Emperyal Terör Sınır Tanımıyor – I
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Emperyal Terör Sınır Tanımıyor – I

teror

İçinde yaşadığımız coğrafya, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri işgaller, istilalar ve iç kargaşalıklar nedeniyle anarşi ve kaosun, işgal, katliam ve sürgünlerin eksik olmadığı bir coğrafyadır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu coğrafyada, tam 400 yıl huzur ve sükûnet egemen olmuştu. Ne yazık ki 1900’lu yılların ilk çeyreğinde, İngiltere ve Fransa tarafından 1916’da imzalanan Sykes-Picot antlaşması gereğince, bu coğrafya parçalanmış, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağmalanmış ve acı ve gözyaşı üzerinde onlarca devletçik kur(durul)arak sömürgeleştirilmiştir. Bu durum, halk ayaklanmalarına, iç kargaşalıklara rağmen İkinci Dünya Savaşı’na kadar baskı ve zorbalıkla devam ettirilmiştir. Bu süreçte, özgürlüklerini tekrar elde etmek ve kendilerine dayatılan mandacılık yönetimini, işgal ve istilalarını sona erdirmek için bölge halklarının en masum talepleri bile, yüz binlerce masum insanın katledilmesiyle sonuçlan(dırıl)mıştır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyaya egemen olan hegemonik güçler değişmiş, Fransa ve İngiltere’nin yerine, yeni hegemonik güç olarak Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği gelmiştir. Ancak Ortadoğu’daki durum değişmemiş, sömürü, işgal ve katliamlar aynen devem etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 45-50 yıl devam eden bu durum, 1989-90’da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, bu coğrafyaya tek başına ABD egemen olmaya başlamıştır. ABD, bu coğrafyadaki işgal ve sömürüsünü tek başına devam ettirebilmek için de çeşitli projeler geliştirmiştir. Nitekim Soğuk Savaş döneminin en etkin projesi olan ‘Yeşil Kuşak’ projesi Sovyetlerin dağılmasıyla işlevsiz hale gelince bunun yerine isminin dışında hiçbir yönü yeni olmayan ‘Yeni Dünya Düzeni’ projesi devreye sokulmuştur. Bir safsatadan ibaret olan Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ tezi bu dönemde gündeme getirilmiştir. Sovyetlerin çökmesiyle Komünizm yerine düşman konseptine ‘İslam ve Müslümanlar’ yerleştirilmiştir. Ancak bu da çözüm olmamıştır. Çünkü Afganistan işgali ile birlikte Asya, Ortadoğu ve Afrika’da her türlü emperyalizme karşı direnebilecek gücü barındıran yeni bir güç ortaya çıkmıştır. Bu güç; hatasıyla sevabıyla Müslümanların oluşturduğu İslami oluşumlardı. Bu gücü durdurabilmek ya da yönlendirerek kontrol altına almak için, küresel işgalci güçler tarafından çeşitli yollara başvurulmaya başlanmıştır. Bu nedenle de ABD’deki ‘think tank’ kuruluşları tarafından onlarca proje üretilmeye başlanmıştır. Bu projelerin en önemlisi ise halen uygulanmakta olan ‘Ilımlı İslam’ projesiydi.

Kısacası Sykes-Picot ve ondan sonra üretilen birçok proje çöpe atılmış, yeni projeler devreye sokulmaya başlanmıştır. Çünkü halkların uyanışı ve özellikle de İslami uyanış, emperyal ülkeler tarafından bölge ülke halklarının kontrolünü zorlaştırmış hatta imkânsız hale getirmiştir. Bu nedenle bu yüzyılın başından itibaren bu coğrafyadaki ülkeleri yeniden bölmek ve parçalamak için yeni projeler geliştirilmiştir. Nitekim 7 Ağustos 2003 yılında The Washington Post gazetesinde Condoleezza Rice tarafından kaleme alınan bir makalede 22 ülkenin sınırları değiştirilerek Ortadoğu’nun yeniden dönüştürülmesinin hedeflendiği belirtilmiştir. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) projesi bu nedenle gündeme getirilmiş ve konferanslarda, panellerde ve sempozyumlarda yoğun olarak tartışılmıştır. Afganistan, Irak bu amaçla işgal edilmiş, Sudan, Somali, Nijerya, Orta Afrika’da iç kargaşalıklar bu nedenle çıkarılmıştır. İşte bu çerçevede kimi ülkelerde iç kargaşalıklar çıkarılmış, kimilerinde darbeler, kimilerinde ise işgaller gerçekleştirilmiştir. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan, Mısır, Libya ve Yemen’deki diktatörlüklerinin devrilmesine neden olan Arap Baharı, diğer ülkelerde ve özellikle de Suriye’de iç savaşa dönüş(türül)me nedeni de Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesidir. Kısacası bu coğrafyada emperyal ülkelerin estirdiği devlet terörü nedeniyle ne yazık ki bu coğrafya yaşanılmaz hale ge(tiri)lmiştir.

