iç dünyası.
Dertlerin en çilelisini, ömrünün yegâne gayesi kılan bir rehberimiz var. Allah (cc), kullarının tüm azgınlığına, çirkefliğine, kendini bilmezliğine, cahilliğine ve hoyratlığına rağmen rahmetini göndermiştir yeryüzüne; işin başında ebabillerle, sonrasında Sabur isminin azametiyle… Fakat dünya ne yöne dönerse dönsün o, hep uydurmuştur güzelliği ve sabrı birbirine. Nihayette ise bu uyumun somut tecellisini sunmuştur insanlığa. En büyük nimetini, felahı barındıran yuvayı cehaletin gözü önünde indirmiştir kutsal topraklara. Artık anlayan anlamış, bilen bilmiş, bilmeyen en büyük hüsranını erkenden selamlamıştır. Böylece gelmiş, sekineti indirmiş, çok bekletmeden varmıştır cennetine. Fecrin emri yük olmuştur kalbine ve seferlerin en kârlısına çoktan hazırlamıştır kendini: “Gir cennetime!” (Fecr, 30).
İnsanın faydalanacağı en leziz ilaçtı Resulullah (sav). Ashap için saçının dalgası bile yeterdi belki onu sevmeye ama bize düşen önce ona, sonra da dinine kopmaz bir bağla bağlanmak.
Bir gölgesi vardı onun Busra’da. Tanınmak ve bilinmek için bu esenliği rabbi dilemişti. Sayısız ihsanın yalnızca birisiydi bu koruma. Yüceliğiyle bina ettiği göğe muazzam görüntüsünü veren bulutlardan bir buluta emir vermişti. Gidip yıllar boyu şehirleri kademe kademe ters yüz edecek, sükûnet fırtınasını bulunduğu her yerde çıkaracak olan beşerin ilk görüntüleriydi bunlar. Daha o zaman, aydınlığını korumak için tabiatın gözetimindeydi. Tenine zarar gelmemeliydi, rabbi istemedikçe bir yağmur damlası bile dokunmamalıydı ona. Zira onu bekleyen dava, zorlukların en şereflilerini göğsünde taşıyordu. Ömrünün şahit olacağı çok yağmur vardı ileride. Şimdilik nerede bulunursa bulunsun, ilahının tuttuğu şemsiyelerin altında yüce emirleri beklemeliydi ve bilmeliydi ki o şemsiye, bir gün rüzgâra karşı koyamayıp uçtuğunda geriye eziyetler, lanetli taşlar, hadsiz hesaplar ve kopasıca diller kalacaktı. Bunun sonucunda ilahı, yeniden gönderecekti bulutları. İçinde özgürlüğünü heyecanla bekleyen damlalar; vahiyle, sabırla, nedametle ve muştularla beslenmiş olacaktı. Vakit “tamam” olduğunda akacaklardı sevinçle. O zaman ne umutsuzluk belirecekti nebinin yüreğinde ne de bir çaresizlik pıhtısı.
Hayatın kıvılcımları bedenlere çarpar durur. Kaçacak yer de yoktur, bu cürüm okyanusunda. Asırlar öncesine gidebilsek ve kuşların ürkmeden süzüldüğü toprakları görebilseydik bir saniye bile düşünmeden yaslanırdık o nemli duvarlara. Resul’ün (sav) tek bir kelimesiyle rahata ererdik. Başka hiçbir omza ihtiyaç duymaz, sıcaklık aramaya koyulmazdık. Ama devirler değişmeye ve insanını kendi kanunlarına göre şekillendirmeye ant içtiğinden herhangi bir omzu veya nefes üfleyici sıcaklığı bulmaya uğraşmıyoruz. Çünkü umutsuzluk, yaşamanın ilk şartı, cehalet ise karanlığın tescilli müsebbibi olmuştur her zaman.
Alışılmışlığa kafa tutmalıdır, kendini mümin olarak tanımlayan. Ancak bir yandan da önüne set kuran engellerden korkmak, onun kaçış sebebi olmaktadır. Hâlbuki ümmetin önderi, henüz bir filizken koruma altına alınmamış mıydı, semanın yedi kat üzerinden gelen bir buyrukla? Belliydi çünkü amacı, hedefi, geleceği…
Kişi, tüm bunları belleğine kaydettikten ve yolun sonunda fecri umut ettikten sonra, rabbi koşmayacak mıdır sanki ona?
Gayeler, dünyanın yönünü ahirete çevirmek olur da dünya, ayakları altına serilmez mi ümmetin?
İhlasın bereketlendirdiği bir hayat, Rahman’ın buyruğuyla arşa taşınmaz mı?
Ne kadar bulut varsa semada, hepsi birden gölge olmaz mı yumruğunu hak için sıkanlara?
Peygambere hasreti, Allah’a teslimiyet ile birleşince felaha ermez mi insanlık?
Sözlerin sonu, fecrin şahitlerine: “Ey mutmain olan nefis! Mutlu ve sevilip razı olunmuş bir hâlde rabbine doğru yürü. Benim iyi kullarımın arasına katıl ve gir cennetime!” (Fecr, 27-30).
Rüveyde Bera PALA