ORTADOĞU YENİDEN DÖNÜŞTÜRÜLMEK İSTENİYOR

1990’lı yıllardan itibaren Ortadoğu’da işgallerin, iç kargaşalıkların ve darbelerin birbirini izlemesinin nedeni Ortadoğu’yu yeniden dönüştürmekti. Çünkü artık Sykes-Picot düzeni çökmüş, Ortadoğu’da ihtiyaca cevap veremez hale gelmişti. Onun için Ortadoğu’ya yeni bir şekil vermek gerekmekteydi. Afganistan ve Irak İşgalleri, Mısır’da darbe, Libya’ya müdahale ve Suriye halk ayaklanmasının kanlı iç savaşa dönüştürülme nedeni de buydu. Dolayısıyla Ortadoğu’da; Irak’ta, Mısır’da, Yemen’de, Suud’da, Libya’da, Suriye’de hatta Türkiye’de olup bitenlere bu gözle bakmak gerekmektedir. Yani atılan her adımın, gerçekleştirilen her işgalin ve desteklenen her darbenin bir tek amacı var, o da, Ortadoğu’yu yeniden emperyal menfaatlere uygun olarak şekillendirmektir. Çünkü Sykes-Picot ile belirlenen statü ve çizilen haritalar kısacası Sykes-Picot düzeni iflas etmiş, bölgedeki emperyal menfaatlerin devamını zorlaştırmıştır. Ayrıca düne kadar ABD tarafından Sovyetlere karşı desteklenen İslami oluşumlar, sadece Sosyalizme/Komünizme karşı olmayıp, aynı zamanda başta ABD olmak üzere bütün kapitalist ve sosyalist küresel işgalci güçlere karşı da mücadele eder hale gelmişlerdi. Bu, emperyal ve Siyonist güçlerin beklemedikleri bir durumdu. Dolayısıyla düne kadar Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenen ve dost/müttefik kabul edilen ‘cihadi’ örgütler, bir günde, ‘düşman’, ‘terörist’ gruplar olarak suçlanmış ve yok edilmeleri ya da kontrol altına alınmaları için ‘yakın tehlike/tehdit’ olarak hedef gösterilmiştir.

Küresel terörist güçler tarafından bu İslami direniş örgütlerini yok etmek ya da en azından marjinalleştirerek pasifize etmek için işbirlikçi yerel yönetimlerle el ele vererek yeni çözümler üretmeye başlamışlardır. Bu amaçla ‘radikal’ İslam düşüncesine kaynaklık ettiği var sayılan Vahhabi anlayışını engellemek hatta bütünüyle yok etmek için birçok ülkede eğitim müfredatı değiştirilmiş, sufi hareketlere finansal destek sağlanmış, sufi şeyhlerine ait türbeler, camiler restore edilmiş, medreseler yeniden reorganize edilmiş, kimi sözde imam ve âlimler eğitimden geçirilerek ılımlı İslam için zemin oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunlarla yetinilmemiş radikal olarak nitelendirilen örgütler, çevreler, hatta kişiler, çeşitli ayak oyunlarıyla ya toplum nezdinde marjinalleştirilmiş ya da asılsız ithamlarla zindanlara atılarak işkencelerden geçirilmiştir. Guatanamo, Ebu Gureyb başta olmak üzere karada ve denizde oluşturulan birçok askeri üs işkence ve sorgu merkezlerine dönüştürülerek masum birçok Müslüman işkencelerden geçirilmiştir. Amaç, radikal/fundamentalist düşünceler engellenerek ılımlı İslam taraftarları için uygun zemin oluşturmaktır. İşkencelere, zindanlara rağmen boyun eğmeyen, direnen örgüt ve kişiler ise terörize edilerek toplumlar tarafından dışlanmaları sağlanmaya çalışılmıştır.

Emperyal güçler, bu çabalarıyla direnmeyen, itiraz etmeyen, yönetime talip olmayan, içeriği boşaltılmış, şekilsel olarak İslam’a benzeyen ama İslam’la ilgisi olmayan bir din icad etmeye çalışmaktadır. Bu nevzuhur/yeni dine göre, İslam, İslam’a; daha doğrusu ılımlı İslam, “radikal İslam”a karşı kullanılması hedeflenmiştir. Bu yeni batıl dinin kabesi Washington, ‘yeni peygamberleri’ ise emperyal ideologlar, gazeteciler, yazarlar ve neo-con stratejistlerdir. “Beyaz Saray Buyrukları” kutsal birer metin olarak “yeni kutsal kitap” haline getirilmiştir. “Yeni Furkan” adıyla CIA tarafından yazdırılan bu kitap, “BOP”un “kutsal kitabı” olarak piyasaya sürülmüştür. Kitap, ABD’nin Ortadoğu’da Müslüman ülke ve halklara karşı güç ve egemenlik için yaptığı saldırıları, “Hıristiyanlık” ve onun müttefiki “Musevilik” açısından kutsuyor ve bu saldırıya ideolojik temel sağlıyor. Kitap, “üç dinin kitabı” vb. biçimlerde de adlandırılıyor. ABD’nin bu iş için geniş bir işbirlikçiler ağını kullandığını, elbette, ayrıca belirtmek gerekir. [1]

Buna karşı direnen, boyun eğmeyen ülke ve yönetimler işgal ve darbelerle devre dışı bırakılmıştır. Afganistan ve Irak işgali, Muhammed Mursi’ye karşı yapılan darbe, Libya’nın terörize edilmesi, Suriye’nin insanlık dışı yöntemlerle bir milyona yakın insanın katledilmesi, on milyondan fazla insanın da içeride ve dışarıda mülteci konuma düşürülmesi bu nedenle gerçekleştirilmiştir.

DEVLET TERÖRÜNÜN YIKICILIĞI

Bugün içinde yaşadığımız ülke başta olmak üzere birçok ülkede tam anlamıyla bir devlet terörü estirilmektedir. ABD, Siyonist İsrail, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyal işgalci devletler, kendi çıkarlarını kalıcılaştırmak için uluslararası kurum ve kuruluşları da tetikçi olarak kullanmaktadırlar. Devlet terörünün tarihi ise çok eskilere dayanmaktadır. Dolayısıyla terör olayı ilk olarak, ABD’de 11 Eylül’de ikiz kulelerin yerle bir edilmesiyle veyahut da El Kaide örgütünün kurulmasıyla başlamış bir olay değildir. İnsanlık tarihi ile yaşıt olan terör olayının günümüzde en yaygın olarak bilineni ise devletler tarafından gerçekleştirilen ve yıkıcılığı çok etkili olan terördür. Çünkü bu terör, bireysel ve örgütsel terörden daha tehlikeli ve daha kalıcı izler bırakmaktadır. Hatta terör olayları incelendiğinde bireysel ve örgütsel anlamda yapılan terörün birçoğunun da yine devletler ya da devletlerin kontrolündeki istihbarat teşkilatları tarafından organize edildiği, desteklendiği görülecektir. Nitekim yapılan araştırmalar, Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede gerçekleştirilen bireysel suikastlar ya da toplu katliamlara neden olan terör olaylarının, emperyal devletlerin kontrolünde olan gladyo/kontrgerilla tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle, yapılan her siyasal suikastın ya da katliamın arkasında, daima ismi terörle birlikte anılan bazı devletlerin ya da istihbarat örgütlerinin aranması da boşuna değildir. Bir yazarın ifadesiyle “büyük bir terör eylemi için dört şey gerekli; örgüt, bilgi, para ve silah. Bunların dördü de bir yerden bir yere giderken bir salyangozdan daha fazla iz bırakır. Üstelik uyduların, internetlerin, yeryüzündeki her sesi duyan büyük elektronik kulakların, her şeyi kayıt altına alan bilgisayarların, detektörlerin dünyasında gizlilik sanıldığından da zor. Bunca para ve silah bir yerden bir yere, işleri bunları izlemek olan istihbarat örgütlerinin haberi olmadan nasıl gidiyor?” İtalya’daki Kızıl Tugaylar’dan, Japonya’daki Kızıl Ordu’dan, IŞİD’den ve Türkiye’deki PKK’dan daha birçok örgüte kadar, istihbarat teşkilatlarının sızmadığı, yönlendirmediği silahlı örgüt çok az, neredeyse hiç yoktur. Kurtuluş mücadelesi verilen topraklarda faaliyet gösteren direniş örgütleri bunlardan istisnadır. Dolayısıyla, profesyonellik, teknolojik bilgi ve birikim gerektiren büyük eylemler ancak bu devletler ve istihbarat örgütleri tarafından yapılmakta, bazı örgütler taşeron, bazı bireyler ise tetikçi olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle, karşı çıkılması ve durdurulması gereken asıl terör, devlet ya da istihbarat örgütleri tarafından desteklenen terördür. Çünkü devletler olmadan, istihbarat örgütleri destek vermeden bireysel ya da örgütsel terörün gerçekleşmesi çok zordur. Üstelik devlet terörünün meydana getirdiği felaket, toplumda uzun yıllar unutulmayacak derin izler bırakmaktadır. Nitekim Afganistan ve Irak’ta ABD’nin, Çeçenistan’da Rusya’nın, Doğu Türkistan ve Arakan’da Çin’in, Halepçe’de Saddam’ın, Sabra ve Şatilla kamplarında kasap Şaron’un gerçekleştirdiği terörün ve kullandığı kimyasal ve biyolojik silahların, aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, halkın, hatta coğrafik yapının dahi, üzerindeki etkilerini bugün bile devam ettirdiğini görmekteyiz. Vietnam, Kamboçya, Laos, Latin Amerika ülkeleri, Afganistan, Irak, Endülüs (İspanya) ve Filistin, Çeçenistan, bu katliamlar ve talan edilen ülkeler için sadece birkaç örnektir. Bu örnekler de göstermektedir ki, devletler eliyle gerçekleştirilen terörün yıkıcılığı ve yok ediciliği ile bireysel ya da örgütsel anlamda gerçekleştirilen terörün yıkıcılık ve yok ediciliği, birbiriyle mukayese edilmeyecek derecededir. El Kaide tarafından yapıldığı iddia edilen 11 Eylül olayı neticesinde, topu topuna ikiz kuleler ve etrafındaki birkaç bina yıkılmış ya da zarar görmüş ve 3000’e yakın insan ölmüştür. Bu olayda ölen insanların ve yıkılan binaların sayısı, ABD öncülüğündeki işgal koalisyonu tarafından Afganistan’ın ve Irak’ın bombalanmasında katledilen milyonlarca insanın ve yerle bir edilen binaların, köylerin, şehirlerin sayısının yanında sözü bile edilemeyecek derecede önemsiz kaldığı herkes tarafından kabul edilen bir vakıadır. Afganistan’da ve Irak’ta milyonlarca çocuk, kadın ve yaşlı insan katledilmiştir ve halen de edilmeye devam edilmektedir. Camiler, okullar, hastaneler, hapishaneler, komşu ülkelere sığınmaya çalışan konvoylar ve düğün evleri yerle bir edilmiştir.

Bu işgal ve katliamların, İslam coğrafyasında yaşayan insanların üzerinde bıraktığı etkiyi hesap edebilmek mümkün mü? Haksız yere ve bu Haçlı savaşıdır mantığıyla, ülkelerin zenginliklerine el koymak için onur kırıcı, alay edici tarzda yapılan işgaller, dünya Müslümanlarının iç dünyasında meydana getirdiği eziklik, oluşturduğu acı, tasavvur edilebilinir mi? Neredeyse her gün Iraklılara, Suriyelilere, Afganlara, Çeçenlere, Filistinlilere, Madrid’deki, Londra’daki, İkiz Kuleler’deki ya da Paris veya Belçika’daki manzaraları yaşatan ABD’ye, Rusya’ya ve Siyonist İsrail’e hiçbir şey yap(a)mayan uluslararası kuruluşların, Müslüman olan ülkelerle ilgili kararları hemen uygulamaları, bir Müslüman’da, hayal kırıklığı meydana getirmesinin yanında Batıya ve Batılı Ülkelere olan bakışını değiştirmez mi? Tecavüz edilen yüz binlerce kadın; evlerinden zorla, hem de kardeşinin, babasının, amcasının yanından zorla alınarak götürülerek kirletilen genç kızlar!.. Bu, sadece genç kızların akrabalarını değil, hatta olayın işlendiği ülke insanlarını da değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bütün Müslümanları, nasıl etkilediğini kim, ne kadar tahmin edebilir?

Dünyayı terörize eden, bu kan emici terörist vampirler emperyalist ABD, Siyonist İsrail ve Kapitalist İngiltere’nin, Sosyalist Rusya’nın terör faaliyetleri devam ettiği müddetçe, dünyada terör de bitmez bireysel ve örgütsel eylemler de!. Çünkü bugün dünyada var olan ve dünya insanlığını felakete sürükleyen terörün başlıca aktörleri ve müsebbipleri bu ülkelerdir. 11 Eylül 2001’de Amerika’da, 11 Mart 2004’de İspanya’da, 7 ile 21 Temmuz 2005’de İngiltere’de, 13 Kasım 2015 Paris’te ve 22 Mart 2016’da Brüksel’de meydana gelen patlamalar, Batılı ülke halklarını sarsmıştır. Çünkü Batılı ülke halkları, kendi topraklarında bu tür patlamalara alışkın değillerdi. Onlar, kendi devletleri tarafından işgal edilen uzak bölgelerdeki patlamalara ve bu patlamalar sonucunda yakılan yıkılan evlere, ölen ve sakat kalan insanları, televizyonları karşısında viskilerini yudumlarken seyretmeye alışkındılar. Bu bölgelerdeki patlamalar, onlar için vaka-i adiyeden patlamalardı ve onları hiç mi hiç ilgilendirmemişti. Elleri ve bacakları kopan bebekler, küçücük ve narin bedenleri tank paletleri ya da yıkılan binaların altında ezilen çocuklar, tecavüz edilen binlerce kadın, gece yarısı kapıları kırılarak içeri girilen evler, babaları karşısında zorla çırıl çıplak soyulan kızlar, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve yeni kurulmuş kara ve deniz üslerinde katledilen esirler, Ebu Gureyb’ler, Guantanamo’lar onların hiç mi hiç dikkatini çekmemişti. ABD’li, İngiltereli, İsrailli ve diğer Batılı ülkelere ait askerlerin Afganistan’da ve Irak’ta; ABD’li, Rusyalı, İranlı askerlerin Suriye’de niçin bulundukları da onları hiç ilgilendirmemişti. Irak’ta yüz binlerce sivil katledilmiş, Afganistan yaşanılmaz hale getirilmiş, Suriye’de tarihi zenginler yağmalanmış, Filistinliler kendi topraklarından kovulmuş… Evet, bunlar da Batılı insanları hiç ilgilendirmemişti. Onlar için varsa, yoksa ikiz kuleler, Dünya Ticaret Merkezi, Madrid, Londra, Paris ve Brüksel patlamaları! Bu yerlerde ölen insanların hepsini toplasanız, binaları da ilave etseniz, bir Felluce’ye, bir Sadr Şehri’ne, bir Bagram ya da Cenk Kalesi’ne, bir Hama’ya, Bir Humus’a, bir Banyas’a veya bir Halep’e denk düşmez. Çünkü Irak’ın, Afganistan’ın, Suriye’nin, Filistin’in, Çeçenistan’ın her bir kenti, neredeyse her gün Londra’daki, Paris’teki, Brüksel’deki patlamaları yaşıyor. ‘Beyaz adam’ bu coğrafyalarda yaşayan insanları adam yerine koymadığı için, İngiliz gazetecisi Robert Fisk’ın dediği gibi katledilen Iraklıları, Afganları ve diğerlerini savaş zayiatı saydığı için, bu katliamları gerçekleştiren ya da neden olan kendi devletlerine karşı, sokaklara dökülmüyorlar.

İngiltere’de yayımlanan Independent’ın Ortadoğu muhabiri Robert Fisk ise, ‘Londra’yı vuran bombalar, evet, barbarcaydı. Ama 2003’de Amerikan-İngiliz ittifakının işgal ettiği Irak’ta sivillerin öldürülmesi, Iraklı çocukların atılan misket bombalarıyla paramparça olması, Amerikan ordusunun kontrol noktalarında masum Iraklıların vurulması da barbarca değil mi? Bu bir çelişkidir. Onlar öldüğü zaman savaş zayiatı oluyor, biz öldüğümüz zaman barbarca bir terörün kurbanı oluyoruz. Irak’ta direnişle çarpışıyorsak, direniş de çarpışmak için neden bizim ülkemize gelmesin?’ diye soruyor.”[2]

Bugün Türkiye’de, Temmuz 2015’den beri azgınlaşan PKK terörünün arkasında da yine bu emperyal ve Siyonist güçler bulunmaktadır. Stratejik müttefik ABD, tavşana kaç tazıya tut misali, Türkiye’yi teröre karşı desteklediğini söylerken, hem Suriye’de, hem de Türkiye’deki PKK terörünü parayla, İHA’larıyla, askerleriyle desteklemektedir. PKK’nın, Sur’da, Derik’de, Dargeçit’te, Silopi’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta, Yüksekova’da, İdil’de kullandığı silahlar ve uyguladığı taktikler, CIA, MOSSAD, BND, KGB[3], Savama/Devrim Muhafızları (Pasdaran), (Kudüs Güçleri) tarafından verilmiştir. PKK’nın elindeki Doçkalar, Zağroslar ve Silopi’de ele geçirilen IHA, ABD ve Rusya tarafından verilen silahlardır. PKK’nın hendek ve çukur siyaseti de yine aynı güçler tarafından verilen eğitim neticesinde uygulanan taktiklerdir. Eğer Rusya, İran, ABD destek vermeseydi, PKK’nın bu kadar dayanması, aylarca sürecek bir terörü devam ettirmesi mümkün değildi.

Aynı şekilde, Türkiye içerisinde çeşitli kentlerde sivillere dönük patlamalar, bu küresel güçlerden habersiz/izinsiz gerçekleştirilmesi de mümkün değildir. Çünkü bu tür komplike terör olaylarının bir örgütün kendi imkanlarıyla gerçekleştirilmesi hiç mümkün değildir. Suruç’ta (20 Temmuz 2015), Ankara Gar’da (10 Ekim 2015), İstanbul Sultanahmet’te (12 Ocak 2016), Ankara Merasim Sokakta (17 Şubat 2016), Ankara Kızılay’da (13 Mart 2016) ve İstanbul Taksim’de (19 Mart 2016) gerçekleştirilen terör eylemleri sıradan eylemler değildir. Bu terör eylemlerinin tamamında eli kanlı uluslararası istihbarat örgütlerinin planları, yönlendirmeleri ve istihbari bilgileri bulunmaktadır. ABD’nin, Almanya’nın üst üste yaptıkları açıklamalardan sonra Ankara Kızılay’da ve İstanbul’da Taksim’de gerçekleşen terör eylemlerine, TC Devleti istihbaratına, emniyetine rağmen engel olamaması bu eylemlerin arkasındaki karanlık güçleri ve aynı zamanda da Türkiye Devletinin acziyetini göstermektedir. İşin diğer ilginç yanı da, bunca terör eylemlerine rağmen bu konuda sorumluluğu olanlara ilişkin de hiçbir soruşturmanın açılmamış olmasıdır. Belki de işin daha acı veren yanı ise çeşitli kentlerdeki bu terör eylemlerinin ve Güneydoğu’daki PKK terörünün arkasında uluslararası bir üst aklın olduğu yetkililer tarafından sürekli dillendirilmesidir. Ancak her nedense bu üst aklın kim/lerden oluştuğu bir türlü açıklanmamaktadır. Neden? Yoksa buna güç mü yetirilememektedir? ABD’nin Türkiye’de çok güçlü ve etkili olduğu, darbe yaptırabilecek, hükümetleri düşürebilecek kadar güçlü olduğu biliniyor. 1960 darbecilerden Suphi Gürsoytırak’ın ifadesiyle CIA nefes alışımızı bile rapor edebilecek bir güce sahiptir. Türkiye’yi yönetenlerin ABD kapılarında ABD’li yetkililerin kendilerine görüşme lütfünde bulunmalarını kendi gelecekleri için bir artı değer görmelerinin nedeni de budur.

13 Mart günü PKK’nın gerçekleştirdiği terör eyleminde bir genç kızımız da vefat etmiştir. Henüz 22 yaşında, üniversite son sınıfta okumakta iken bir terör eylemi sonucunda ruhunu Rabbine teslim etmiştir. Feyza Acısu isimli kızımız gençti, çalışkandı, gelecekle ilgili hayalleri vardı; mezun olmayı ve sonrasında İslami çalışmalarına aynı şevkle devam etmeyi düşünüyordu. Dergimizde üniversiteli kızlarla ilgili yapılan çalışmalara katılıyor, hatta dergide yapılan panellerin ikisine de konuşmacı olarak katılmıştı. Bir panelde namaz, diğerinde ise emn ve sıdk konusunu işlemişti. Kısacası okuldan, dershaneye, dershaneden İslami çalışmalara koşturup duruyordu. Bu hali ve tesettürlü oluşu, tağuti güçlerin ve özellikle de emperyal güçlerin ‘Sözcü’lüğünü yapan İslam ve insanlık düşmanlarını korkutuyordu. Terör eylemi neticesinde katledilmesi ise, hayvanlardan da aşağı olan bu güruh tarafından sevinçle karşılanmıştı.

Hükümet, gerek kentlerdeki intihar eylemlerini ve gerekse Güneydoğu’daki aylardır devam eden terör olaylarını engelleyememesinden dolayı mutlaka kendisini sorguya çekmelidir. Sadece zevahiri kurtarmaya dönük açıklamalarla yetinmek, terör zirvesi toplantıları yapmak hükümeti sorumluluktan asla kurtaramaz. Ayrıca ülke içinde ve dışında teröre destek veren, onları eğiten, finans ve silah desteği sağlayan güçlere karşı daha net ve caydırıcı tedbirler alınmalıdır. Dolayısıyla başta ABD olmak üzere Rusya ve İran gibi PKK’ya destek veren ülkelerle –gücü yetmezse bile- ilişkiler yeniden gözden geçirilmelidir. Ayrıca buzdolabına konulduğu söylenen çözüm süreci, PKK/HDP ve bunları destekleyen emperyal güçlere rağmen mutlaka İslami ve insani temel hak ve özgürlükler çerçevesinde devam ettirmelidir. ‘Kürt Sorunu’ yoktur açıklamaları Kemalist dayatmacı politikaları hatıra getirmektedir. Herkes de biliyor ki, bu ülkede bir Kürt sorunu vardır. Ama bir de terör sorunu vardır. PKK/KCK kaynaklı terörün azgınlaşmasında hükümetin çözüm sürecinde yaptığı büyük hataların yanında, Suriye’de stratejik müttefik ABD’ye çok güvenmenin de payının olduğu unutulmamalıdır. Kısacası terör, ancak halkıyla barışık politikaların üretilmesiyle bitirilebilir. Bu da, bu ülkede Türklerin sahip olduğu her hakkın diğer kavimlere vermesiyle mümkün olabilir. Bunun için de, başta Kürtler olmak üzere diğer kavimlere verilmesi gereken haklar, PKK/KCK kaynaklı terör devam ederken bile ilan edilecek bir takvim çerçevesinde geciktirilmeden verilmelidir. Aksi halde terör de bitmez, Türkiye’ye dönük emperyal hesaplar da bitmez. Çünkü emperyal terörün ölçüsü de, sınırı da yoktur. Stratejik müttefik ABD’nin 50 yıllık dostu Türkiye’ye rağmen PYD ve PKK’yı destekliyor olmasının başka bir izahı yoktur. –

 

 

[1] http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/285-sayi-153/856-ilimli-islam-mi-abdnin-vurucu-gucu-mu

[2] http://www.haber7.com/haber/20050708/Ingiliz-basininda-dehset.php

[3] KGB 6 Kasım 1991’de resmen kaldırılarak KGB’nin görevini FSB (Rusya Federal Güvenlik Servisi) ve SVR (Dış İstihbarat Güvenlik Servisi) üstlenmiştir. Ancak Beyaz Rusya’da faaliyet gösteren gizli servisin adı değişmemiş ve halen KGB olarak devam etmektedir.

 

GRUBA KATIL